Fizik Tanrı’yı Gereksiz mi Kıldı? Büyük Tasarım Kitabı Üzerinden Bir Değerlendirme - Mehmet Bulgen




The Grand Design üzerinden konuyu değerlendirmeye başlamadan önce, kitabın
daha piyasaya çıkmadan tartışmalara konu olan o meşhur iddiasını aydınlatmamız
gerekiyor: “Artık bilim evreni tek başına izah edebilir; felsefe öldü, teoloji
lüzumsuz!”
Burada söz konusu edilen bilimin, klasik anlamıyla bilim olmadığı, yukarıda
bahsettiğimiz anlamda “spekülatif kozmoloji bilimi” olduğunu hatırdan çıkarmamız
gerekir. Zaten bundan dolayıdır ki kitap raflarda yerini alır almaz birçok
eleştirmen “felsefe öldü, teoloji gereksiz” iddiasının Hawking’e özgü bir şaka
(Hawking’ joke) olduğunu dile getirdiler. Zira fiziği ve metafiziği birbirine o
derece yakınlaştırırken felsefenin öldüğünü iddia etmek, sürekli Tanrı’dan
bahsederken teoloji artık gereksiz diyebilmek, Hawking’e özgü bir şaka olmalıydı.
Ancak bu şaka Hawking’in karizmasını sarsmaz. En azından o hayatının hiçbir
döneminde küçük düşünmekle suçlanmayacaktır. 21 yaşından itibaren peşini
bırakmayan amansız hastalığına (ALS) rağmen, o hep büyük soruların peşinden
koştu; bedeni tekerlekli iskemleye bağlı olduğu halde beyniyle evrenin ufuklarında
dolaşmasını bildi.

Hawking’in bu kadar çok satmasının nedeni olarak, karmaşık bilimsel meseleleri
herkesin anlayabileceği yalın bir üslupla anlatma becerisi olarak gösterilse de, kanaatimizce onun başarısının arkasındaki asıl etken, kozmolojiyi insanın anlam
arayışına müteallik sorularına cevap bulma faaliyetine dönüştürebilmesinde
gizlidir. Esasen kozmoloji, insanın varoluşsal sorularına cevap verebilme potansiyelini
içinde barındıran bir bilimdir. Evrenin nereden geldiği, nereye gittiği, bir
yaratıcıya ihtiyacı olup olmadığı, işleyişini yöneten ilke ve kanunların neler
olduğu, maddenin nasıl oluştuğu gibi sorulara verilecek cevaplar, bir ölçüde
insanın da kendisi ve geleceğine yönelik cevaplardır; çünkü insan da bu evrende
yaşamakta ve bir parçası olduğu evren ile aynı ortak kaderi paylaşmaktadır. Bu
bakımdan Big Bang Teorisi’nin, CERN gibi laboratuvarlarda yapılan parçacık
deneylerinin ya da Hawking’in yeni çıkan bir kitabının fizikçi ve astronomlar
kadar, din adamları, filozoflar ve hattâ sıradan insanların bile ilgisini uyandırması
tesadüf değildir.17 İşte bu durum, “Nasıl oluyor da Hawking yazdığı kozmoloji
kitaplarında “Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Niçin varız? Tanrı var mı?”
gibi aslında metafiziğin ilgi alanına giren spekülatif konuları da tartışabiliyor?”
sorusuna cevap teşkil etmektedir.
Hawking kitaplarında bu türden sorulara cevap ararken, bilimin dar sınırlarıyla
yetinmiyor; mitolojiden örnekler veriyor, din adamlarının sözlerine atıflar
yapıyor, filozoflardan görüşler naklediyor ve yeri geldiğinde kendisi de metafiziksel
imalarda bulunmaktan çekinmiyor. Ancak bu şekildeki bir üslup bazen onun
kitaplarında neyin fizik, neyin metafizik olduğunu kestirebilmenin güçleşmesine
neden oluyor. Dolayısıyla konunun uzmanı olmayan bir kişi, kitaplardaki bazı
spekülatif ifadeleri bilimsel gerçekmiş zannedebilir. Örneğin Zamanın Kısa Tarihi
isimli kitabının 50 ye yakın yerinde Tanrı (God) kelimesi geçiyordu. Nobel ödül
komitesinden Henry F. Schaefer bu kitabın, kozmoloji kitabı değil teoloji kitabı
olduğunu iddia etmişti.18 Hatta Timothy Ferris gibi bazı bilim yazarları daha da
ileri gitmişler onu “Tanrı satıcısı” (Godmongering) ilan etmişlerdi.19

Hawking, Richard Dawkins gibi militan ateistlerin yaptığının aksine,
Tanrı’dan bahsederken müspet bir dil kullanmasıyla tanınıyor(du). Örneğin
Zamanın Kısa Tarihi isimli kitabında, yaratıcı bir Tanrı’ya inanmanın bilime aykırı
olmadığını söylemiş; tamamlanmış bir teoriye ulaşırsak bu insan aklının nihai
zaferi olacaktır, zira Tanrı’nın aklını (Mind of God) ancak o zaman keşfedeceğiz,
demişti.21
Ancak Hawking, “bilim tek başına evreni izah edebilir!” iddiasının da açıkça
ortaya koyduğu üzere, artık bu şekildeki din-felsefe ve bilim iç içe üslubunu
bırakması gerekiyor. Bunun kitaplarının satış rakamlarının hatırı sayılır ölçüde
azalmasına yol açacağı kesin.Ayrıca her ne kadar o, The Grand Design’i yazmada
Tanrı’yı reddetmek gibi bir amaç gütmediklerini belirtse de, “başlangıç ve
son itibariyle evren doğaüstü bir güç ya da Tanrı’ya başvurmadan, sırf bilimin
kendi sınırları içinde kalınarak izah edilebilir”, ifadesinin ateisttik imalar taşıdığı
çok açık.24 Esasen Roger Penrose,25 Joseph Silk,26 Craig Callender,27 Paul Davies,
28 Peter Woit,29 Marcelo Glesier,30 John Horgan31 ve Baroness Greenfield’in32 de dâhil olduğu kıdemli akademisyenlerce bilimsel açıdan eleştirilmesine
rağmen, kitaba meşhur ateist Richard Dawkins’in dışında pek sahip çıkanın
olmaması da bu tespitimizi doğrular nitelikte. Dawkins’e göre XIX. yüzyılda
Darwin Tanrı’yı biyolojiden kovmuş, ancak fizik kararsız kalmıştı. Hawking bu
kitabıyla öldürücü darbeyi vurdu.33

Fazla uzatmayacağım Hawking ve Mlodinow artık bilim geldiği
seviye itibariyle evren yoktan nasıl var olabiliyor, niçin bu derece hassas yaşam
koşullara sahip gibi soruları sırf kendi sınırları içerisinde kalarak izah edebildiğini iddia eder. Dolayısıyla bu türden olguları açıklamak için artık doğaüstü bir varlık ya da
Tanrı’yı işe karıştırmaya gerek yoktur.36

Kuşkusuz böylesine bir söylem kendi içinde bazı riskler de taşıyacaktır. Zira bu
türden olguları bilimsel olarak cevaplayabildiği söylenen teorinin (M-Kuramı)
aslında bilimsel olmadığı ya da son derece spekülatif bir teori olduğunun ortaya
konulması, yukarıdaki kozmolojik delillerin öncüllerini ispat edildikleriyle bırakacak
ve bu durumda da Tanrı belki de daha güçlü bir argüman olarak kalmaya
devam edecektir.
Biz kitabın bölümlerini
tekrar müzakere etme yoluna gitmeyeceğiz, onun yerine konuyu kitabın
ana fikri üzerinden değerlendirmeye çalışacağız.
Özetlersek; Hawking ve Molodinow’a göre insanlık Batlamyus’tan Kopernik’e
Newton’dan Einstein’e ve günümüz Kuantum teorilerine kadar fiziksel gerçekliği
hep “evren modelleri” üzerinden anlamaya çalıştı. Bunların sürekli yenilendiği
dikkate alınırsa acaba bu modeller dizisi hep böyle değişmeye devam mı edecek,
yoksa bir son noktaya ulaşacak mı? Bu öyle bir nokta ki, evrenin nihaî teorisi
olacak, bütün tabiat kuvvetlerini içine alacak ve yapabileceğimiz bütün gözlemleri
önceden tahmin edebilecek. Ve yine Hawking’e göre şimdiye kadar ortaya
konulmuş evren modelleri genelde hep bir şekilde Tanrı’yla ilişkilendirilmek
zorunda kaldı. Plato evreni Tanrı’nın yaratığı saydı, Aristo Tanrı’yı ilk muharrik
kabul etti, Newton evrenin düzenin kurucusu, Descartes devamlılığını sağlayıcısı
olarak Tanrı’yı gördü ve bu gün de evrene bir başlangıç atfeden Big Bang Teorisi
Tanrı’yı ima eder nitelikte yorumlanıyor. Acaba evrenle ilgili bütün soruları
Tanrı’ya hiç gereksinim duymadan, sırf bilimin kendi sınırları içerisinde kalarak
açıklayıp cevaplandırabilen bir model ya da teori ortaya konulamaz mı?
“Biz bu sorulara henüz net bir cevap veremiyoruz, ancak şimdi her şeyin nihai teorisi
için bir adaya sahibiz: M-Kuramı… M-Kuramı yaratılış konusundaki sorularımıza
cevap teşkil edebilir…çok yüksek miktardaki evrenin yoktan, kendiliğinden
var olabileceğini ortaya koyar. Onların yaratılışı için doğaüstü bir varlık ya da
Tanrı’ya gerek yoktur. Buna göre birçok evren fizik kanunlarıyla doğal yollardan
yaratılır. Onlar bilimin gerektirdiği şekilde oluşur...”38
Görüldüğü gibi Hawking ve Mlodinow tüm iddialarını M-Kuramı’nın başarısına
bağlıyorlar. Bu nedenle bu kuramı biraz daha yakından tanımak, iddialarının
ne ölçüde geçerli olduğunu daha iyi sorgulamamızı sağlayacaktır

1. M-Kuramı: Bilim mi Felsefe mi?
Günümüz bilimsel kozmolojisi üç temel saç ayağı üzerine oturuyor: Kuantum
Mekaniği, Rölativite Kuramı ve Big Bang Teorisi.39 Evreni makro ölçekte açıklayan
Rölativite Kuramı ile mikro ölçekte açıklayan Kuantum Mekaniği her ikisi
de kendi alanlarında başarılı olsalar da bu kuramların birbirleriyle uyumu bir
türlü sağlanamıyor.Kuantum kuramının süreksizliği (discreteness), Rölativitenin
ise sürekliliği (continuum) esas almasından kaynaklanan bu çelişkiyi gidermek,
günümüz fiziğinin en önemli araştırma alanlarından birisini teşkil etmekte.
Diğer taraftan Evren’in 13.7 milyar yıl önce büyük bir patlamayla var olmaya
başladığı genel olarak kabul ediliyor. Ancak Big Bang teorisi, patlamaya neyin yol
açtığı konusunda bir açıklama getiremiyor. Zira bu teori patlama anını 10-43
saniyeden itibaren izah etmeye başlıyor ve daha ötesine gidilmek istendiğinde
“tekillik” adı verilen bir durum ortaya çıkıyor ki, Genel Rölativite Kuramı o
andan itibaren geçerliliğini yitiriyor –ya da daha ötesini açıklayamıyor.

İşte birbiriyle çatışır gibi görünen fizik teorilerini bir araya getirerek çelişki
içermeyen bir fizik kuramı ortaya koymak, ayrıca Büyük Patlama ve Kara Delik
gibi durumlarda yaşanan tıkanmaları aşmak amacıyla 1960’lı yılların sonlarına
doğru “Sicim Kuramı” (String Theory) ortaya atıldı. Bu kuramda, temel bileşenleri
“boyutsuz noktalar” şeklinde olan Standart Model’in parçacıkları yerine, tek
boyutlu uzanıma sahip “sicim”ler (string) esas alındı. Diğer taraftan bilinen 3
uzay ve 1 zaman boyutunun üzerine dairesel olarak katlanmış 6 ekstra mekân
boyutu daha ilave edildi. Buna göre keman tellerini andıran sicimlerin farklı
frekanslarındaki titreşimleri protonları ve elektronları, onlar da atomları oluşturuyorlar,
ilave altı mekân boyutu da iç içe sonsuz sayıdaki paralel evreni (multiverse)
mümkün kılıyordu.43
İşte Hawking’in her şeyin teorisi olmaya aday olarak gösterdiği M-Kuramı
(Membrane Theory)44 beş farklı Sicim Kuramı ile Süper Kütle Çekim Kuramı’nı

birleştirme çabasının ürünüdür. Sicim Kuramı ile arasındaki fark, temel birim
olarak aynı ölçekte (10-35m yani Planck Mesafesi) olmakla birlikte, tek boyutlu
sicimler yerine iki boyutlu ince zarları (membran) esas alması; ayrıca Sicim
Kuramı’ndaki on boyuta, bir mekân boyutunun daha ilave edilmiş olmasıdır.
Kuram matematiksel olarak başarılı gözükse de, ne bu şekildeki sicimlerin/
zarların ne de bildiğimiz üç boyuta ilave mekân boyutların varlığına dair
şimdiye kadar deneysel bir ipucu elde edilememiştir.45

Deneysel olarak test edilememe hususunu biraz daha açacak olursak; normalde
bugünkü deneysel imkânlarla atomun bir çekirdek ve onun etrafında dönen
elektronlardan oluştuğu, bu çekirdeğin de protonlardan ve nötronlardan meydana
geldiği, onların da ‘kuark’ adı verilen daha küçük parçacıklardan oluştuğu
tespit edildi. Ancak ortaya çıkan bu parçacıkların da daha küçük parçacıklardan
oluşup oluşmadığı, bunların yapı taşlarının ne olduğu sorularına şu anki teknolojik
imkânlarla cevap verilememektedir.
Örneğin dünyanın en gelişmiş parçacık hızlandırıcılarında atom altı parçacıklar
çarpıştırılarak 1 katrilyon elektro volt düzeyinde enerjiler elde edilebilmektedir.
Bu seviye kuantum mekaniğindeki protonlar gibi atom altı düzeydeki fiziğin
incelenmesi için yeterli olmakla birlikte, M-Kuramı’nın zarlarının deneysel olarak
sınanabilmesi için gerekli enerji düzeyinden bir trilyon kat daha düşüktür. Bunun
nedeni M-Kuramı’nın zarlarının ve ilave yedi mekân boyutunun büyüklüklerinin,
mümkün olan en küçük, yani “Planck Mesafesi” (Planck Scale) ölçeğinde olmasıdır.
Bu, metrenin yüz milyar kere trilyon kere trilyonda birine tekabül eden (10-
35 metre) öyle küçük bir mesafedir ki, bugün CERN’de çarpışmaya konu olan
protonların büyüklüğü (10-15 metre) üzerinden bir karşılaştırma yapacak olursak,
bir protonun Güneş’in büyüklüğü karşısındaki küçücük durumu neyse, MKuramı’nın
bir zarının da protonun büyüklüğü karşısındaki küçüklük değeri
odur. Yine bu şekildeki zarların ya da sicimlerin var olduğu şu anki teknolojik
imkânlarla deneysel olarak ortaya koyabilmek için bir galaksi boyu, yani 1000 ışık
yılı (yaklaşık 46.357.579.315.645.920.000 km) uzunluğunda bir parçacık hızlandırıcıya
ihtiyaç duyulacağı belirtilmektedir ki, bugün dünyanın en büyük parçacık
hızlandırıcı olan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nın (LHC) 27 km’lik bir daire
çevresi olduğunu düşündüğümüzde bunun ne kadar imkânsız bir iş olduğu anlaşılacaktır.
Dolayısıyla aşağıda da aktaracağımız gibi Sicim Kuramı’nı eleştiren
birçok bilim insanı, bunun bilimin bir parçası olmaktan daha çok, deneyle doğrulanıp yanlışlanması mümkün olmayan bir “felsefe” olduğu görüşündedir.
Sicim/Süper Sicim/M-Kuramı’nı eleştirenlerden ilk akla gelen isimlerden biri
kuşkusuz Nobel ödüllü fizikçi Sheldon Lee Glashow’dur. Glashow’a göre Sicim
Kuramı bazı matematiksel başarılar elde etmiş olabilir. Ancak fizik “Matematiksel
Platonizm” değildir; aksine gözlem ve deneylere dayanmak zorundadır. Eğer
fizik sadece matematikten ibaret sayılacaksa bu XVII. Yüzyıl Bilim Devriminden
bu yana elde edilmiş bütün kazanımların sonu olur ki, böyle bir paradigma değişimi
fiziği ortaçağa götürmek olacaktır. Sicim Kuramının bugün test edilemediği
gibi, gelecekte de test edilebilmesinin mümkün olamayacağını savunan Glashow,
bu kurama “fiziğin tümörü” diyecek kadar ileri gidiyor ve çok geç olmadan
müfredattan kaldırılması gerektiğini savunuyor.46
Bilim yazarı Jim Holt da, The New Yorker’deki makalesinde “Her Şeyin Teorisi”
olmaya aday gösterilen Sicim Kuramı hakkında şunları söylüyor:
“Fizik için zaman kaybından başka bir şey değil. Bir nesilden daha fazla süredir
fizikçiler Sicim Kuramı olarak isimlendirilen gerçekleşmesi imkânsız bir hayalin
peşinden koştular… Düzinelerce Sicim Kuramı konferansı düzenlendi, yüzlerce
doktora tezi verildi, binlerce makale yazıldı. Tüm bu aktivitelere rağmen test edilebilir
tek bir öngörü gerçekleştirilemedi, tek bir teorik bulmaca çözümlenemedi.
Bazı hesaplamalar ve önsezilerin dışında aslında ortada elle tutulur bir kuram da
yok. Ve olsa bile, bu kuram öyle kafa karıştırıcı sürümlerle gelecek ki, pratik bir
değere de haiz olmayacak: Hiçbir Şeyin Teorisi!”47
California Üniversitesi matematik fizik bölümünden John C. Baez’in söyledikleri
de Jim Holt’un dediklerine paralellik arz ediyor:
“Birkaç on yıldan beridir astrofizikçiler temel fizikte göz alıcı başarılar gerçekleştirdiler:
Karanlık madde, karanlık enerji, nötrino dalgalanmaları ve hatta erken
dönem evrende kozmik şişmenin olabileceği ihtimali! Çok yakında Büyük Hadron
Çarpıştırıcısı (LHC) parçacıkların çarpıştırılmasını ve böylelikle Higs Bozonu var
mı yok mu gibi test edilmesi zor bir görevi gerçekleştirecek. Şans yaver giderse
belki yeni parçacıkların olup olmadığı görülebilecek. Fakat tüm bunlar arasında,
Sicim Kuramı hakkında söylenebilecek neredeyse hiçbir şey yok.”48
Columbia Üniversitesi’nden Peter Woit ise, Sicim Kuramı’nın halka ilişkilerinin
çok iyi olduğunu, çünkü sonsuz evrenler, sonsuz yaşamlar, boyut içinde
boyutlar gibi fikirlerin insanlara ilginç geldiğini; ancak bu durumun kuramıngerçek değerinin abartılarak halkın duygularının bazı fizikçiler ve popüler medya
tarafından istismar edilmesine yol açtığını belirtiyor. Peter Woit’e göre çok
satmak ve izlenmek uğruna halk artık kandırılmaktan vazgeçilmeli, popüler bilim
dergilerinde işin aslı anlatılmalı, doğrulanması ve yanlışlanması mümkün olmayan
bir kuramın bilim olamayacağı izah edilmeli. Diğer taraftan üniversitelerde
bölüm başkanlıkları ve kıdemli teorisyen hocalar uyarılmalı, lisansüstü ve doktora
çalışmalarında Sicim Kuramı ile ilgili tezler verilip genç ve meraklı zihinlerin
enerjisi boş yere harcanmamalı, araştırma fonları bu türden teorilere değil, gerçek
amaçları doğrultusunda kullanılmalı ve artık bu teori uğruna konferanslar tertip
edilmekten de vazgeçilmeli. Peter Woit’e göre son 30 yıldır sicim kuramına
yapılan masraf, harcanan emek, tüketilen enerji ve israf edilen zaman Standart
Model’e yapılsaydı fizik şuan ki konumundan çok daha ileri düzeyde olurdu.”49Teorik fizikçi Lee Smolin’in Sicim Kuramı’nı eleştirmek üzere yazdığı “The
Trouble With Physics (2006) isimli eseri bu konuda kırılma noktası olarak kabul
edilmektedir. Smolin bu kitabında bütün bilimlerin temeli olan fiziğin bugünlerde
yoldan çıkmış durumda olduğunu iddia ediyor. Ona göre insanlığın doğa
kanunlarını kavrayışı son iki asırdır hızla arttı. Fakat bugün doğa kanunları
hakkında 1970’lerdeki bilgisinden fazlası bilinmiyor. Yaklaşık kırk yıldır insanlık
neden aniden olduğu yerde çakılı kaldı, fizik niçin “bunalım” içinde? Smolin’e
göre sorunun en önemli kaynaklarından birisi, fizikçilerin hırslı tutkularıyla
doğanın bütün güçlerini tek bir teori çatısı altında (Her Şeyin Teorisi) toplamaya
yönelik oluşturdukları “Sicim Kuramı”. Bu kuram maalesef egzotik yeni parçacıkları,
paralel evrenleri ile toplumun ilgisini çekmeyi, fizikçilerin gönlünü çelmeyi
başardı. Ancak Smolin’ine göre bu kuramın çok büyük bir eksikliği bulunmakta:
Şimdiye kadar hiçbir parçası test edilemediği gibi, gelecekte de test edilebileceğine
dair bir umut ışığı görünmüyor. Dolayısıyla sonsuz sayıda versiyonlarla gelen
bu kuram bilimsellik kriterini taşımıyor. Ancak buna rağmen finansman olarak
aslan payını aldığından, en iyi zihinleri kendisine çekmeyi başarıyor. Dolayısıyla
diğer alanlara giden genç fizikçiler cezalandırılmış oluyor ve böylelikle bu kuram
bir bütün olarak fiziği aşağıya doğru çekmiş oluyor. Smolin’e göre eğer “doğrulanabilirlik”
ya da “yanlışlanabilirlik” ilkeleri ölçü kabul edilecekse, Sicim Kuramı
ailesindeki kuramlar kesinlikle bilimsel olma kriterini karşılamamaktadır ve bu
nedenle “metafiziğin” alanına girmektedir. Smolin de; Glashow ve Peter Woit
gibi bilim insanlarına paralel bir şekilde bu kuramın müfredattan kaldırılmasını ve araştırma ödeneklerinin kesilmesini istiyor.50

2. Hawking’in Bilim Anlayışı ve Günümüz Fiziğinin İçine Düştüğü Bazı
Metodolojik Problemler
Yukarıda görüşlerini aktardığımız fizikçilerin de açık ifadelerinden anlaşılacağı
üzere, Sicim Kuramı ya da M-Kuramı’na gelen temel eleştiri, bilimsel bilgi konusunda
esas kabul edilen kriterleri taşımamasıdır. Esasen Stephen Hawking ve
Edward Witten gibi M-Kuramı taraftarlarının, onca popülaritelerine rağmen
şimdiye kadar Nobel ödülü alamamış olmaları da bu konuda bir gösterge olarak
kabul edilebilir. Zira bu ödülü veren İsveç Kraliyet Akademisi, ödül almaya hak
kazanacak keşfin deneysel olarak doğrulanmasını veya kanıtların gözlemlenmesini
kesin olarak şart koşmaktadır.
Ancak buna rağmen biz, Hawking ve Mlodinow’un “bilim evreni tek başına
izah edebilir” iddiasında bulunurken, bu tezlerine temel olarak aldıkları MKuramı’nın
spekülatif karakterinin farkında olmadıklarını sanmıyoruz. Zaten
onlar kitabın birçok bölümünde, savundukları fikirlerin çoğu bilim adamı tarafından
reddedildiğini açıkça dile getirmekte bir sakınca görmüyorlar.52 O halde
bizim, bilimsel bilgi için şart koşulan test edilebilir olma ya da doğrulanıp yanlışlanabilir
olma gibi kriterlerin Hawking ve Mlodinow tarafından niçin göz ardı
edildiği, daha doğrusu, onların bilimden ne anladıkları meselesi üzerinde durmamız
gerekmektedir.
Öncelikle günümüz fizik teorilerinin test edilebilir olma şartının bir yaklaşım
farkı olduğunu belirtmemiz gerekir. Zira Hawking’e göre fiziksel bir kuram sadece
matematiksel bir modeldir ve onun gerçeklikle uyuşup uyuşmadığını sorgulamak
anlamsızdır.53 Hatta “Modele Dayalı Gerçekçilik” anlayışıyla ortaya koyduğu
gibi, ona göre en iyi kuram “kendi gerçekliğini kendisi inşa eden” kuramdır.54
Dolayısıyla Hawking her şeyi düşünceye bağlayıp ondan türeten ve zihnin dışında
objektif bir gerçekliğin varlığını kabul etmeyen idealist kanada yakın duruyor

Thomas Kuhn’un nezdinde
bilim, ne Mantıkçı Pozitivistlerin ileri sürdükleri gibi sürekli büyüyen (kümülatif)
deneysel bir doğrulama birikimidir ne de Karl Popper´in savunduğu gibi yanlışlardan
ayıklanarak doğruya yaklaşan beşeri bir etkinliktir. Kuhn’a göre hiçbir
bilimsel teori mutlak olmayıp, günün birinde gözden düşmesine sebep olacak bir
takım sınırlılıkları içinde barındırmaktadır. Bunun temel nedeni bilimsel teorilerin
gerçekliğe ilişkin daha geniş kapsamlı kavramsal çerçevelere (paradigma)
bağlı olarak belirlenmeleridir. Bilimsel faaliyete yön veren bu paradigmaların
oluşması ise holistik, yani birçok faktörün bir araya gelmesiyledir. Bilimsel çalışmanın
yapıldığı tarihî ve sosyokültürel çevrenin yanı sıra, araştırmacıların şahsi
tutum ve inançlarına varıncaya kadar kontrol altına alınamayacak çok sayıdaki
faktör kavramsal çerçevelerin oluşmasına etki eder.55
Görüldüğü gibi Kuhn bilimi adeta sosyokültürel bir fenomen haline getirmektedir.
Onun gerçekte doğa bilimleri için geliştirdiği paradigma kavramına, sosyal
bilimler alanında sıkça karşılaşmamız da bunu ortaya koymaktadır.

Kuşkusuz burada niçin sadece matematiğin, doğayı anlamada tek ölçü olarak
kabul edilemeyeceği sorusunu ayrıntılandırmamız faydalı olacaktır. Doğanın
matematiksel olarak modellenmesi bilimsel bilginin gelişimi yolunda oldukça
önem arz etmekle birlikte, deney ve gözlem olmadan sadece matematik ya da
çıplak akıl (unaided reason) fiziksel realiteyi tasvir etmede esas kabul edilmemektedir.Örneğin Antik Yunan’dan
XIX. yüzyıla gelinceye kadar yaklaşık iki bin yıllık süreçte, doğanın matematiksel
modellenmesinde sürekliliği (reel sayıları) temel alan Öklid geometrisinin doğrusal
uzay görüşü esas kabul ediliyordu. Ancak başta Lobachevsky (1793-1850) ve
Bolyai (1802-1860) olmak üzere Riemann (1826-1866) ve Gauss (1777-1855)
gibi matematikçiler, yaptıkları çalışmalarla Öklid geometrisinin mutlak olmadığını,
aksiyomları daha farklı geometri türlerinin de geliştirilebileceğini ortaya koydular. Esasen Einstein’in Rölativite kuramı da düz uzamlara dayalı Öklid
geometrisine yerine, eğri yüzey geometrisi olan Riemann geometrisine dayanmaktadır.
Bugün de Sicim Kuramının ve dolayısıyla M-Kuramı’nın dayandığı geometrik
aksiyomlar (örneğin süreksizlik), hem Öklid geometrisinden hem de Riemann
geometrisinden farklıdır. Dolayısıyla matematiksel ihtişamı, kuramın fiziksel
realiteyi tamamen tasvir edebilmesi için yeterli olmamaktadır.63

Günümüz fiziğinin karşı karşıya kaldığı bir diğer metodolojik problem ise ölçme
konusundadır ve daha aşılamaz bir engelmiş gibi durmaktadır. Zira Werner
Heisenberg’in “Belirsizlik İlkesi”, uygun test edilebilme koşulları sağlanıp deneylerin
gerçekleştirildiği durumda bile, bir parçacığın konumu ve hızının ya da
enerji ve ömrünün aynı kesinlikte ölçülemeyeceğini öngörmektedir.64 Buna göre
parçacığın konumundaki belirsizlik ne denli küçük olursa (yani konumu ne denli
doğru ölçülürse) hızının belirsizliği aynı oranda büyümekte; tersine hızındaki
belirsizlik küçüldükçe, aynı oranda konumunun belirsizliği artmaktadır. Bu ise
doğa bilimlerinde “kesinliklerin” yerine -tıpkı sosyal bilimlerde olduğu gibiistatistikî
ya da ihtimalî değerlerin geçerli olduğu sonucunu ima etmektedir.
Ancak tüm bunlardan belki de daha önemlisi, Kuantum mekaniğinin “bir
nesneyi ölçme veya gözlemleme işleminin onun durumunu değiştireceğini”
postulat olarak kabul etmesidir. Buna göre hareket eden bir parçacığın konumu
ve hızını, onu etkilemeksizin doğal haliyle ölçebilmenin imkânı yoktur. Ölçme ve
gözlemleme faaliyeti nesneyi gerçekte olduğundan farklı kılıyorsa, bu durumda da
“ölçme ve gözlemlerle ortaya koyulan şey gerçekten doğanın kendisi midir yoksa gözlemleyenin ona verdiği şekil midir?” sorusu ortaya çıkmaktadır. Durum böyle
olunca da, fiziğin belki de en önemli varoluşsal amaçlarından birisini teşkil eden
“eşyâyı gerçekte olduğu gibi tasvir etmek” ilkesi tartışmalı hale gelmektedir.
Kuantum fiziğinde gözlemcinin rolü bununla kalmamakta, yaşanan gerçekliğe
ve sağduyuya aykırı birçok yorumun yapılmasına zemin hazırlamaktadır. İşte
Hawking ve Molodinow The Grand Desing’da “artık bilim evreni tek başına izah
edebilir” iddiasını temellendirirken, kuantum fiziğinin bu şekildeki anti-realist
yorumlarından sonuna kadar istifade etmektedir. Örneğin “Çift Yarık” deneyini
teorize eden Amerikalı Nobel ödüllü fizikçi Richard Feynman’ın “Çoklu Geçmiş”
ya da “Alternatif Tarihler” kuramı bunlardan birisidir. Deney ve teoriyi kısaca
hatırlayacak olursak, klasik fiziğe göre nesneler hareket halinde iken, başlangıç
ve sonuç hedefleri arasında tek bir yol, tek bir yörünge izlerler.65 Ancak Çift
Yarık Deneyindeki “girişim deseni” atom ölçeğindeki bir parçacığın aynı anda iki
yarıktan da geçebildiğini ima etmektedir. Bu teoriyi Richard Feynman, parçacığın
bir noktadan diğer bir noktaya uzay-zamanda muhtemel her yol boyunca ilerlediği
şeklinde formüle etti. Buna göre A'dan B'ye giden bir parçacığın olasılığı, A ve
B'den giden olası her yolla ilgili dalgaların toplanmasıyla bulunur. Öyle ki B
noktasına giden bir A parçacığın yolunun üstünde olmayan Jüpiter’e uğrama,
hatta evrenin tümümü kat etme ihtimali bile saklıdır. Dolayısıyla Feynman’ın bu
teorisine göre parçacık hedefe ulaşmadan önce “çoklu bir geçmişe” (sum over
histories) sahiptir. Diğer taraftan Çift Yarık Deneyinde gözlemcinin parçacığı
gözlemlemesi, parçacığı “süper pozisyon” (muhtemel bütün pozisyonlar) durumundan
tek bir pozisyon durumuna getirmektedir. Böylelikle gözlemci o anda
yapmış olduğu gözlemle parçacığın takip etmiş olduğu hattı, yani geçmişini
belirlemiş olmaktadır.
Hawking ve Mlodinow bu deney ve teoriden yola çıkarak şu sonuçlara varıyorlar:
Şayet maddenin en temeline Kuantum fiziği hâkimse, tıpkı Feynman’ın
Alternatif Tarihler kuramında olduğu gibi, bir bütün olarak evren çoklu bir
geçmişe sahip olmalıdır. Bir başka deyişle tıpkı bir parçacık gibi, evren de günümüzdeki
konumuna gelinceye kadar bütün alternatif geçmişleri yaşamış olmalıdır.
Bu ise sonsuz sayıda evrenin bulunduğu anlamına gelmektedir. Öyle ki bu
evrenlerden bazıları bizim evrenimize benzeyebilir, bazıları benzemez, bazılarında
uygun hayat koşulları vardır bazılarında yoktur, bazısında Elvis Presley genç yaşta
ölür bazılarında ölmez, bazılarında Napolyon Waterloo savaşını kazanır bazılarında
kazanmaz; her bir evrende birbirinden farklı kanunlar, tüm ihtimallerin
yaşandığı durumlar vardır. Dolayısıyla evrenimiz nasıl oluyor da bu derece hassas
yaşam koşullarına sahip olabiliyor sorusunun cevabı Tanrı değil, Çoklu Geçmiş Kuramı’dır; çünkü sonsuz sayıdaki evrenin içinde bizimkisine benzer uygun
yaşam koşullarına sahip evren bulunma ihtimali de vardır. Yine bundan şu sonuç
çıkar ki; nasıl Çift Yarık Deneyinde bizim parçacığı gözlemlememiz parçacığın
geçmişini etkiliyorsa, şu anda evreni gözlemlememiz de evrenin geçmişini belirlemektedir.
“Bazı insanlar bu şekildeki çoklu evrenler düşüncesini çılgınca buluyorlar ama
Feynman’ın Çoklu Geçmiş Kuramı’nın bize ima ettiği şey budur... Yine bu kuram
gereği biz, klasik kozmolojideki evrenin tek bir başlangıcı ve o günden günümüze
süregelen evrimsel tarihi şeklindeki yaklaşımın (bottom-up approach) aksine, yukarıdan
dibe (top-down approach), yani şimdiki zamandan geçmişe yaklaşımını
benimsememiz gerekir… Bu şu an ki kozmoloji anlayışımızda radikal bir değişimi
teklif etmektedir... Şu anda bile çok farklı evrenler, çok farklı geçmişler bulunmaktadır
ve bu geçmişler tıpkı Feynman’ın kuantum fiziğinde ortaya koyduğu gibi
gözlemleyenden bağımsız değildirler, ondan etkilenmektedirler. Bu şekilde biz,
gözlemlerimizle tarihi yaratmaktayız, tarih bizi değil... Bu ilk bakışta saçma ve hatta
bilim kurgu olarak gelebilir, ama dikkatli düşünüldüğünde böyle olmadığı görülecektir.”
66
Hawking ve Mlodinow bizden İstanbul Ankara yolculuğumuz esnasında aynı
anda Mars’a da uğradığımıza inanmamızı istiyor. Ayrıca eğer durum böyleyse The
Grand Design kitabını Hawking ve Mlodinow yazmadı, biz kitap tanıtımı esnasında
yapmış olduğumuz gözlemlerle geçmişe etkide bulunarak o kitabı yarattık
(top-down approach)! Ancak yine de biz, Hawking ve Mlodinow’un MKuramı’nı
desteklemeye çalışırken sürekli Feynman’ın Çoklu Geçmiş Kuramı’ndan
faydalanmaya çalışmasını, ayrıca Einstein’in aradığı birleşik teorinin bu
kuram olduğunu iddia etmelerini çok daha şaşırtıcı bulduğumuzu itiraf etmek
zorundayız. Zira Feynman’ın kendisinin yaşadığı sürece Sicim Kuramı’na şiddetle
karşı çıktığı, onu çılgınlık, sapma, yanlış yol olarak nitelendirdiği biliniyor.67 Aynı
şekilde Einstein’in, Hawking ve Mlodinow’un yaptığı gibi Kuantum Fiziğinin
objektif indeterminist ya da anti-realist bir bakış açısıyla yorumlanmasına karşı
çıktığı, hayatı boyunca bu türden fikirlerle mücadele ettiği, problemin doğanın
gerçekte böyle olmasından değil de bizim bilgi eksikliğimizden kaynaklandığı,
ileride sağduyu ile örtüşen bir teorinin mutlaka ortaya koyulacağını savunduğu
bilinmektedir.
Ancak bize göre M-Kuramı’nın asıl eleştirilmesi gereken yönü, bilimin temel
felsefesi ile çelişen “nihâî/mutlak teori” olma iddiasıdır. Zira “Her Şeyin Teorisi”
gibi bir iddia, artık araştırmaya konu olacak bir şeyin kalmadığı, fiziğin sonuna
gelindiği ve bilimin bittiği anlamına gelmektedir. Esasen bu husus bize tanıdık bir
iddiayı da akla getirmektedir. XIX. yüzyılın sonlarına doğru, zamanın önde gelen bilim insanlarından matematik fizikçi Lord Kelvin (1824–1907), artık fiziğin
ömrünün son ondalık basamağına geldiğini iddia ediyordu. Ona göre bütün temel
problemler çözülmüş, ısı ve ışık kuramı üzerine bazı önemsiz ayrıntılar hariç, fizik
hemen hemen tamamlanmıştı. Gelecek on yıl içinde muhtemelen bunlar da
çözümlenecekti.68 Ancak aradan daha on yıl geçmedi ki radyoaktivitenin keşfi,
Rölativite Teorisi ve Kuantum Mekaniği gibi gelişmeler fiziğin tamimiyle dönüşmesine,
insanların evren algısının değişmesine neden oldu.

3)3. İslâm Dini Açısından Bir Değerlendirme
Kuşkusuz İslâm dininin en temel esası tevhîddir. Allah’tan başka hiçbir şeyin
ilah olamayacağını vurgulayan bu ilke, varlığı Tanrı ve diğerleri (mâsivâ/
âlem/evren) olmak üzere ikiye ayırır. Bu ontolojik ayrımda Tanrı, gerçekliğin
ezelî, ebedî, sürekli, sonsuz, zorunlu, yüce, kutsal (sacred), aşkın, gizemli, kavranılamayan,
değişip dönüşmeyen, bir ve tek tarafını temsîl ederken; âlem ya da
evren sonradan, sonlu, sınırlı, mümkün, süreksiz, kutsal olmayan (profan), ihata
edilebilir, değişim, dönüşüm ve çokluk içindeki tarafını temsil etmektedir. Dolayısıyla
tevhîd ilkesi, âlemi yücelik, kutsallık, aşkınlık, sonsuzluk, ihâta edilememezlik
gibi tanrısal sıfatlardan arındırarak, evrenin bütün olarak kavranabileceğini,
araştırma ve incelemeye konu olabileceğini ilke olarak kabul etmektedir.
Peki, İslâm dinine göre “insan” bunu başarabilecek, en temelinden en geneline
evreni kavrayabilecek -yani “bilimsel kozmoloji” yapabilecek-, yeterlilik ve
yetkinliğe sahip midir?
Kur’an insanın Tanrı’yı idrak edemeyeceği birçok ayette vurgulanmakla birlikte
(el-Enâm 6/103; el-A’râf 7/143; el-Bakara 2/55; en-Nisâ 4/153), evrene
yönelik yaklaşımı farklıdır. Allah’ın Âdem’e eşyanın bütün isimlerini öğrettiği
belirtilmekte (el-Bakara 2/31), insandan Allah’ın halifesi olarak doğa ve diğer
varlıklar üzerinde hükümranlık kurması istenmekte (el-Bakara 2/30; el-En’âm
6/165; Fâtır 35/39), duyular ve aklını kullanarak gökleri, yeri incelemesi ve
sonrasında elde ettiği bu bilgiyi Allah’ın varlığına delil olarak kullanması (ez-
Zâriyât 51/20-21) emredilmektedir. Esasen Allah’ın dışındaki bütün varlıkların,
“yaratıcısının varlığına işaret eden” anlamındaki “âlem” kelimesiyle ifade edilmesi
de (ki bununla insan, Allah’ı bilme konusunda açıkça kozmolojik delillere
yönlendirilmektedir) insanın evreni kavrayabileceğini imâ etmektedir. Zira insan
evreni “bir bütün olarak” kavrayabilmeli ki (ihâtatü’l-havâdis), onun üzerinden
Allah’ın varlığına bir istidlâl ya da nazarda bulunabilsin. Dolayısıyla İslâm dinine
göre insanın, Allah’ı görememek, idrak edememek, kuşatamamak, kavrayamamak
yönündeki acizliğini doğaya ve evrendeki fenomenlere de yöneltme, bir
başka deyişle evreni de bir metafizik haline getirme hakkı yoktur.Bu perspektifi ortaya koyduktan sonra, “Artık bilim evrenin varlığını tek başına
açıklayabilir, Tanrı gereksiz!” ifadesini değerlendirecek olursak kuşkusuz bu
sözün, tabiatı dini çağrışımlar yapamayacak derecede işaret ve sembollerden
soyutlama iddiası taşıdığı doğrudur. Bununla birlikte bizim, bu iddiayı desteklemede
kullanılan M-Kuram’ının son derece spekülatif bir teori olduğunu, yani
bilimsellik konusunda şart koşulan temel kriterleri taşımadığını ortaya koyarken,
yukarıdaki “tevhîd” prensibinin işaret ettiği üzere; insanın evreni kavrayamayacağı,
eşyanın künhüne vakıf olamayacağı, maddenin özüne ve gerçekliğin sınırlarına
yönelik bilimsel araştırmaların başarısızlıkla sonuçlanacağı, dolayısıyla
kozmolojinin bilimin değil metafiziğin işi olduğu gibi yaklaşımlardan uzak durmamız
gerekmektedir. Zira evreni insan tarafından kavranılamaz kılmak, kısa
vadede dine faydalıymış gibi gözükse de, ileri vadede evrenin tanrısallaştırmanın
önünü açacağı gibi kozmolojik delilleri de kendi içinde çelişkiye düşmesine
neden olacaktır. Zira bir bilinmeyen (Tanrı), diğer bir bilinemeyenle (evren)
açıklanamaz; insan evreni kavrayamaz ki onun üzerinden Tanrı’ya istidlal ya da
nazarda bulunabilsin.
Dolayısıyla bizim evreni kavranılamaz ilan etmek ve bilimin açıklayamadığı
noktalar üzerinden Tanrı’ya ulaşmaya çalışmak (God of the gaps) yerine, bilimi
evreni daha fazla araştırmaya teşvik etmemiz, bu yöndeki ilerlemeleri de tevhîd
ilkesine hizmet, şirktense uzaklaşma olarak değerlendirmemiz gerekmektedir.
Meseleye böyle yaklaştığımız zaman, bugün kozmolojinin bir “bilim” haline
gelmesi bile, tek başına tevhîde hizmet şirkten de uzaklaşma sayılacaktır, çünkü
evrenin bir bütün olarak araştırılıp kavranılabilmesi, onun Tanrı olmadığının en
büyük kanıtıdır.
Bu şekildeki bir din-bilim ilişkisi perspektifinde din, bilimin çözümsüz kaldığı
noktalar üzerinden Tanrı’ya ulaşmaya çalışmayacağı için bilimle çatışma ihtimali
de asgari düzeye inecektir. Halbuki evrendeki bilenemeyenler –bilimin çözümsüz
kaldığı noktalar- üzerinden tanrıya ulaşmak, ilgili konuyu açıklamada bilimin her
ilerleme kaydedişinde dinle çatışmaya düşülmesine neden olacaktır.69 Tevhîdi
yaklaşımda bilimin topyekûn evrenin bir doğa kanunu sonucunda oluştuğunu
ortaya koyması bile dine zarar veremeyecektir. Zira bugün bilim yağmurun nasıl
yağdığını, anne karnında çocuğun hangi aşamalardan geçerek doğduğunu ortaya
koyabilmektedir. Ancak bu durum, bir inananın, yağmurun yağmasını Allah’ın
rahmeti olarak, bebeğin doğmasını da eşsiz mucizesinin eseri olarak görmesine değildir.engel teşkil etmemektedir. Dolayısıyla tabiat kanunlarına –örneğin Kütle Çekim
Kanunu- dayalı meydana gelen bir evren doğum neden dine aykırı olsun? Teorinin doğru olduğunu varsaysak bile;Tüm bunlar nedir? Ne anlam ifade ediyor? Nereden geliyor ? Biz insanoğlu için anlamı ne ? Einstein başta olmak üzere diğer tüm dünya halklarının en zeki adamlarının evreni tek bir denklem yada denklem takımıyla ifade edebilme hayali neden dolayı kaynaklanmaktadır? Evren neden her yerinde aynı yasalara uyuyor? Neden bu yasalar zamanla değişmiyor? Evren neden yasalara uymakta ? Nasıl oluyor da bizim beynimiz evreni idrak edebiliyor ve rasyonel şekilde açıklayabiliyor? Neden matematiksel zerafet evrene içkin ? Tüm bunların ötesinde evren neden var oldu? Leibniz in meşhur ifadesinde dediği gibi neden hiç bir şey olmaması yerine bir şeyler var ? Ve bu bir şeyler neden böylesine zarif ve ultra hassas bir şekilde (20 temel parametre) ayarlanmış. Bizatihi buradan iş gören işleyen matematik nedir? Evren tüm bu gösteriyi bize sunmak zorunda mı ? Yoksa matematik bize bir şeyler ima etmeye mi çalışıyor? Yoksa nasıl oluyor da matematik böylesine muhteşem bir şeyi ortaya çıkarıyor ? Tüm bu sorulara bir cevap verebileceğimiz gün geldiğinde Yüce Yaratıcının evreni nasıl yarattığına dair gerçek anlamda derin ve geniş bir kavrayışa ulaşabileceğimize inanıyorum. Yoksa matematiksel denklemler ve genelinde bilimsel süreç sadece evreni tasvir eder. Hiç bir şeyi açıklamaz, esasında buna gücüde yetmez….

Sonuç olarak Hawkingin modelinin iki önemli sorunu vardır. Birincisi, evrenin ilk zamanları için Öklid metriğini kullanır. Yani zamanı sanal sayılarla ifade eder. Sanal sayılar, karesi alındığında negatif veren sayılardır. Doğada hiçbir gözlemlenebilir fiziksel büyüklük bu özelliğe sahip değildir. Ondan dolayıdır ki sanal sayılar fiziksel hesaplarda asla gözlemlenebilir parametre olarak alınmazlar. Sanal kütle, sanal enerji, sanal uzaklık vs. olması mümkün değildir. Bu yüzden sanal sayılar zaman ölçüsü olarak kullanılamazlar. Herhangi bir saat ya da mekanizma kullanarak, sanal zamanı ölçemeyiz. Hawking sanal zaman kullanımının fiziksel olarak değerlendirilmesinin makul olduğu yönünde, tatmin edici kanıt sunmamıştır. Dahası, söz konusu model evrenin kapalı olmasını gerektirir ancak evrenin ivmelenerek genişliyor olması bu ihtimali ciddi oranda düşürmektedir.



KAYNAKÇA

18)Henry F. Schaefer III, “The Big Bang, Stephen Hawking and God”, Science and Christianity:
Conflict or Coherence? kitabının içinde, USA 2008, s. 57.

19)James E.White, “Unfortunate Godmongering”, http://www.christianity.com/blogs/jwhite/
11638165/print, (14.09.2011).

21 Stephen Hawking, A Brief History of Time, Bantam Press, New York 1988, s. 8-9, 191.


24 Dwight Garner, “Many Kinds of Universes, and None Require God”, The New York Times,
http://www.nytimes.com/2010/09/08/books/08book.html (14.09.2011).

25 Roger Penrose, The Grand Design (review), Financial Times, 04.09.2010, http://www.ft.com/
/cms/s/2/bdf3ae28-b6e9-11df-b3dd-00144feabdc0.html#axzz1CSIgPlwa, (14.09.2011).
26 Joseph Silk, “One Theory to Rule Them All”, Science, 330 (6001): 179-180.
27 Craig Callender, “Stephen Hawking Says There's No Theory of Everything”, New Scientist
(02.09.2010), http://www.newscientist.com/blogs/culturelab/2010/09/stephen-hawking-saystheres-
no-theory-of-everything.html (14.09.2011).
28 Paul Davies, “Stephen Hawking's Big Bang Gaps”, The Guardian (04.09.2010).
http://www.guardian.co.uk/commentisfree/belief/2010/sep/04/stephen-hawking-big-bang-gap,
(14.09.2011).
29 Peter Woit, “Hawking Gives Up”, http://www.math.columbia.edu/~woit/wordpress/?p=3141,
(14.09.2011).
30 Marcelo Glesier, “Hawking And God: An Intimate Relationship”, NPR, http://www.npr.org/
/blogs/13.7/2010/09/08/129736414/hawking-and-god-an-intimate-relationship, (10.09.2011).
31 John Horgan “Cosmic Clowning: Stephen Hawking's "new" theory of everything is the same old
CRAP”, Scientific American, http://www.scientificamerican.com/blog/post.cfm?id=cosmicclowning-
stephen-hawkings-ne-2010-09-13, (14.09.2011).
32 http://www.theticker.org/mobile/about/2.8220/stephen-hawking-attracts-criticism-for-views-ongod-
1.2336589 , (13.09.2011)
33 Bu konuda bk. http://www.economist.com/blogs/babbage/2010/09/science_and_religion
(10.02.2011).
38 The Grand Design, s.8.

39 Spencer Scoular, First Philosophy: The Theory of Everything, USA 2007, s. 349.
43 Gordon Kane, Supersymmetry: Unveiling The Ultimate Laws Of Nature, s. 131; Laura Ruetsche,
“String Theory”, Encyclopedia of Philosophy (2nd edition) (ed. Donald M. Borchert), USA 2006,
IX, 267; Larry Gilman, “String Theory”, The Gale Encyclopedia of Science (Third Edition) (ed. K.
Lee Lerner), Canada 2004, VI, 3868; Katrin Becker, String Theory and M-Theory, Cambridge
2007, s. 2 vd; Barton Zwiebach, A first course in string theory, Cambridge 2004, s 3 vd; Michael
Green, “A Brief Desctiption of String Theory”, Cambridge 2003, The Future of Theoretical Physics
and Cosmology (ed. G.W. Gibbons) ‘un içinde, s. 473.

45 Larry Gilman, “String Theory”, The Gale Encyclopedia of Science, VI, 3869.
46 Sheldon Lee Glashow ile Sicim Kuramı üzerine yapılmış röportaj için bk. “Viewpoints on String
Theory: Sheldon Glashow”, http://www.pbs.org/wgbh/nova/elegant/view-glashow.html
(05.09.2011).
47 A Critic at Large, “Unstrung,” The New Yorker, October 2, 2006, p. 86,
http://www.newyorker.com/ archive/2006/10/02/061002crat_atlarge?currentPage=2
48 John C. Baez, “This Week's Finds in Mathematical Physics”, http://math.ucr.edu/home/
baez/week246.html , (05.09.2011).
49 Peter Woit, “String Theory: An Evaluation”, http://arxiv.org/PS_cache/physics/pdf/
0102/0102051v1.pdf (10.09.2011); Ayrıca Peter Woit’in Sicim Kuramı üzerine yazdığı Not Even
Wrong: The Failure of String Theory and the Continuing Challenge to Unify the Laws of Physics
(New York, 2006) isminde bir kitabı da mevcuttur.
50 Lee Smolin, The Trouble With Physics: The Rise of String Theory, The Fall of a Science, and
What Comes Next,
51 Bu konuda ayrıca bkz. Peter Woit, “Is String Theory Testable?”
http://www.math.columbia.edu/~woit/testable.pdf, (10.09.2011); John Horgan,
http://www.scientificamerican.com/blog/post.cfm?id=cosmic-clowning-stephen-hawkings-ne-
2010-09-13,
52 The Grand Design, s.7.
53 Stephen Hawking - Roger Penrose, The Nature of Space and Time, USA 2010, s. 4.
54 The Grand Design, s.173.
63 Kozmoloji sahasında deney/gözlem ve metematik/mantık ilişkisine dair genel bir değerlendirme
için bk. Hannes Alfvén, “Cosmology: Myth or Science?”, Journal of Astrophysics and Astronomy,
sy. 5 (1984), s. 79-98,
64 George Greenstein, Arthur Zajonc, The Quantum Challenge, USA 2006, s. 45 vd.
67 Örneğin bkz. http://www.newyorker.com/archive/2006/10/02/061002crat_atlarge, (10.06.2011).
68 Peter E. Hodgson, Theology and Modern Physics, Ashgate 2005, s. 1.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder