Kötülük Argümanı ve Özgür İrade







Kötülük problemi ve özgür irade miladın da öncesine uzanan büyük bir düşünce tarihine sahiptir. Doğadaki kötülük ile teizmin ilahi adalet kavramı, tasarlanmış evren ve mükemmellik, özgür iradenin çözümlenmesine veya çözümlenememesine dair argümanlar bu makalenin ana konusudur. Yine “evrende kusur var mıdır, mükemmellik nedir, Andromeda galaksisi bir israf mıdır?” şeklindeki soruların cevapları aranarak “teodise” ile ilişkisi irdelenecektir.

1. Kötülük Problemi, Özgür İrade’ye Yeni Bir Bakış

Kötülük problemi, felsefe tarihi boyunca birçok kimse tarafından incelenmiş ve sürekli tartışılmış bir konudur. Bu argümanın özü mutlak iyi bir Tanrı varlığında evrende nasıl kötülüklerin olabildiği sorusunda yatmaktadır. Evrendeki ve daha küçük ölçekte, dünyadaki bozulmalar, doğal afetler, ölümler, savaşlar ve sair her türlü acı verici, zararlı ve korkutucu hadiselerin neden olduğu sorusu üzerine üretilen bu argüman ilk olarak Epiküros(ö. M.Ö. 270) tarafından formülleştirilmiştir. Temel olarak “Tanrı kötülükleri ortadan kaldırmak ister veya istemez; istemezse iyi değildir. İsterse gücü yeter veya yetmez; yetmezse her şeye gücü yeten değildir. Yetiyorsa ve istiyorsa neden kötülükler var?” yönünde bir argümandır. Epiküros’u yüzyıllar sonra David Hume takip edecektir ve benzer bir argümanla J. L. Mackie buna “mantıksal kötülük sorunu” adını verecektir(Kiriş, 2008, 86).
Kötülüklerin olduğu bir evren ile adil ve iyi bir Tanrı anlayışının uyuşabileceğini öne süren filozoflar olmuştur. Platon, kötülüklerin sebebi olarak Tanrı’yı değil, “kötü ruh”ları görmüştür ve insanın kendini fazla sevmesinden kaynaklanan bir yanılgısına vurgu yapar. Onun sonrasında Ortaçağ Avrupa’sında Augustinus da insanın kendi yüzünden kötülüğe düştüğüne işaret ederek ardından gelen Thomas Aquinas, Martin Luther ve Jean Calvin’i etkilemiştir. Daha sonra İslam fikir tarihinde Farabi “şer olmadan nizam olmaz” mealindeki görüşleri ile “kötülüğün kaçınılmaz ontolojisi” olduğunu ifade etmiştir(Kiriş, 2008, 89). Ancak kötülük problemine çözüm getirmek üzere “teodise” terimini ilk kullanan kişi Leibniz’dir. Teodise terimi Grekçe “Tanrı” ve “adalet” kelimelerinin birleşiminden oluşur. Leibniz’e göre üç tip kötülük vardır: Metafizik, Fiziksel ve Ahlaki kötülük. Fiziksel kötülük doğayla ilişkili, ahlaki ise insanın günah işlemesi ile ilişkilidir(Çınar, 2005, 164). Leibniz’in bu sınıflaması sorunu tanımlamakta faydalıdır. Özellikle fiziksel ve ahlaki olarak kötülüğü ayırarak incelemizi yapacağız.

Leibniz’e “teodise” fikri üzerinden en çok eleştiri getiren filozof Kant’tır. Kant’a göre alemdeki eksiklik ve kötülüğün kaynağı problemi daima devam edecektir ve çözülemez(Arıcan, 2006, 227). İlahi hikmet ile kötülük gerçeğinin uzlaştırılamayacağını savunan Kant, buna gerekçe olarak insan aklının tabiyatının böyle aşkın bir sorunu çözebilecek kabiliyette olmamasını gösterir. Bu yüzden ona göre İlahi hikmetin yollarını anlama ve kavrama çabaları terk edilmelidir. Bunu temellendirmek için Eyüp peygamber örneğini verir ve suç işlemediği halde onun başına gelenlere karşı tavrını “ahlakı inanca dayandırmak değil, inancı ahlaka dayandırmak” olarak yorumlar(Arıcan, 2006, 232-234). Kant determinist bir evren öngören Newton fiziğinin bilim olduğu bir çağda yaşamış ve determinizmin “özgür irade” için bir engel olduğunu düşünmüştür. Determinizmin özellikle özgür iradeye yer bırakmayacağını düşünmesinde Newton fiziği paradigmasına Caner Taslaman dikkat çeker. Kant’ın saf aklın sonuçlarını determinizm engeline takıldığı için reddetmesinin hatalı olduğunu ve Kuantum Teorisi’nin en kabul gören yorumunun “indeterminist” evren öngörmesinin Kant’ın fikirlerini boşa çıkardığını ifade eder(Taslaman, 2008, 73). Burada dikkat çekmek istediğimiz önemli nokta, “teodise” yani Tanrısal adalet’in imkanını eleştiren Kant’ın tüm odak noktasının “ahlaki kötülük” adıyla tanımladığımız kötülük tipi olduğudur. Fiziksel kötülük ve ahlaki kötülük kavramlarını Leibniz’den ödünç alarak kullanırsak, Kant’ın odak noktası tam olarak “ahlaki kötülük” yani özgür iradenin determinist dünyayla çelişmesi fikridir. İlk olarak ahlaki kötülük kavramını incelemek bu sebeple daha doğru olacaktır kanaatindeyiz. Leibniz insanın günah işlemesini içindeki metafiziksel kötülük yani tabii eksikliğe  bağlar. Gizil olan kusurlar açığa çıkar ve kötülük oluşur(Çınar, 2005, 172). Aslında kötülüğü de orada gizil olarak Tanrı’nın yarattığını söylemiştir ve aslında deterministik bir yorumdur. Kant’tan sonra Laplace da bilimsel determinizmden bahsetmiştir(Taslaman, 2008, 71) ve bu da insanların her yaptığının önceden belirlenmiş sebepler sonucu oluştuğunu söylemek ile aynı şeydir. Yani bu tür görüşlerin özgür iradeye yer bırakmadığı açıktır.


Kuantum Teorisi’nin ortaya attığı “objektif belirsizlik” ise evrende indeterministik bir yapı olabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Determinizmde olmayan boşluklar Kuantum dünyasında yerini alır. Böylece her sebebin belli(determine) bir sonucu değil, potansiyel ve olasılıksal sonuçları olmuş olmaktadır. Bu şekilde özgür irade temellendirilebilmesine rağmen, Tanrı’nın insanların neyi seçeceklerini bilip bilmemesi noktasında bir ayrılık olmuştur. William Pollard Kuantum boşluklarının Tanrı tarafından belirlendiğini savunmuş ve neticede Tanrısal bir determinizmi ifade etmiş olmaktadır. Buna katılmayan Arthur Peacocke ise belirsizliklerin Tanrı için de geçerli olduğunu ve Tanrının kendisini sınırladığını(self-limitation) söyler. Nancey Murphy de Pollard gibi Tanrının kuantum boşluklarını doldurduğunu ve belirsizlikleri belirlediğini savunur ve buradan özgür iradeye geçiş yapabilmek için bir analojiye müracaat eder: Kuantum Teorisi’nde madde hem parçacık, hem de dalga olabildiğine göre çelişen iki şey aynı anda olabilir, demek ki “Tanrının bilmesi ile kulun özgür olması” arasında bir uyum olabilir. Taslaman, Pollard ve Murphy’nin görüşlerini daha tercih edilebilir bulduğunu söylese de sonunda iki görüşün de özgür iradeyi temellendiremeyeceği sonucuna varır(Taslaman, 2008, 91). Kanaatimizce Murphy ve Pollard’ın tezi “maddede çelişki oluyorsa, burada da çelişki olabilir” tarzında olduğu için kabul edilemezdir. Çünkü determinizmin özgür iradeyle buluşmasını beklemek veya ummak fikrimizce getirisi olmayacak bir yanlıştır. Peacocke’un görüşü revize edilip Tanrı’nın geleceği bilmemesi’nin Tanrı’nın gücünü daraltıp daraltmadığı sorgulanmalıdır.


Özne “fiil” ile nesneye yönelir. Tanrının(özne) gelecek(nesne) ile ilişkisi incelendiğinde bilgi sahibi olmanın(fiil) sekteye uğraması öznesel ve nesnesel olabilir. Öznenin kabiliyeti yetmeyebilir(1), nesne fiile uygun olmayabilir(2). Buna bir örnek olarak “Tanrı her şeyi yapabiliyorsa, insanları tanrı yapabilir mi?” şartlı önermesini alalım. Buna “evet veya hayır” dendiğinde çelişkiler meydana gelecektir. Ancak aslında cevabı “hayır”dır. Çünkü ikinci önermede “nesne(insan) fiile(tanrılaşma) uygun değildir”. Aslında insanın tanrılaşması diye bir gerçeklik yoktur, bu yüzden bu sualin sorulması anlamsızdır. Tekrar sorulduğunda “Tanrı her şeyi biliyorsa, geleceği bilebilir mi?” önermesi de aynıdır. Kuantum belirsizliklerinin olduğu bir dünyada, gelecek zaten yoktur. İnsanlar özgür iradeleriyle onu eyleyip belirleyene kadar orada bir gelecek yoktur. Dolayısıyla Tanrı geleceği bilmez ve Tanrı her şeyi bilir. Bu bir çelişki gibi gözükebilir, ancak gelecek bir “şey” değildir. “Şey” kelimesi Arapça’da “varlık, var etme” anlamı taşır, Türkçe’de ise sadece bir “boşluk doldurma kelimesi” olmasına rağmen gerçekte bir varlığı ve gerçekliği ifade eder. Yani İslami teolojiye göre Allah, her şeyi bilendir(külli şey’in alim). Ancak buradan hareketle “şey” olmayanlar bilinmez denilebilir. Geleceğin ontolojik bir varlığı olmadığı için o bir “şey” değildir. Dolayısıyla gelecek belirsizdir ve bu doğası gereği böyle olmak zorundadır. Yani “Allah(özne) geleceği(nesne) bilir” ifadesinin sektesi öznesel değil, nesnesel uyumsuzluktan ileri gelir. Bu da Tanrının bir gücünü azaltan ifade değil, nesnenin hatalı bildirilmesi hatasından kaynaklanır. Geleceğin bilinmesi ile çözümsüz kalan özgür irade sorunu fikrimizce bu şekilde temellendirilebilmektedir  ve Kuran ayetlerinde buna dair güçlü deliller bulunmaktadır. Bununla beraber geleneksel “kader” anlayışına mugayir bir sonuç ortaya çıkacaktır. Bunlara geçmeden evvel geleneksel Kaderci anlayışın söylemlerine yer verelim: Büyük İslam İlmihali’nde kader konusu için şu ifadeler geçer: “Herhangi bir şeyin muayyen bir şekilde meydana gelmesini Cenab-ı Hakk’ın ezelde dilemiş olmasına kader denir”(Bilmen, 2003, 67. madde). Yani olan biten her şeyin nasıl olduğu bilgisi ve henüz yok olan varlıkların nasıl olacağı bilgisi ezelde iken var olmuş olmaktadır. Bu da tam manasıyla fatalizm(kadercilik)dir. Ancak buna cevap olarak da Bilmen, 70. maddede “kaderin bilinmesi, mesuliyete mani değildir” der. Bunu da “Allah insan dilerse ve Allah da onay verirse insanı o şekilde yaratır” diyerek temellendirmeye çalışır. Burada “ilk bilginin hatalı olması” gibi bir çelişki vardır. Yani Allah yaratmadan evvel kulunun her zerresinin her hareketini bildiğine ve yazdığına göre onun bir otomat olmaktan başka çaresi kalmaz. Bunun dışında ayrıca “insan dilese bile, Allah’ın onayı ile yaratması” hadisesi insanın özgürleşmesinin önünü keser. Neticede geleneksel ilmihallerdeki kaderci anlayış “deterministik”tir. Bu açıdan özgür iradeyi temellendiremez. Dolayısıyla özgürlük yoksa, seçim de yoktur. Eskatolojik olarak(ahiret ile ilgili) cennetin ve cehennemin bir gereği kalmaz(Çınar, 2005, 173).
Kuran ayetlerinde “Allah’ın geleceği bilmesi” ile ilgili ayetler vardır. Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır’ın dikkat çektiği gibi Tevbe suresi 16. ayette “Em hasibtum(hesap mı ettiniz) en tutrekû(terk edileceğinizi) ve lemmâ(buna rağmen) ya’lemillâhullezîne(allah bilinceye) câhedû minkum(içinizden cihad edenler)” ifadesi vardır. Manası “Allah içinizden cihad edenleri bilinceye kadar terk edileceğinizi mi sandınız?” Bu ayette temel nokta “ya’lemillahu” ifadesidir. Allah’ın bilmesine kadarki süreç anlamı vardır ve meallerin birçoğunda hatalı tercüme edilmiştir. Ancak Arapça açısından bunun başka bir manası olamaz. Bazı meallerde “Allah ortaya çıkarıncaya kadar” manası verilmiştir. Ancak bu kelime “ya’lemu”(bilmek) ifadesine uymaz, “ortaya çıkarmak ile bilmek” farklıdır. Ayrıca Hadid suresi 25. ayette Allah için “li ya’leme” kelimesi kullanılır, yani “Allah müminleri bilsin diye” manası vardır. Ali imran 140. ayet de aynı şekildedir.
Bu şekilde kötülük probleminin ana noktası olan özgür irade meselesini temellendirmek ve “her şeyi bilme” sıfatından bir şey eksiltmemek mümkün görünmektedir. Kant’ın teodise eleştirilerinin “determinist bir evren” ile makul olduğunu ve Kuantum dünyasının bunu yalanladığını, diğer yazarların da Tanrı’nın bilgisi konusuna vurgu yaparak bunun çözülmediğini düşünmesinin “nesnesel uyumsuzluk” argümanıyla üstesinden gelinebildiğini savunmaktayız. Nitekim analizimize Kuran’dan örnekler verip gelenekselci fikirleri eleştirerek destek verdik. Şimdi ise “fiziksel kötülük” kavramını merkeze alacağız.


2. Mükemmellik, Kusur ve İlahi Adalet Uzlaşması

Dünyada gerçekleşen ve insan iradesinden ileri gelmeyen kötülükler olarak doğal afetler, savaşlar, sefalet veya evrendeki herhangi bozulma ya da düzensizlik bu argüman içinde zikredilir. Evrendeki kusur veya yapıların “mükemmel” olmaması, insanların ölmesine sebep olacak şekilde tasarlanmış olması bir Tanrısal iyilik veya Tanrısal adalete muhalif gösterilir. Bununla ilişkili olarak evrende bir “israf”ın da olduğu öne sürülmektedir(Stenger, 2011, 138). Stenger, bununla birlikte evrendeki kara enerji ve karacisimlerin çokluğu, diğer galaksilerin dünyaya ulaşılamayacak kadar uzak olması gibi argümanları kullanarak bunun israf olduğunu savunur. Onun çelişkili bulduğu bir şey de şudur: (1) evrenin yaşam için çok uygun bir halde olmasının Tanrı’yı göstermesi, (2) evrenin yaşam için uygunluktan o kadar uzak olması ki, doğal süreçlerle çıkmış olamaması. Stenger, bunu tersi durumlar için söylendiğinden çelişki olarak görür ve (1) evren çok uygunsa Tanrı’ya gerek yoktur, (2) evren çok uygunsuzsa Tanrı yaratmamıştır diye itiraz ederek kendi eleştirdiği çelişkiye kendisi düşmektedir(Stenger, 2011, 146). Çünkü evren tasarlanmış görünse, Tanrı olamaz, tasarlanmış görünmese de Tanrı olamaz diyerek eleştirdiği zıtlığı kendisi ika eder. Burada ayrıca bir nokta vardır ki, bu da tasarımcı ile tasarım kurallarını birbirine karıştırmaktır. Bir bilardo topunun hareketini Newton kanunları tarif edebilir, fakat o topu hareket ettiren şey bu kanunlar değil, bilardo oyuncusudur(Lennox, 2012, 88). Yani fail ve güç kanundan ayrı bir şeydir, “açıklamak” ile “betimlemek” farkı burada ortaya çıkar. Bir şeyin betimlemesini bilim yapmaktadır, ancak açıklaması o şeyin sebebinin bilinmesidir. Lennox, bunu izah için “Matilda Teyzenin Keki” örneğini verir: Matilda teyzenin keki nasıl yaptığı, muhtevasına ne koyduğu tipinde sorular, keki bilimin incelemesi ile cevaplanabilir. Ancak kekin niçin yapıldığı sorusunun cevabı Matilda teyzenin bildirmesi ile öğrenilebilir(Lennox, 2012, 55). Stenger bu konuda kanunları “niçin” kapsamında değerlendirmiş gözükmektedir.

Bunlara dayanılarak evrende önce düzen ve düzensizliğin Tanrı ile nasıl ilişkisi olabileceğini düşünmek gerekir. Stenger evrende bir düzeni kabul etmekle beraber bunun fazla olmadığını veya biraz düzen biraz da düzensizlik olduğunu ve bunun Tanrı ile çelişik bir durum olduğunu ifade eder(Stenger, 2011, 147). Düzenin sürekli olması gerektiğini ima eder gibi durmakla birlikte bunun da Tanrı’nın gereksizliğini gösterdiğini ifade etmesi bir totolojidir. Yani Stenger aslında Tanrı’nın olmayacağının birbirine zıt iki ihtimalde de olduğunu savunmuş ve bunu kendisi başkası yapınca eleştirmiştir. Bu ise yanlışlanamayacak bir durumdur, ancak Stenger’in kitabındaki esas argümanı Tanrı’nın bilimsel olarak incelenip yanlışlanabileceği minvalindedir(Stenger, 2011, 12).
William Paley’in “saat ustası” örneğinde belirttiği gibi bir makinenin tasarımının mükemmel olmasına gerek yoktur. Cevabı aranan soru, o makinenin tasarım amacına uygun olup olmadığıdır(Lennox, 2012, 110). Oysa ki, Stenger tam tersine insanların ömrünün daha uzun olabilecek iken daha kısa olmasını bile bir kusur olarak görmektedir(Stenger, 2011, 62). Ancak Stenger’in Tanrı hipotezine göre dinlerin Tanrıları ele alınıp sorgulanır ve onların kabulleri test edilir. Tanrı’nın amacı insanları sonsuza kadar yaşatmak olmadığı için, bu insanların bir hayat süresi olması ve kısıtlı olması kusur olarak adlandırılamaz. Dolayısıyla tenkit tamamen yanlış adrese getirilmiştir. Bununla birlikte evrendeki tüm bozukluklar ve sair düzensizliklerin sebebi “Tanrı gayesi” temelinde sorgulanmalıdır. Evrendeki düzensizliğin Tanrısal adalet ile ilişkisini düşünen ilk isimlerden birisi Anaksimandros(M.Ö. 611-545)’tur. O, evrende bir zıtlar mücadelesini esas alır ve her değişimi diğerine bir haksızlık olarak telakki eder. Kozmik dönüşümde sıcağın soğukla, hayatın ölümle, gecenin gündüzle değişimini bir hak ihlali sayar. Öte yandan Herakleitos(M.Ö. 540-480), zıtların bir arada bulunduğu görüşünü kabul etmiş ve bunları “adaletin ta kendisi” olarak görmüştür. Evrenin görünür karmaşasının altında yatan kozmik bir akıl(logos) olduğunu söyler ve değişimi kozmik bir yasa olarak sunar(Çakmak, 2005). Fragmanlarında, “savaş her şeyin babasıdır(53. fr.)“, “karşıt şeyler bir araya gelir ve en uzlaşmaz olanlardan en güzel uyum(harmonia) çıkar(8. fr.)” gibi ifadeleri vardır. Yani eğer evrendeki çatışmaların olmaması durumunda varlığın imkansızlığını vurgulamıştır ve buna Leibniz gibi William King de katılmıştır. Farabi de “Sudur Nazariyesi” ile bunu ifade eder(Kiriş, 2008, 89). Kısacası evrendeki düzensizlik gibi görünen hadiseler de düzenin bir parçasıdır çünkü tam da İlahi gayeye uygun olarak teşekkül etmektedir. Bu açıdan Kuran’da evrenin belli bir süre için yaratıldığı ve günün birinde yok olmak üzere programlandığı bildirilmektedir(Zelzele, 1-5; Naziyat, 34-36; Hakka, 13-15; Tekvir, 3-5; İnşikak, 1-2). Yani ölüme ve bir süre yaşamaya programlanan bir evren, insan ve hatta hücrelerin tasarımlarına uygun hareket etmesi kusursuzluk olarak tanımlanabilir. Çünkü kusur, esasında gayeye zıt olan bir hali ifade eder. Eğer ki, her şey kusursuz ve her yönden mükemmel olsaydı -ki bunun tanımında sorun vardır- o zaman herkes tanrı olurdu ve en galip olmaya çalışır ve varlığını koruyamazdı(Enbiya, 22; Çınar, 2005, 167).
Bir örnek olarak “çöp kutusu” çok sağlam, deliksiz, demirden, kalın malzemeden ve devasa boyutta olabilir. Bu onun mükemmel olduğunu göstermez, çünkü o, misalen yağmurda suyla dolar, kullanışsız olur ve sair nedenler vardır. Telefon klübesinde saldırıya uğrayan bir insanın elinde çakı olması ile “zülfikar” olması arasında fark vardır. Zülfikar gibi dev bir kılıç belki daha mükemmel görünebilir, ancak o klübede ancak çakı ile mücadele edilebilir. Bu da “gayeye uygunluk” prensibinin “mükemmellik” kavramının anlaşılmasındaki belirleyiciliğini gösterir. Tasarımın varlığını görmek insanın “tasarım olmayandan ayırt etme” imkanı ile mümkündür. Bu açıdan tasarlanan bir evrenin muhakkak tasarlanmayan kısımları da olmak durumundadır. Yani buna “tasarımı zıttıyla vurgulama” diyebiliriz. Buna göre Paley’in saati argümanını revize edip “Bozuk Saat Argümanı” ifadesinin daha faydalı olacağını düşünüyoruz. Çünkü bir insan etrafında sürekli saatler görse, bunların işleyen çarklarını müşahade etse, zamanla bu sıradan bir hale gelir ve onları önemsiz addedebilir. Bozuk bir saat gördüğünde ise aynı anda hem “bir saatin tasarımının kendi aklını aştığı” izlenimini, hem de “bozulmuş versiyonunun uyandırıcı etkisi ile saatin sonradan bu hale geldiği” intibasını kazanır. Yani fikrimizce eğer ki bir tasarımın varlığı gösterilmek istense idi, Leibniz’in dediği gibi “olabilecek en iyi evren” bu evren olurdu. Çünkü hem bir aklı aşan tasarımın oluşu, hem de bunun olmasaydı nasıl olacaktı sorusuna cevap bulmamız için gerekli malzememiz vardır. Yani her yerde mükemmel saatler görseydik, zaten kendiliğinden oluyor diyenler olabilirdi. Ancak hiçbir yerde saat görmeyişimiz ve gördüğümüz saatin bozuk halinin bile bizim yapamayacağımız bir tarzda olması, bize bunun bizim üstümüzde bir zekanın ürünü olduğu intibasını verir. Buna “Bozuk Saat Argümanı” diyebiliriz.
Mükemmellik kavramındaki algı yanlışlığını gösterdikten sonra, ek olarak “adalet” kavramına girmek istiyoruz. Dostoyevski’nin “yeryüzünde bir tane ağlayan çocuk varsa, Tanrı yoktur” şeklinde bir sözü olduğu söylenir. Bu düşünme şekli genel olarak “ağlayan çocuğa annenin büyük merhamet etmesi karşısında Tanrı’nın merhamet göstermemesi” tarzında izhar edilir. Annenin merhametinden az merhamet göstermek ile “sonsuz merhamet”, uyumsuz gösterilir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta “anne şefkati”nin aslında bir tür “kayırmacılık” olduğudur. Yani anne, çocuğunu hata etse de kayırır ve onu kayıtsız şartsız sevebilir. Bu yüzden onun acı çekmesine gönlü razı olamaz. Tanrı ise, adil olmak zorunda olduğu için suç işleyene ceza vermekte veya suçsuz da olsa imtihan veya deneme amacıyla ona acıyı onaylamaktadır. Merhamet kavramının “kayırmacılık” ile karıştırılmaması gerekir. Öte yandan insanın hayatı boyunca çektiği acı veya cehennemde çektiği acı karşılığında “sadece iman etme” talebi çoğu zaman denksizlik olarak düşünülür. Bununla birlikte “çok acı”nın hangi kritere göre çok olduğu ve “sadece iman” fiilinin hangi kritere göre “çok az bir şey” olduğu açık değildir ve birer önkabuldür. Yani “iman etme”nin pek az bir şey olduğu, anlamlılığının azlığından bahsedilemeyeceği gibi; sonsuz acı çekmenin veya dünyada acı çekmenin “fazla bir külfet” olma durumundan da bahsedilemez. Olan biten alışverişin değerlendirilmesi ve birbirine denk görülüp görülmemesi tamamen psikolojik bir kıymet biçme davranışıdır. Gerçekte “iman” ile “acı”nın birbirine denk olmadığını gösterecek bir cetvele sahip değiliz. Bu da bize ilahi adalete yöneltilen eleştirilerin “fiziksel kötülük” kapsamında olan kısmının boşa çıktığını telkin eder. Son olarak dünyadaki acının geçiciliği de vurgulanmalıdır. Zira misalen çocuk ve hayvanların elemleri ve çektikleri ahiretin tamamlayıcılığı ile dengelenebildiği düşünülebilir(Aydın, 2009, 26). Neticede ahiret faktörü hesapların tamamlanacağı ve acı çekenlerin veya hakkı yenenlerin hakkının fazlasıyla teslim edileceği bir tamamlayıcıdır. Bu da bize “dünyada çekilen sınırlı süre acı”nın göreceli olarak aslında anlamsız olduğunu ve abartıldığını göstermelidir. Çünkü 3 sn acı çekmeyle, 3 sene acı çekme arasında anlamlı bir farkın olduğu bir kritere göre iddia edilemez. Bu da sınırlı acı çekmenin bize “ahiret olduğu sürece” hesabı görülecek olan geçici ve anlamsız bir şey olduğunu gösterir. Böylece “fiziksel kötülük” kavramı altında aslında kusurlu görülen tasarımla ilgili yapıların elzem olduğunu ve olması gerektiğini göstermiş oluyoruz. Bununla birlikte dünyadaki acılar ahiretin tamamlayıcılığı ile önemsiz kalmaktadır.


Evrende israfın olduğu ve yıldızların veya insanın hayatı boyunca ulaşamayacağı galaksilerin neden yaratılması gerektiğinin(Stenger, 2011, 139) cevabı evrenin üzerine düşünmekle açıklanabilir. Misalen evrenin başlangıcında yıldızların, dünyadaki ağır elementlerin oluşması için görev aldığını düşünerek “yıldızların araçsallığı”nı düşünebiliriz. Bu açıdan yıldızlar gerekli olmuş olur. Ancak bütün kainatın insanlar için yaratılmış olduğu(Bakara, 29; Casiye, 13) düşünüldüğünde diğer milyarlarca yıldızın sebebi sorulabilir. Big Bang ile başlayan bir süreçte evren bir bütündür, aynı “bir elmasın hediye edilirken etrafında pek çok teferruat ile güvenliğinin sağlanması ve değerinin gösterilip vurgulanması gibi” dünya da bütün olan evrende bir mücevher gibi düşünülebilir. Öte yandan tasarımın zıttıyla vurgulanması bahsi burada da geçerlidir, evrenin tasarımlanmamış kısımları dünyanın seçilmişliğini vurgulayabilir. Her ne kadar uzayda başka canlıların varlığının olduğu ima edilse de, şimdiye kadarki gözlemlerin neticesi bunun gerçek bile olsa ne kadar az olması gerektiğini ortaya koymaktadır(Stenger, 2011, 126). Sadece bu bile, bir çokluğun içinde birliği, yani nadirliği gösterir. Bir başka sebep de, evrenin boş ve ücra köşeleri bile olsa, bunların “potansiyel hizmet” vermek üzere orada konuşlanmasıdır. Yani Andromeda galaksisi bizim bilim yapmamızı sağlamaya hizmet edebilir, 13.7 milyar ışık yılı ötedeki yıldızlar ise evrenin yaşının hesaplanmasında bize yol göstermiştir. En uzak yıldız bile bize kullanmasını bildiğimiz zaman hizmet ettiğine göre, evrende her varlık potansiyel olarak bir işe yarayabilmekte ve dolayısıyla kanaatimizce buna israf dememek gerekmektedir.


3. Sonuç

Yüzyıllardır büyük tartışmalara sebep olan özgür irade, ilahi adalet ve kötülük sorununun tatmin edici bir şekilde sonuca bağlanamamasının sebebi, dünyaya deterministik açıdan bakma hatasıdır. Bugün indeterminist bir evrende yaşadığımızı telkin eden son derece kabul görmüş ve birçok teknoloji üreterek, nobel ödüllerine konu olarak bilimsel yönünü ispat etmiş Kuantum Teorisi gibi bir desteğe sahibiz. Bu açıdan bilimsel paradigma değişiminin felsefi sahaya etkileri, kavramların daha iyi anlaşılabilmesini sağlamıştır. Biz de özgür iradenin ilahi bilgiyi kısıtlamadan geleceğin doğasıyla ilgili yaptığımız çıkarımlardan temellendirilebileceğini düşünerek kötülük sorununa yeni bir bakış getirmeye çalıştık. Mükemmellik ve evrendeki kusurları, onlara bir zorunluluk atfederek, tasarımın tasarım olduğunun fark edilmesindeki önemli bir faktör olması itibariyle izah etmeye çalıştık. Netice itibariyle “bozuk saat argümanı” ile tasarımı tekrar düşünmeyi önererek, teodisenin eskisi gibi zor savunulacak bir durumu olmadığını göstermeye çalıştık.



KAYNAKLAR:
1. Aliye Çınar, Leibniz’de Kötülük Problemi ve Teodise, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 1, 2005.
2. Caner Taslaman, Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı, İstanbul Yayınevi, 2008.
3. Cengiz Çakmak, Fragmanlar, Herakleitos, Kabalcı Yayınları, 2005. 
4. John C. Lennox, Aramızda Kalsın: Tanrı Var, Çeviren: Reşit Şahin, Sare Levin Atalay, Ufuk Yayınları, 2012.
5. M. Kazım Arıcan, Kant’ın Kötülük Anlayışı ve Teodise Eleştirisi, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Dergisi, Cilt: x/2, 2006. 
6. Nurten Kiriş, Tarihsel Olarak Kötülük Problemi ve Çözüm Olarak Teodise, Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe Bölümü Dergisi, Sayı: 5, 2008. 
7. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, İstanbul, 2003. 
8. Victor J. Stenger, Başarısız Hipotez: Tanrı, Çeviren: Algan Sezgintüredi, Aylak Kitap, 2011.
9. Hüseyin Aydın, İlahi Adalet Açısından Çocuk ve Hayvan Elemleri Meselesi, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 14:2, 2009. 
10. Kuran-ı Kerim

Mucize Tabiat kanunun ihlali midir ? David Hume' un Mirası Tabiatı Bozmak





İlk başta mucizeler ve tabiatüstü olaylar arasında ciddi bir fark olduğunu açıklığa kavuşturmak gerekir.

mucizeler tabiatüstü olaylardır fakat bütün tabiat üstü olaylar tam anlamıyla mucize değillerdir , örneğin bizatihi evrenin ve kanunlarının kökeni tabiatüstü olsalar da mucizeler sınıfına girmezler çünkü mucizeler eşyanın bildik normal seyrine uygun olmayan istisnai olaylardır . Dolayısıyla onlardan önce eşyanın takip ettiği normal bir seyrin var olması gerekir evrenin yaratılışı ve onunla beraber ortaya çıkan kanunların kendileri ise ellison normal seyrini oluşturdukları için nadiren bu tarz istisnalar arasına dahil edirler .

Bilimin , mucizelerin imkansız olduğunu gösterdiğine dair hakim kanaatin oluşmasında en etkili sözlerin genellikle aydınlanma filozofu İskoç David Hume a ait olduğu düşünülür Hume septik bir natüralist filozoftu , meşhur makalesi de ( an anquiry concerning human understanding de ) ( insan zihni üzerine bir araştırma ) şöyle yazar "mucize tabiat kanunlarının ihlalidir ; sağlam ve değiştirilmez
Bir deneyim bu kaNunları oluşturduğı için , mucize aleyhine bir delil doğası gereği deneyimle elde edilen herhangi bir argüman kadar geçerlidir ." (1)

TABİATIN TEK BİÇİMLİ OLDUĞU ARGÜMANI VE HUME UN KENDİSİYLE ÇELİŞEN POZİSYONU

Hume mucizeleri inkar eder çünkü mucize tabiatın sabit kanunlarına ters düşer. fakat başka bir yerde tabiatın dweğişmezliğini de inkar eder .çünkü binlerce yıldır güneşin sabahları doğması onun yarında aynı şekilde doğacağından emin olabileceğimiz anlamına gelmez . eski deneylere dayanarak geleceği tahmin edemesiniz der Hume (2) şayet bu doğruysa tam oalrak ne ifade ettiğine bir bakalım . Hume 'un bütün dünya tarihi boyunca şimdiye kadar şimdiye kadar  hiçbir ölünün mezarından kalkmadığı konusunda doğru söylediğini varsayalım ; o zaman Hume ün argümanına dayanrak ölü bir adamın dirilmeyeceğinden  emin olamayız . Eğer böyle ise , kimse mucizelerin olmadığını iddia edemez . Peki şimdi Hume 'un Tabiat kanunları ve tabiatın tek biçimli olduğu konusunda ısrarcı tavırlarına ne oldu ? böylece kendi mantığı dahi mucizelerin  mümkün olmadığı iddiasının temlellerini çürütmüş oluyor. 

Aynı argüman  gelecek için olduğu gibi aynı şekilde zamanda geriye doğru gittikce de geçerli olmalıdır. Örneğğin geçen bin yıl boyunca bir ölünün dirildiğini görülmediği gerçeği ondan önce de böyle birleyin olmadığını garanti etmez bunu aydınlatabilmek için şu örneği verebiliriz geçen üçyüzyıl boyunca yapılan gözlemler istikrarlı bir şekilde İngiltere Krallarının boynunun vurulmadığını göstermiştir eğer bunu biliyorsanız Kral 1. Charles in  boynunun vurlduğu iddiasıyla karşılaşırsınız buna inanmak istemeyebilirsiniz çünkü bu tek olay değişmeyen geçmişe ters düşmektedir . ama Yanılırsınız ! çünkü o gerçekten  İdam edilmişti de ,değişmezlik ayrı mutlak değişmezlik ayrı şeylerdir.

Sonuç olarak Hume un mucizeler Hakkındaki Görüşünün ciddi bir kusurla

Malul oluşunun 2 ana sebebi vardır :  1 - kendisi ,tabiatın değişmezliğini tespit edilemeyeceğini  iddia ettiği için , onun  mucizeleri çürütmek için kullanamz .

2- zorunlu nedenselliği inkar ettiği için ; tabiatın mucizeleri imkansız hale getiren zorunlu nedensellik ilişkisini bünyesinde bulunduran Kanunlarla tarif edilemesini kabul edemz .

Hume   konusunda dünya çapında  bir uzman  ve eski bir ateist olan Antony Flew , meşhur kitabının Hume'la ilhgili " yeni yeni farkettiği gerçekler ışığında" baştan yazılması gerektiğini itiraf ederek onun hakındaki görüşleri radikal bir şekilde değiştirmişti. Flew'a göre:''Hume'un ardından gelen nesiller ' çok zayıf olan nedensellik ve tabiyat kannuları ne de sebep-sonuç ilişkisini kabul etmek  için geçerli  bir temelleri yoktu...Hume'un  sebep sonuç ilişkisinin hakkındaki şüpeci tutumlu ve dış dünyaya agnostik yaklaşımı o çalışmalarını bıraktıktan sonra göz arde edildi."(3) hiç kuskusuz öyle,ama ne ilginçtir ki Christopher Hitchens gibi yazarlar hala,Hume,un"bu konuda son sözü"söylediğini düşünürler.(4)Hitchens ne de olsa bilim adamı değil ve bilmemesi mazur görülebilir;ama Dawkins'in böyle bir mazereti olamaz.




Argüman 1:
genel olarak mucizelere inanmak ve özellkikle Kutsal Kitaptaki mucizelere inanmak,ilkel ve bilim öncesi kültürel ortaya çıkmıştır  bu bir kültürde  insanlar kültürde tabit kanunlarında bihaberdi ve mucize hikayelerine inanmaya meililerdi .Hume da bu görüşü mucizilerde ilgili anlatımlarla,"cahil ve barbar kavimler arasında çok fazla görülür "(5) diyerek detekler.Fakat ilk bakışta  bu izah makul gibi görünsede  mesela Kitabı mukkades teki mucizelerdeki uyguladıklarında saçma hale gelir.Biraz düşünersek şunu görürüz:  bir olayı mucize olarak kabul ettiğimiz için bir düzenlilik algısı olması gerekir ki  o olay bu algıyla  göre olağındışı sayısının .Eğer neyin normal olduğunu bilmiyorsanız bir şeyi anormal olarak algılayamasınız .

Argüman 2:
şimdi artık tabiat kanunlarını biliyoruz ve bu yüzden  mucizelere inanmak imkansız. (!)
Mucizelerin tabiat kanunlarının ihlali olduğu argümanında başka yanılgı daha vardır ; bunu
C.S Lewis şu analoji ile açıklamıştır . (6) ;"Eğer bu hafta masamdaki çekmeceye 1000 dolar koysam ,ertesi hafta ona 2.000 ondan sonraki hafta da 1000 dolar daha koysam aritmetik kanunlarına göre  bir dahaki sefer  çekmecemi açtığımda 4000 dolar bulacağımı tahmin edebilirim  .Ama ben bir dahaki sefer çekmeceyi açtığımda sadece 1000 dolar buldum diyelim bundan ne anlarım ?
Aeirtmetik kanunlarının ihmal edildiğini mi ?Elbette Hayır . Bir Hırsızıneyalet kanunlarını çiğnediğini  ve 3000 doları çekmecemden çaldığını düşünürüm .Dahası  aritmetik kanunlarının böyle bir hırsızın varlığına ya da aritmetik kanunlarının böyle bir hırsızın varlığına ya da onun parayı çaldığına inanmamızı imkansız kıldığını iddia etmek saçma gelir . Tam tersine o hırsızın ve fiilin
Varlığını ortaya koyan , Zaten o kanunlarının normaldeki işleyişidir .

Bu örnek bizim kanun kelimesini  bilimsel anlamda kullanmayla hukuki  anlamda kullanmanın
aynı olmadığını görmemizi de saülar çünkü (hukuki anlamda ) genelde kanunun insan fiillerini kısıtladığını düşünürüz . ama aritmetik kanunların bizim hikayemizdeki  hırsızı kısıtlaması ya da  ona baskı yapması hiç de mantıklı değildir .

Bu nedenle Hume a katılarak mucizelerin Tabiat kanunlarını bozduğunu söylemek hatalı ve yanıltıcıdır .Bir kez daha C.S Lewis bize çok yardımcı olacak bir açıklama yapıyor ; " Eğer Tanrı bir maddeyi yaratır ya bütünlüğünü bozar  ya da yönünü değiştirirse o anda yeni bir koşul yaratmıştır.  bütün tabiat bu yeni koşullara ayak uydurur ve kendi ortamında onu kabul eder ve diğer bütün olaylar da ona göre ayarlanırlar .Tabiat kendini bütün kanunlara uydurabilir. (7)

Eğer Evreni yaratan bir Tanrı varsa  ( tüm delillerin götürüp ortaya çıkan tek sonuç budur )
o zaman onun özel şeyler yapabileceğine  inanmak elbette zor değil .




Kaynakça :

1 - an anquiry concerning human understanding s 76

2 - an anquiry concerning human understanding s 15

3 - There is a god new york Harper one  s57 ,58

4 - God is not great , Lndra s 141

5 - age s79

6 - C.S Lewis Miracles  s 62

7 - C.S Lewis Miracles  s 62

Kelam Kozmolojik Argümanı (Kısaltılmış)-W.L.Craig

Önuyarı  : Bu yazı  Şahsıma Aitt değildir . Yazı William Lane Craig'in Makalesinin Kısaltılmış versiyonudur .  (http://www.reasonablefaith.org/turkish/bueyuek-patlama-ve-oetesi)

Bu argüman doğu kökenlidir . Söz  Hadis söz demektir Zamanla Hudus  oalrak değişmişdir .Batıya da Kelam kalam oalrak aktarılmıştır .

 
Gelişimine yaptıkları katkıları takdir etme adına "Kelam kozmolojik argümanı" diye tesmiye etmiş olduğum argümanın temel formu basittir:

    1- Varlığının başlangıcı olan her şeyin bir nedeni vardır.
    2- Alemin varlığının bir başlangıcı vardır.
    3- Dolayısıyla, alemin bir nedeni vardır.

Evrenin bir sebebinin olmasının ne demek olduğunun kavramsal bir analizi, şu halde, bu varlığın teolojik açıdan önemli özelliklerinin bazılarını tesbit etmeyi amaçlamaktadır.

Birkaç yüzyıl boyunca gözden düştükten sonra, bu argüman son yıllarda zaman ve mekanın bir başlangıcı olduğu düşüncesi lehine kuşkusuz çağdaş astro-fiziksel kozmolojinin şaşırtıcı empirik kanıtının tahrik ettiği bir ilgi patlaması yaşamaktadır. Bu argüman dikkatli bir incelemeyi hak ediyor.

BAŞLANGICI OLAN HER ŞEYİN BİR NEDENİ VARDIR

Öncül 1, açıkça doğru gözüküyor—en azından, onun olumsuzlanmasından daha doğru. Her şeyden önce, onun [öncül 1] temeli, bir şey yokluktan varlığa çıkmaz şeklindeki metafiziksel sezgiye dayalıdır. Şeylerin, nedensiz bir şekilde yokluktan varlığa çıkabileceğini ileri sürmek, ciddi metafizik yapmayı bırakmak ve sihre başvurmak demektir. İkinci olarak, eğer gerçekten eşya nedensiz bir şekilde varlığa çıkabilirse, o zaman neden her hangi bir şeyin veya her şeyin nedensiz olarak yokluktan varlığa çıkmadığı açıklanamaz hale gelir. Son olarak, ilk öncül, bizim tecrübemizle sürekli olarak teyid edilmektedir. Dolayısıyla, teist olmayan bilimsel tabiatçılar, onu kabul etmek için en güçlü motivasyona sahiptirler.

EVRENİN BAŞLANGICI  VARDIR .

1929'da Amerikalı astronom Edwin Hubble, uzak galaksilerden gelen ışığın sistematik bir şekilde spektrumun kırmızı sınırına kaydığını ortaya koydu. Bu kırmızıya kayma olayı, ışık kaynağının görüş hattında uzaklaştığını (geriye çekildiğini) gösteren bir Doppler etkisi olarak kabul edildi. İnanılmaz bir şekilde, Hubble'ın keşfettiği şey, Einstein'in Genel İzafiyet Teorisine dayalı olarak Friedman ve Lemaitre tarafından öngörülen evrenin genişlemesiydi. Bu, bilim tarihinde hakiki bir dönüm noktasıydı. "Bilimin yüzyıllardır yaptığı bütün büyük öngörüler arasında," hayretini ifade ediyor John Wheeler, "öngören ve doğru bir şekilde öngören, ve evrenin genişlemesi kadar fevkalade bir fenomeni bütün beklentilere karşın öngören bundan daha büyük bir öngörü var mıydı?(1)

Önceleri, evrenin mutlak başlangıcından kaçınmaya odaklanmış teorisyenler, daima Planck Zamanı'ndan önceki dilime sığınabilirlerdi, ki [Planck Zamanı], o kadar yetersiz anlaşılmıştır ki bir yorumcu onu kadim haritacıların haritalarında "Burada ejderhalar bulunur" diye işaretlenen bölgelerle mukayese etmiştiryani her türlü hayali yaratıklarla doldurulabilecek bir yerle. Fakat Borde-Guth-Vilenkin teoremi, Planck Zamanından önceki evrenin belli bir fiziksel tasvirine dayanmamakta, bunun yerine bizim o çağla ilgili kesinsizliğimize bakılmaksızın geçerli olacak yanıltıcı derecede basit fiziksel muhakemeye dayanmaktadır. Vilenkin, söyleyeceklerinden geri durmuyor: "Denir ki bir argüman makul bir insanı ikna eden şey, bir delil/kanıt ise makul olmayan birini bile ikna etmek için gereken şeydir. Ortaya konan kanıtla, kozmolojistler artık ezeli bir evrenin imkanının ardına saklanamazlar. Kaçış yok, onlar bir kozmik başlangıç problemiyle yüzleşmek zorundadırlar."2

Borde-Guth-Vilenkin teoremi şimdi kozmolojistler tarafından yaygın olarak kullanılmaktadır. Sonuç olarak, evrenin başlangıcını bertaraf eden teorisyenler o teoremin tek varsayımını inkar etmeye mecburdurlar: evrenin tarihi, kozmik genişleme tarihidir. Bu ise şu zanları içeren spekülatif evren modellerine yol açmıştır: Big Bang öncesinde ezeli geçmişten beri sonsuz daralma, veya sonsuz geçmişte var olan ve kendisinden evrenin ortaya çıktığı statik bir hal, veya gözlemlenen genişleme öncesindeki sonsuz salınımlar dizisi, veya hatta bizzat zamanın yapıçözümü (dekonstrüksiyon). Bütün bu zanlar/yorumlar hem gözlemsel olarak hem de teorik olarak görünürde aşılmaz zorluklarla karşılaşmaktadır.3 Bu sebeple, şu ana kadar hiçbir makul teori, standard modelce öngörülen başlangıcı bertaraf etmeyi başaramamıştır.

EVRENİN NEDENİ VARDIR

Argümanımızın ima etiği sonucun kavramsal bir analizine dayanarak alemin, nedensiz, başlangıçsız, değişmez, gayr-i maddi, zamansız, mekansız ve hayal edilemez derecede kudretli olan kişisel bir Yaratıcısının var olduğunu çıkarsayabiliriz. Bu, Thomas Aquinas'ın söylemeyi adet edindiği gibi, herkesin "Tanrı" derken kastettiği şeydir.

Geçmişin sonlu oluşuna dair argümanımıza dayalı olarak, baştaki argümanımızın ikinci öncülünü alemin başlangıcı vardır— onaylamak için iyi bir temele sahibiz. İlk öncülden yani, başlangıcı olan her şeyin bir sebebi vardır— ve ikinci öncülden, mantıkan evrenin bir sebebi vardır sonucu çıkmaktadır. Bu sonuç afallatıcıdır, zira bu, alemin, kendisinden daha büyük ve kendisinin ötesinde olan bir şey tarafından varlığa çıkarıldığı anlamına gelmektedir.

William Lane Craig .




www.facebook.com/BilimModern


Kaynakça
 1  John A. Wheeler, "Beyond the Hole," Some Strangeness in the Proportion, ed. Harry Woolf (Reading, Mass.: Addison-Wesley, 1980) içinde, s. 354.

2  Tartışma için bkz. William Lane Craig and James Sinclair, "The Kalam Cosmological Argument," Blackwell Companion to Natural Theology, ed. Wm. L. Craig and J. P. Moreland (Oxford: Blackwell,
2009) içinde.

 3 Vilenkin, Many Worlds in One, s. 176.

Hassas Ayar Argümanı (Fıne Tunning Argument )







Argümanımızın Temel Öncülleri Şunlardır :

Öncül 1. İnce-ayarın varlığı, teizm altında ihtimal-dışı değildir.


Öncül 2. İnce-ayarın varlığı, ateistik tek-evren hipotezi altında çok ihtimal-
dışıdır.13

Sonuç: Öncül (1) ve (2) ve öncelikli onaylama ilkesinden, ince-ayar verilerinin,
ateistik tek-evren hipotezinden çok tasarım hipotezi lehine güçlü kanıt
sağladığı sonucu çıkar.



Öncelikle " ^ " İfadesinin küçük bir tanımını yapmam gerekiyor .Bu Uzun sayıları kısaltmak için kullanılan bir ifadedir. örneğin 100000000000 = 10^9 dur . mesela  10^9 da bir ihtimal demek
Trilyonda bir ihtimala denk gelir .Sayı daha da uzayabilir.

"...inceleyeceğimiz Hassas Ayar,Hayatın oluşmasına imkan tanıyacak derece  dengelenmiş öyle bir evren ortaya çıkarmaktadır ki, Böyle bir evren ,grafit noktası üzerine dikey olarak duran keskin bir şekilde açılmış Kurşun Kaleme benzer."[1]

Bu hassas sabiteler hem Evrenin Başlangıcındaki Doğa Sabitelerinde
Hem de Bizzatihi Yasaların kendisinde Mevcut şekilde Karşımıza Çıkıyor .

Bu Hassas Düzeni örneklerle İnceleyelim ;

"Eğer Güçlü Nükleer Kuvvetin ElektroMagnetik kuvvete oranında(evrenin başlangıcında) 10^16 / 1 kadar küçük bir farklılaşma olsaydı hiçbiryıldız oluşamazdı.Aynı şekilde Elektromagnetik Kuvvet sabitesinin,Çekim kuvveti sabitine oranı da benzer bir hassas denge içinde olmalıdır.
Orandaki 10^40 da bir mini minnacık bir artış sadece büyük yıldızların var olmasına olanak verecekti. Evrende küçük ve büyük yıldızlar Birlikte bulunmak zorundadır,çünkü büyük olanlar kendi termonükleerFırınlarında element üretirken ,sadece küçük olanlar bir gezegende hayatın devam edebilmesi için yeterince uzun süre yanabilirler. " [2]

"Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton ve elektronun kütleleri mevcut şekilde olmalıdır. Eğer protonun kütlesinin elektronun kütlesine oranı 1836/1 oranında olmasaydı, canlılığı mümkün kılan uzun moleküller oluşamazdı. " [3]

"  Bizler insan tasarımı aletlerin tespit edebileceğinden çok daha hassas bir alemde yaşıyoruz.Gene de Kainat Çarşısında hala bizi bekleyen çarpıcı süprizler var.Eğer Planck süresi içinde (Evrenin Başlangıcından sadece 10^-43 saniye sonra) genişleme ve çökme kuvvetlerinin oranında 10^55 'te bir kadar küçük bir farklılaşma olsaydı ya genişleme çok hızlı olacak ve evrende galaksiler oluşmayacaktı, ya da daha yavaş genişleme yüzünden sonunda çok hızlı bir çöküş vuku bulacaktı." [4]

Genel Olarak akıllara takılan bir kaç sorudan biri de Şu olur .Ya sonsuz kere denenmişse bu ihtimaller ve denk gelmiş ise O zamana hassas bir ayardan nasıl bahsedebiliriz ?

Örneğin Planck Süresinin Sabitesini alalım bu Sabitedeki 10^55 ' de 1  farklılık yaşamı olanaksız kılmakla beraber eğer bir Kez yanlış değer seçilseydi evren ya içine kapanarak çökecek yada aşırı hızlanma sonucunda Galaxiler savrurulup canlılık olmayacaktı Ve Olayın püf yeri debu sabite bir kez yanlış oldumu bunu tekrar deneyebilme gibi bir şansımız yok çünkü Evren kapandımı veya Dağıldımı bu patlamayı tekrarlayabilece hiçbir mekanizma yok .

Stephen Hawking :
Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki, Big Bang'ten sonraki birinci saniyede bu oran eğer yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi. [5]

Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkanı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kuvadrilyonundan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer... Üstelik, evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır [6]
evrenin patlama hızı inanılmayacak kadar hassas bir kesinlikle belirlenmiştir. Bu nedenle Big Bang herhangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşumdur.[7]


Hugh Ross bu muhteşem hassas ayarı sayıları ile aktarır  :
"Çekim  Kuvvetinin Elektro magnetik kuvvete oranı  10^40 / 1 bile değişseydi yıldızların oluşumundaki olumsuzluklardan dolayı canlılık oluşamayacakdı . " [ 8 ]


Caner Taslaman :
 Zayıf nükleer kuvvet, güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvet ve yerçekimi kuvvetinin belli hassas ayarlamalar gözetilerek yaratılmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre uygun şekilde de yaratılmaları gerekmektedir. Bu hem galaksilerin ve yıldızların hem de tüm canlıların var olabilmesi için gerekli çok hassas bir dengedir. Bu hassas dengeye şöyle bir örnek verilebilir: Çekim kuvvetinin elektromanyetik kuvvete oranı sırf 1040’da 1 oranında bile değişseydi, yıldızların oluşumundaki olumsuzluklar canlılığın oluşumuna izin vermeyecek seviyede olurdu.

Evrende mevcut olan bu hassas ayarların hepsinin birden gerçekleşmesiyle ancak canlılığın mümkün olduğuna dikkat edilmelidir. Olasılık hesapları açısından, bu tip durumlarda, bütün olasılıkların çarpımının, amacın gerçekleşmesinin olasılığını verdiğini unutmamalıyız. Örneğin S sonucunun gerçekleşmesi ilk olarak milyarda bir, ikinci olarak katrilyonda bir, üçüncü olarak trilyonda bir olasılıklarının hepsinin gerçekleşmesine bağlıysa; S’nin gerçekleşme olasılığı milyar x katrilyon x trilyon’da 1’dir.

Bunlar da göstermektedir ki modern bilimle son dönemde ortaya çıkan veriler, tarih boyunca tasarım delili ile ortaya konan anlayışla uyumludur. Canlılığın varlığı, birkaç olasılıktan birine bağlı basit bir olasılıkla ifade edilmez; canlılığın varlığı için gerekli çok basit bir ön şart, örneğin sırf 10. maddedeki şart bile 1040 ’da 1 olasılığa denk gelmektedir ki, bu olasılık trilyon x trilyon x milyar x on milyon’da 1 demektir.
Bu veriler evrende sıradan bir düzen değil, olağanüstü bir düzen olduğunu gösterir. Doğa yasalarının tasarımı derken, sadece bu yasalardaki ve maddedeki özelliklerin hassas ayarları anlaşılmamalıdır; bu yasaların ve maddedeki özelliklerin bizatihi kendileri de tasarımı gösterir. Sadece protonun kültesinin elektronun kütlesine oranı değil, protonun ve elektronun varlıkları da tasarımı gösterir; çekim kuvvetinin elektromanyetik kuvvete oranının yanında çekim kuvvetinin ve elektromanyetik kuvvetin varlıkları da tasarımı gösterir. Bu yasalardan ve maddedeki özelliklerden birinin bile olmaması durumunda canlılık oluşamazdı. Örneğin entropi yasası bu şekilde olmasa, nefes almamıza sebep olan havadaki moleküllerin dağılımı nefes alınmasını olanaklı kılacak şekilde gerçekleşmeyecek ve havasızlıktan ölecektik. O zaman şu 10 maddede verilen örnekler gibi doğa yasaları ve maddenin özellikleri de tasarımı gösterir [9]

Ve insan kozmolojiyi araştırdıkça, inanılmazlık giderek daha belirgin hale gelir. Evrenin başlangıcı hakkındaki son bulgular, genişlemekte olan evrenin, hayranlık uyandırıcı bir hassasiyetle düzenlenmiş olduğunu ortaya koymaktadır.[10]

Prof. Roger Penrose,Teorik Fizik ve  Matematikçi :

"Demek istediğim şudur ki evrenin bir amacı vardır. Orada öyle, bir şekilde şans eseri var olmamıştır". Penrose Tüm hassas sabitlerin Rastgelelikle Oluşbilme İhtimalini 10^10^123 de bir oalrak bulmuştur. Matematikden pek fazla anlamayan arkadaşlar için Bu sayı bir şey ifade etmeyebilir ancak Bu sayı matematik Tarihi Boyunca Ortaya çıkan en devasa sayı .(11)




www.facebook.com/BilimModern
Kaynakça :

1.  Dean L.OVERMAN ,düzen ,sf.132

2.  God New Physics ,Londra J.M dentandsons ,1983

3.  Caner Taslaman ,Evrenden Allaha  kitabından .. .

4.  John Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var sf.97

5. Stephen Hawking, A Brief History Of Time, Bantam Press, London: 1988, s. 121-125

6. Hugh Ross, The Creator and the Cosmos, s. 122-23

7. Paul Davies, Superforce: The Search for a Grand Unified Theory of Nature, 1984, s. 184

8. the creator and cosmos , newpres colorado , 1993

9. Caner Taslaman Evrenden Allaha Adlı kitabından .

10.  Michael Denton, Nature’s Destiny:How The Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe, The New York: The Free Press,1998, s.12-13


11. Roger Penrose, The Emperor's New Mind, 1989; Michael Denton, Nature's Destiny, The New York: The Free Press, 1998, s. 9