Hiçlikten Evren ( Lawrence Krauss )






Evren hiç yoktan (kendiliğinden) var olabilir mi ?

Fizikçi Lawrence Krauss'a göre olabilir. Lawrence Krauss ''hiç yoktan bir evren'' isimli kitabında evrenin yokluktan kendiliğinden çıkabildiğini ve dolayısıyla ''neden hiçbir şey değil de bir şeyler var?'' sorusunu cevapladığını iddia ediyor/düşünüyor. Hiç yoktan evren oluşabilceğini söyleyen belgeseller de vardır. Gerek bu kitaplar olsun gerek bu belgeseller olsun Ateistler tarafından adeta ''bak Allaha filan ihtiyaç yok, evren kendiliğinden oluşabiliyor'' diye öne sürülmektedir. Peki halkımızın kandırıldığını bilmeye hakkı yok mu?

Gelin bu asılsız iddiaları beraber değerlendirelim. Hiç yoktan evren iddiaları tamamen çarpıtmadır ve bu iddiaların aslı yoktur. Öncelikle ''yokluk'' diye bir şey bile tespit edilememiştir. Yokluk bile yokken nasıl oluyor da yokluktan evren çıkabiliyor diye sorarak başlayabiliriz.

Krauss'un yokluk ile kast ettiği ''kuantum vakum'' diye adlandırdığımız ''boş'' havadır. Krauss burda aslında var olan bir şeye yolkluk atfederek bir ''Cinaslı Safsatası'' (Fallacy of Equivocation) diye adlandırılan bir mantık hatasına imza atıyor. Yokluğun veya hiçliğin anlamı sabit olmasına rağmen yeni bir hiçlik tanımı üreterek kendisini haklı çıkarmaya çalışıyor.

Krauss'un kast ettiği şey hem felsefi açıdan hem de bilimsel açıdan yokluk değildir. Felsefi açıdan yokluk hiç ama hiçbir şeyin olmaması, bir başka değişle ''varlığın yokluğudur''. Aristo yokluğun tanımını şu şekilde yapmıştır: ''Yokluk kayaların hayal ettiği şeydir''.

Bilimsel açıdan bir şeyin yokluk olabilmesi için söz konusu şeyin hiçbir özelliği bulunmamalıdır. Halbuki Krauss'un yokluk diye iddia ettiği kuantum vakum'un birçok deneysel/yanlışlanabilir özellikleri vardır. Kuantum vakum'un enerjisi vardır, dalgalanmaları vardır, ölçebileceğimiz özellikleri vardır. Durum böyleyken nasıl bu şeye yokluk diyebiliriz ki ?

Bunun ne kadar şaçma bir fikir olduğunu başka bir örnek üzerinden gösterebiliriz. Bildiğiniz gibi buz ve su tamamen aynı maddedir. Buz suyun donmuş halidir. Buzu erittiğimizde su elde ediyoruz. Şimdi biz eritilmiş buzdan çıkan su için ''bu su yoktan oluştu'' dersek bu saçma olmaz mı ? Krauss'un da yaptığı aynen budur.

Krauss'un bu söylemleri akademik camiada da çok eleştiri almıştır. Başta Alexander Vilenkin olmak üzere birçok kozmolog/fizikçi krauss'un hiçlik diye tanıttığı şeyin hiçlik olmadığını söylemişlerdir. İsteyenler bunu Vilenkinin kendi ağzından dinleyebilirler: http://www.youtube.com/watch?v=A7I3uM-kMPI

Şimdi işin daha da vahim kısmına geçelim. Yokluktan evren oluşmasını bırakın, kuantum vakumdan evren oluşması düşüncesi de bilimsel olarak kanıtlanmış bir teori değildir. Kuantum vakumdan evrenin meydana çıkması son derece spekülatif bir teoridir ve hiçbir kanıtı yoktur. Bunu dünyan'ın önden gelen kozmologlarından biri olan George Ellis'in ağzından dinleyebilirsiniz: http://www.youtube.com/watch?v=tq8-eLGpEHc (43:13. -48:00. dakika arası)

Krauss haklı olsaydı bile sorun yine çözülmezdi çünkü bu sefer ''kuantum vakumdan evreni çıkartan yasalar nerden geliyor?'' sorusu doğardı ve ''neden hiçbir şey değil de bir şeyler vardır?'' sorusu yine cevapsız kalırdı.

İşin ironik kısmı, kutsal metinlerde geçen geçmiş kavimlere verilen mucizelere gülenler, hiçlikten çıkan bir evrene inanmaktadırlar.

Bilincin Materyalist Açıklaması Ne Kadar Başarılıdır?



Eğer natüralist-materyalist felsefenin kabul ettiği metodolojinin uygulanması ile karşımıza çıkan tabloda, zihnin bütün gizemleri açıklanabilseydi, herhalde çok az kimsenin insan zihninin bir tek maddi cevherden oluştuğuna dair kuşkusu kalacaktı. İnsan zihninin materyalist-natüralist paradigma içerisinde açıklanamayan en önemli özelliği bilinçtir. Zihni materyalist anlayış ile açıklamaya çalışan  düşünürlerin önde gelen isimlerden biri olan Francis Crick bile “Bilinç öyle bir konu ki sorunun ne olduğu üzerinde bile ortak görüş yok” demektedir. Zihnimizdeki kırmızıyı görme deneyimi gözümüze ışığın gelmesinden ve sinirlerin bunu beyne iletmesinden, gıdıklanma deneyimimiz derimize temastan ve sinirlerin beyne bunu iletmesinden, sıkıntı ve mutluluk deneyimlerimiz buna sebep olan dışsal sebep ve düşüncelerden tamamen farklıdır. İşte bu kırmızıyı görme ve gıdıklanma bilincinin, maddeye indirgenmesine; moleküllerin hareket veya nöronların fonksiyonlarıyla açıklanmasına olanak yoktur. Bilincin maddeye indirgenmesindeki imkansızlık materyalizm için en önemli problemdir. Bu problem yüzünden bazı materyalistler bilincin varlığını inkar etme yoluna gitmişlerdir. Materyalizmin bu en uç formuna eleyici materyalizm (eliminative materialism) denir. Bilincin indirgenemezliği insan zihninin en önemli özelliği olan bilincin, materyalist bir açıklamasının yapılamaması ve burada bir boşluğun bulunması demektir. Bu boşluğun dualist yaklaşımla doldurulabileceği endişesi eleyici materyalizmin en önemli çıkış sebebidir.


Searle, eleyici materyalizmin akla ve sağduyuya en aykırı yaklaşım olduğu kanaatindedir. O, zihinsel fenomenlerin esasta bilinçle bağlantılı olduğunu ve bilincin de öznel olduğunu; bunun sonucunda zihinsel olanın ontolojisinin ‘birinci şahıs ontolojisi’ olarak değerlendirilmesi gerektiğini söyler.[33] Bundan çıkan sonuç, hiç kimsenin bilincinin nesnel bir gözlemin konusu olamayacağıdır. Oysa geniş kabul gören bilim metodolojisine göre bilim nesneldir; olgular üçüncü şahısların gözlemine açıktır. Eğer ‘bilince’ bu metodoloji ile yaklaşırsak; bilinci, ya eleyici materyalistler gibi tamamen yok kabul eden ya da davranışçılar gibi sadece bireylerin dıştan gözüken davranışlarıyla ilgilenip, bilinci işin içine hiç katmayan yaklaşımları benimsemek durumunda kalırız ki tüm bu durumlarda zihnin en önemli özelliği olan ‘bilinç’ açıklanmamış ve sağduyuya aykırı bir şekilde yok sayılmış olur. Searle bu konuda şöyle demektedir:


“Çağdaş gerçeklik modelimiz ile gerçeklik ve gözlem arasındaki ilişki anlayışımız, öznellik görüngüsünü barındıramıyor. Bu model, nesnel (epistemolojik anlamda) gözlemcilerin nesnel olarak (ontolojik anlamda) varolan bir gerçekliği gözlemledikleri bir modeldir. Fakat bu modelin gözlemleme eyleminin kendisini gözlemlemesi mümkün değildir. Gözlemleme eylemi, nesnel gerçekliğe öznel (ontolojik anlamda) bir erişimdir. Başka bir kişiyi kolayca gözlemleyebilsem de, onun öznelliğini gözleyemem. Ve daha da kötüsü, kendi öznelliğimi gözleyemem, çünkü yapmayı düşüneceğim her türlü gözlem, gözlenmesi beklenen şeyin kendisi olacaktır... Gözlemin ontolojisi, epistemolojinin aksine kesinlikle öznellik ontolojisidir.”


Searle’e göre bilincin, bilimlerdeki genel yöntemlerle anlaşılmasını ve felsefi analizinin yapılmasını olanaksız kılan işte bu öznel durumdur. Ağrıya, gıdıklanmaya veya renk algısına dair bilinç durumları hep birisinin bilinç durumudur. Bu ise gözlemlenemez ve nesnel araştırma konusu olamaz. Fakat bu durumları birinci şahıs olarak yaşamamız bunların inkar edilmesine (eleyici materyalizme) de olanak vermez. Bilincin kendisini açıklamaya kalkanlar, hep bilincin kendisinden önceki süreçleri açıklamakla sınırlı kalmaktadırlar. Oysaki ‘bilince’ sebep olan nöronlardaki elektrik sinyalleri ve beyindeki biyokimyasallar olsalar da, zihindeki deneyimlerimizi bu sinyaller ve biyokimyasallar ile özdeşleştirilemeyecek bir şekilde yaşarız. Polkinghorne, Daniel Dennett ve benzerlerinin ‘Bilinç Açıklandı’ (Conciousness Explained) gibi ihtiraslı başlıklarla yazdıkları kitaplarda bilincin doğasını açıklamayı başaramadıklarını söyler.


Burada karşımıza çıkan öznellikten kaynaklanan epistemolojik duvarın aşılması mümkün gözükmemektedir; bu yüzden, bilimsel araştırmalar ne kadar ilerlerse ilerlesin bilincin maddeye indirgenmesinin gelecek zaman zarfında da mümkün olmadığı kanaatindeyiz. Bu konudaki agnostik tavır iki şekilde olabilir. Birincisinde içinde bulunduğumuz dönemdeki bilgi seviyemizin agnostikliği gerektirdiği, ilerleyen bilim düzeyi ile bunun aşılabileceği savunulabilir. İkincisinde ise içinde bulunduğumuz agnostik tavrın sahip olduğumuz yeteneklerle hiçbir zaman aşılamayacağı ifade edilebilir; bu ‘güçlü bir agnostik tavır’dır. Eğer sorun mikroskoplarımızın gücü olsaydı; elektron mikroskobu yerine bir gün kuantum mikroskobunun yapılmasını ve sorunun çözümlenmesini ümit edebilirdik. Fakat sorun, aşılması mümkün gözükmeyen epistemolojik bir duvardır. Bu yüzden biz güçlü bir agnostik tavrı savunuyor ve bu dünyada sahip olduğumuz yetenekler ve bilincin öznel karakteri yüzünden, bu sorunun aşılmasının mümkün olmadığını düşünüyoruz.


Genelde bilimin ileride bir şeyi başaramayacağını iddia edenlere, son üç yüzyılda bilimin başarıları ve böylesi iddiaların sahiplerinin hep yanıldıkları hatırlatılır. Fakat burada mahiyet olarak farklı bir durumla karşı karşıya olduğumuza dikkat edilmelidir. Söz konusu olan bilimsel araçların eksikliği gibi bir sorun değildir. Öznel kırmızıyı görme ve gıdıklanma gibi bilinçteki deneyimlerin bilimsel araştırma konusu yapılamamasıdır. Fizikte maddeden, kütleden, uzaydan, zamandan, enerjiden bahsedilir; oysa ki renk algılarımızın veya duygularımızın bunların cinsinden ifadesi mümkün değildir;bu ise bunların maddeye indirgenememesi ve bilinç hallerimizin bilimin objesi olamaması demektir. Bilinç odasına bizden başka kimse giremez; hatta bizim ‘bilinç odasına girdiğimize’ dair metafor bile yanıltıcı olabilir, çünkü içine girebileceğimiz bir mekan yoktur, üç öğe (kendim, içeri girme eylemi ve içeri girilen mekan) arasında bir ayırım mümkün değildir.Durum böyle olunca, kendimizin kırmızıyı görme ve gıdıklanma gibi bilinç hallerinin, ne tanımı ne maddeye indirgenmesi ne de bunlara tanıklığımızdan dolayı inkarları mümkündür. Bu ise, zihne materyalist yaklaşımın eksik kalacak olması -doğru ise bile-  ve ispatlanmasının imkansız olması demektir. Bu konuda ‘güçlü agnostik tavır’ olarak nitelediğimiz pozisyonumuzun sebebi budur.