Şuur Argümanı



Birleşik Devletler Anayasa Mahkemesi Üyesi Potter Stewart, bir zamanlar, pornografiyi tarif etmenin zor olacağını söylemiş, “ama gördüğüm zaman tanırım” demişti(1) Benzer şekilde, şuur da tarifi tartışmalı mefhumlardan biridir. Yine de kendi şuurlu düşüncelerimiz,kendimize yeterince açıktır. Edinburgh Üniversitesinden J. R. Smythies’in de belirttiği gibi: "Başka insanların şuuru benim için soyut kalabilir, ancak kendi şuurum benim için gerçektir."(2)

Şuur nedir? basit bir tanım yapmak gerekirse, şuur kendi duygu ve düşüncelerimiz tahlil ettiğimizde farkına vardığımız şeydir. Kendi içinde neler olup bittiğine biraz dikkat et, işte şuur odur.

Farz edin ki bacağınızdan ameliyat oluyorsunuz ve birden sizin etrafınızda konuşan insanlann farkına varmaya başlıyorsunuz. Birisi şöyle diyor: ‘Herhalde kendine geliyor.’ Dizinizde bir ağrı hissetmeye başlıyorsunuz. Kendi kendinize, ‘Nerdeyim? Ne oluyor?’ diye düşünüyorsunuz. Sonra, ameliyatta olduğunuzu hatırlıyorsunuz. Bu içinde bulunduğunuz hale, şuuru geri kazanma diyoruz. Kısaca şuur, bizi canlı ve farkında kılan duyular, düşünceler, hisler, istekler inançlar ve serbest tercihlerden oluşur.
 Ya dünyada şuur olmasaydı? size bir örnek vereyim Elmalar yine kırmızı olurdu, ama kimse kırmızının farkına varmaz ya da bunu hissetmezdi.Ya ruh? Ruh, benliktir, ‘ben’dir, ya da ‘kendi’dir ve bu şuurumuzu kapsar. Bedene can verir. İşte bu yüzden ruh, bedeni terk ettiğinde beden, cesetten ibaret kalır. Ruh, madde değildir ve bedenden ayndır.

Ruha inanmanın evrensel bir olgu olup olmadığını merak ediyordum. “Hıristiyanlığın ötesi hakkında ne diyeceksiniz?” diye sordum. “Bu olgu diğer kültürlerde de mevcut mu?”
Günümüz diliyle ifade edersek, ‘Kişiliğin düalizmi ya da  benzer kavramlar, inanıyorum ki, bir çok kültürün ve dinî geleneğin 3 ortak paydasıdır.’ diyen maddeci Jaegvvon Kim’e katılıyorum.(3) Yine de, düalizmi inkar edip yalnızca maddi varlıklar, yani genetikçi Francis Crick’in dediği gibi, “geniş bir sinir hücreleri bütünü ve  bunlann yardımcı moleküllerinin davranışlarından ibaret olan” varlıklar olduğumuzu düşünenler de mevcut.(4)

Ya Maddecilik Doğruysa?

bazı insanlar maddi olmayan bir ruhumuzun varlığını kesinlikle inkar ediyor. John Searle diyor ki, ‘Benim dünya görüşüme göre şuur, beyinde meydana gelen süreçlerle alakalıdır.’(5) Başka bir şekilde söylersek, şuurun tamamen biyolojinin ürünü olduğuna inanıyorlar. Beyin uzmanı Barry Beyerstein’ın dediği gibi, böbrekler nasıl ürin üretiyorsa, beyin de aynen öyle şuur üretiyor.”(6) Eğer maddecilik doğruysa, bunun mantıklı sonuçlan neler olacaktır?

Birçok önemli sonucu olurdu.öncelikle, eğer maddecilik doğruysa, şuur gerçekten var olamaz, çünkü kişinin kendi gözünden bakılması gereken şuurlu durumlar diye bir şeyden söz edemezdik.

Yani, eğer her şey madde olsaydı, tüm kâinatı bir grafikte ifade edebilirdin, her yıldızı, ayı, her dağı, beynini,   böbreklerini ve diğer her şeyi yerli yerine oturtabilirdiniz. Çünkü eğer her şey maddiyse, o zaman her şeyi üçüncü şahsın bakış açısıyla ifade edebilirsiniz. Ama büiyoruz ki bizim, birinci şahıs, yani öznel bir bakışımız var. Demek ki maddecilik doğru olamaz.
İkinci sonuç daözgür iradenizin olmayacağıdır. Çünkü madde tamamen tabiat kanunlarına bağlıdır. Herhangi bir maddi nesneye bak.Mesela bir bulut,bu sadece maddi bir nesnedir ve hareketi tamamen hava basıncı, rüzgârın hareketi ve benzer kanunlara bağlıdır. Demek ki, eğer ben maddi bir nesneysem, yaptığım her şey, çevrem, genetik yapım ve benzeri şeylerle sabit ve bellidir.

Bu demektir ki, ben aslında seçim yapmakta özgür değilim. Ne olacağı, çevre ve durum tarafından önceden belirlenmiş, öyleyse siz beni davranışlarımdan nasıl sorumlu tutarsınız, madem ki ben nasıl davranacağımı belirlemede özgür değüim? Vietnam savaşım kaybetmemizin bir nedeni de bu.
Bunun Vietnam’la ne alakası var?

Başkanın resmi bir danışmam, B. F. Skinner’ın davranışçı yaklaşımının Pentagon’un stratejisini etkilediğini söylüyordu. Skinner, bizim yalnızca maddi nesneler olduğumuza inanıyordu, öyleyse hayvanları laboratuarda nasıl elektrik şoklarıyla belli bir şeye şartlandırabiliyorsan, insanları da şartlandırabilirdin.

Şeyleri tekrar ederek, insanların davranışlarını değiştirebilirsin Vietnam’da bombaladık, geri döndük, bombaladık, geri döndük, bombaladık... Kuzey Vietnamlılar’a şok üzerine şok vererek, onların davranışlarının değişmesini bekliyorduk. Ne de olsa onlar sadece uyanlara tepki veren maddi nesnelerdi. Eninde sonunda vazgeçeceklerdi.
Ama olmadı. Doğru, yürümedi
Çünkü VietnamlIlar, etkilere tepki veren maddi nesnelerden ibaret değildi. Onların ruhları, istekleri, duyguları, inançları var ve özgür iradeleriyle, acı çekmek pahasına da olsa, geri çekilmemeyi ve bizim bombalarımızla onları şartlandırmaya çalışmamıza karşı koyabilirler.
Yani maddeciler doğruysa, özgür iradeye güle güle. Onların bakışında, biz tabiat kanunlarına ve programımıza göre hareket eden çok karmaşık bilgisayarlardan ibaretiz. Ama, Lee, hatalı oldukları gün gibi ortada. Bizim özgür irademiz var. Hepimiz kendi içimizde bunu biliyoruz. Biz, yalnızca maddi bir beyinden ibaret değiliz.

Üçüncüsü, eğer maddecilik doğruysa, cesetten ayn bir ara yaşam durumu söz konusu olamaz. Üç büyük dine göre, öldüğümüzde, ruhlanmız bedenlerimizi terk eder ve bedenlerin tekrar dirilmesini bekler. Yani öldüğümüzde varlığımız sona ermez. Ruhlanmız yaşamaya devam eder.

Bu ölüm ötesi tecrübelerinde de yaşamaya devam etme vardır. İnsanlar tıbben ölür, ama bazen yukanda bir yerden yataktaki bedenlerini seyrederler. Bazen, eğer sadece illüzyon görüyor olsalardı bilemeyecekleri şeyler öğrenirler. Bir kadın ölüyor ve hastanenin çatısında bir tenis ayakkabısı görüyor. Bunu nasıl bilebilir ki?

 Eğer ben beyinden ibaretsem, bedenin dışında var olmam imkânsızdır. İnsanlar ölüm ötesi tecrübelerini dinlerken, hastanenin tavanında bir çift göz ve hâlâ çalışan bir beyin tahayyül etmezler, değil mi? İnsanlar böyle hikâyeler duyduklarında,  o insana sezgisel olarak bedeni terk edebilecek bir ruh atfederler. Ve açıkçası, doğruluklarından şüphe etsek bile, bu hikâyelerin açık bir manası var. Eğer biz bedenlerimizden ibaret olsaydık, bu hikâyeler bize komik ve saçma gelirdi.

1965’te, psikolog John Beloff, The Hümanistte, ölüm ötesi tecrübelerinin, ‘zihnin veya ruhun, maddi dünyadan ayrı birer varlıkları olduğu düalist bir dünya anlayışına işaret ettiklerini’ yazmıştı. Ve bunun ‘hümanizme, Darwinizmin bir asır önce Hıristiyanlığa vurduğu darbe kadar güçlü bir tehdit oluşturduğunu’ söylüyordu.”(7)

Peki, şuurun ve benliğin, beynin fiziki birer işleminden ibaret olmadığına dair müspet deliller nelerdir?
öncelikle deneylerin verileri var elimizde.Mesela beyin cerrahı Wilder Penfield sara hastalarının beyinlerini elektrikle uyararak kollarını, bacaklarını hareket ettirebildiğini , başlarını ya da gözlerinin çevirebildiğini . konuşturabildiğini veya yutkundurabildiğini fark etti, Ama hastalar. ‘Bunu ben yapmadım. Sen yaptın.’ diye karşılık verdiler .(8)  Penfield'e  göre, ‘hastalar kendilerini ayrı bir mevcudiyetleri var gibi görüyorlar.(9) Penfield'ın  beyin kabuğu hakkında ne kadar araştırma yaptığı önemli değil, ama diyelim ki. ‘Hiçbir yer  yok ki. elektrik uyarılarıyla bir hastanın inanmasına ya da karar vermesine sebep olsun.(10) Çünkü bu Özellikler beyinde değil, şuurlu benlikte bulunur.”

"Sonraki birçök araştırma  da bunu doğrular. Roger Sperry ve takımı. beynin sağ ve sol yarımkürelerinin farklarını araştırırken, zihnin beynin  çalışmasından bağımsız bir etki gücü olduğunu keşfetti. Bu da Sperry'i maddeciliğin yanlış olduğu kanısına götürdü.(11)

Bir başka çalışma, elektrik şokunun deriye verilip beyin kabuğuna ulaşmasıyla, kişinin bunu kendi şuuruyla algılaması arasındaki zaman farkını gösteriyor.(12) Buna göre benlik, etkilere algıladığı anda tepki veren bir makineden ibaret değil. Hatta, birçok araştırma projesinin verileri o kadar çarpıcı ki. Laurence C. VVood şöyle diyor: ’Birçok beyin bilimcisi, maddi olmayan bir zihnin varlığını, ahirete inanmadıkları halde, kabul etmek zorunda kaldı.(13)
Ya laboratuardan ötesi?

Geçerli felsefi deliller de var. Şöyle ki, şuurun maddi bir olgu olmadığını biliyorum , çünkü şuurum için geçerli olan ama başka hiçbir maddi nesne için geçerli olmayan şeyler var.
Mesela bazı düşüncelerim doğruluk vasfına sahip. Ve ne yazık ki bazı düşüncelerim de yanlış.
"Ancak,beynimin  hiçbir hali doğıu ya da yanlış değil. Hiçbir bilim adamı, beynime bakıp şuradaki doğru ama bu yanlış diyemez.

Demek ki, şuur durumunda doğru şeyler var ki, bunlar hiçbir beyin! durumunda doğru değil. Öyleyse aynı şey olamazlar.

Beynimdeki hiçbir şey, herhangi bir şeyle ilgili değil. Beynimi açıp da, şöyle diyemezsiniz: ‘Şu elektrik yolunu görüyor musun, J, P. Moreland’ın beyninin sol yarımküresindeki? Bu, Bears’le ilgili.’ Beyninizdeki olaylar hiçbir şeyle ilgili değil, ama benim zihnimdeki olaylar bir şeylerle ilgili. Yani bu ikisi farklı şeyler.

Hem de, şuurum batini ve bana özel. Basitçe kendi iç alemimi incelediğimde, benim ne olup bittiğini kendime özgü bir algılayış tarzım var ve bunu ne siz ne doktorum ne de bir nörobilimci çözebilir. Bir bilim adamı, beynimde neler olduğu hakkında benden çok şey bilebilir, ama zihnimden neler geçtiğini bilemez. Bunu bana sormak zorundadır.” Buna bir örnek vermesini istediğimde, Moreland şöyle dedi, “REM’i (rüya görürken insanın gözünü kırpıştırması) hiç duydunuz mu?Tamamen. Peki, bilim adamları, insanların rüya görürken gözlerini belli bir şeküde hareket ettirdiklerini nereden biliyorlar? İnsanlan uyandırıp sormak zorundaydılar. Bilim adamları gözün hareketlerini görüyorlardı, beyindeki fiziki aktiviteleri de gözlemliyorlardı, ve beyin durumlarıyla göz hareketlerini ilişkilendirebiliyorlardı. Ama zihinde neler olup bittiğinden habersizler. Niçin? Çünkü zihin batini ve kişiye özeldir, ama beyin böyle değildir

Ruhun Gerçekliği

Yüzyıllar boyunca insan ruhu, şairleri büyülemiş, teologları düşündürmüş, felsefecilere sorun olmuş, bilim adamlarına soru işaretleri bırakmıstır. On altıncı vüzvılda yasamış Avilalı Teresa gibi mistikler, ruhu şöyle beliğ bir şekilde tasvir ederler: “Ruhu tek bir elmastan yahut, en parlak bir kristalden yapılmış bir şato gibi düşünürüm. İçinde birçok oda banndıran bir şato, tıpkı cennetteki köşkler gibi...”(14)

Ruhun gerçek olduğunu düşünmenizin sebebi nedir?

öncelikle, biz kendi bedenimizden ve şuurumuzdan farklı olduğumuzun farkındayız. Biliyoruz ki, biz, şuuru ve bedeni olan varlıklarız, ama yalnızca şuurlu hayatımızdan ya da maddi hayatımızdan ibaret değiliz.

İnsanın kişisel hususiyetlerinden, hatıralanndan ve şuurundan ibaret olmadığını size bir örnekle açıklayayım. Birkaç sene önce, bir öğrencimin kız kardeşi, balayında korkunç bir kaza geçirmişti. Şuurunu ve hafızasını tamamen kaybetmiş ve kişiliğini de kısmen yitirmişti. Evlendiğine inanmıyordu. Kendine geldikçe, ikna etmek için kendisine düğün görüntülerini izlettiler. Sonunda, evlendiğine inandığı noktaya geldiğinde, kocasıyla yeniden evlendi.

Şimdi hepimiz biliyoruz ki, kazadan önce de sonra da, mevzuu bahis aynı kişiydi. Jamie’nin kız kardeşi. Farklı bir insan değildi, her ne kadar farklı davransa da. Ama tamamen değişik hatıraları vardı. Eski hatıralannı kaybetmişti ve aynı kişiliğe bile sahip değildi. Bu olayın kanıtladığı şey şu ki bir insan, hafızasını kaybedip yeni bir hafıza edinebilir ya da kişiliğinin önemli hususiyetlerini kaybedip kısmen yeni bir kişilik edinebilir, ama yine de aynı insandır.

Şimdi, eğer ben sadece şuurumdan ibaret olsaydım, şuurum değişikliğe uğradığında ben de değişik bir insan olurdum. Ama biliyoruz ki, şuurum değişse bile, ben aynı kişiyimdir. Öyleyse ben, şuurumla aynı şey değilim. Ben, ‘nefis’(the self) veya ruh olmalıyım ki bu, şuurumu da kapsayan bir varlıktır.

Bedenim mevzubahis olduğunda da durum aynı. Bedenimle ya da beynimle de aynı şey olamam. Televizyonda, girdiği bir ameliyatla beyninin yüzde elli üçü alınmış bir epilepsi hastasının hikâyesini izlemiştim. Ameliyattan çıktığında kimse onun için, ‘Burada bir kişinin yüzde kırk yedisi var.’ dememişti. Çünkü bir kişi parçalara bölünemez. Sen ya bir kişisindir, ya da değilsindir. Ama beynin ya da bedenin parçalanabilir. Bu da demektir ki ben bedenimle aynı şey değilim.

Ruhum ve şuurum görünmez, ama bedenim görülebiliyor. Bu da ayn bir farklılığı oluşturuyor zaten. Aslında, kızım beşinci sınıftayken, evde ailecek dua ettiğimiz hatırlıyorum. Şöyle demişti kızım: ‘Baba, Allah’ı görebilseydim, bu O’na inanmamı kolaylaştınrdı.’ Ben de şöyle cevap vermiştim: ‘Aslında camm, sorun Allah’ı hiç görmemiş olmanda değil. Sorun, anneni hiç görmemiş olmanda.’ Annesi de o sırada hemen yanında oturuyordu. Kızım ne söylemek istediğimi sordu, ben de şöyle dedim: ‘Farz et ki annenin camm hiç acıtmadan, onu hücre hücre bölüp içine nüfuz edebilsek. Hiçbir zaman, ‘Bak, annen bu akşam şunu yapmayı düşünüyormuş.’ ya da, ‘Hey, bak annemin duygulan bu hücredeymiş.' diyemeyiz. Annenin düşüncelerini, inançlarını, isteklerini, duygulanın bu bedeninin içinde kesinlikle bulamayız.

başka neyi bulamazdık? Annenin egosunu ya da özünü kesinlikle bulamazdık. ‘Sonunda, işte şu beyin hücresinde, annem orada. Egosu ya da özü işte burada.’ diyemezdik hiçbir zaman. Çünkü annen bir kişi ve kişiler görünmezdir. Annenin egosu ve şuurlu hayan görünmezdir. Annen, bir bedene sahip olmak için yeterince küçük; ama Allah bir bedene sahip olmak için çok büyük, öyleyse duaya devam edelim!

Ben bir ruhum ve benim bir bedenim var. İnsanları, bedenlerini inceleyerek tanıyanlayız. İnsanları tanımak için, ne hissettiklerini, ne düşündüklerini, neler istediklerini, dünya görüşlerinin ne olduğunu vs. araştınnz. Bedenlerine dikkat etmek, bize jimnastik yapıp yapmadıklarını gösterebilir, ama bu pek de bir işe yaramaz. İşte bu yüzden, insanlan tanımak için, onların ‘batınına’ nüfuz etmeye çalışınz.Yani, sonuç olarak şunu demeye çalışıyorum. Ben, şuurlu hayatımdan ve bedenimden ibaret değilim. Gerçek şu ki, ben bir ‘öz'üm ya da ‘ben’im, davranışlarımla ya da sözlerimle kendim ifade etmediğim sürece görünmez ve ulaşılmaz bir ‘öz’, özgür iradeye sahibim, çünkü ben bir öz ya da bir ruhum, maddi bir beyinden ibaret değilim.

Bilgisayarlara ve Yarasalara Dair

Bir kısım maddeciler, bir makine, insanlara eşit ya da onlardan daha yüksek bir beyin gücüne ulaşırsa, bu bilgisayann şuurlu olacağını söylüyorlar. Bir ateist demişti ki, bilgisayarlar insan davranışım taklit etme noktasına ulaştığında, sadece bir ırkçı onların 'Hsan haklarından yoksun bırakılmasına onay verecektir. Ama tabii ki, bu saçma bir şey. Nobel ödüllü John Eccles, ‘bilgisayarların bilinci ile ilgili öngörülerde bulunanların saflığına çok şaşırdığını’ söylüyordu. Ve ‘bilgisayarlann yeterli bir karmaşıklık seviyesinde şuurlu öze ulaşabileceklerini iddia etmek için hiçbir delil olmadığım’ ifade ediyordu.(15) bilgisayarların yapay zekâsı vardır, zekâsı ise yoktur; bunu unutmamalıyız. İkisi arasmda çok büyük bir fark var. Onlarda ‘bilgisayar olmak nasıl bir şey acaba’ diye bir merak söz konusu olamaz. Bir bilgisayann, iç dünyası, batını, bilinci, şahsi bakış açısı, problemler hakkında yorumu yoktur. Bilgisayar şöyle düşünmez, ‘Bi-liyor musun? Bu çarpma problemini şimdi anladım.’ Bir bilgisayar, davranışlara sahip olabilir, eğer kablolar doğru bağlandıysa; ama unutmamak gerekir ki şuur, davranışla aynı şey değildir. Şuur canlı olmaktır; gerçekten şuurlu varlıklarda bu, davranışın sebebidir. Ama bir bilgisayarda, davranışın sebebi, elektrik akımıdır.   
Buna bir örnek vereyim. Farz edin ki bilgisayarlaştırılmış bir yarasamız var. Fiziksel anlamda hakkında her şeyi biliyoruz. İçindeki kablolar, bağlantılar hakkında kapsamlı bir bilgimiz olduğu için, çevreye bırakıldığında yapacağı her şeyi önceden söyleyebiliriz.Bunu gerçek bir yarasayla karşılaştırın. Yarasayla ilgili her şeyibildiğimizi düşünün. İçindeki tüm organları, kan dolaşımım, sinir sistemini, beynini, kalbini, akciğerlerini... Ve farz edin ki bu yarasayı çevreye bıraktığımızda yapacağı her şeyi önceden bilebiliyoruz. Yine de hiçbir zaman anlayamayacağımız bir şey vardır: Yarasa olmak nasıl bir şey? Duymak, hissetmek, sesi ve renkleri algılamak nasıl bir şey. Tüm bunlar, yarasanın batınıyla ilgilidir, kendi bakış açısıyla. İşte şuurlu, bilinçli bir yarasayla bilgisayar-yarasa arasındaki fark budur.

 Öyleyse genel olarak, bilgisayarlar zekâyı taklit edebilir, ama hiçbir zaman şuur sahibi olamaz. Davranışı; canlı, hareketli ve bilinçli olmakla kanştırmamalıyız. İleride çok yüksek zekâlı bir bilgisayar şuur sahibi olduğunu söyleyecek, hatta şuurluymuş gibi davranacak şekilde programlanabilir. Ama hiçbir zaman gerçekten şuurlu olamaz, çünkü şuur beyinden bağımsız, tamamen gayr-ı maddi bir mevcuttur.’  Moreland’in verdiği örnekte yarasayı kullanması, New York Üniversitesinden filozof Thomas Nagel’in, 1974 tarihli, meşhur “What İs It Like to Be a Bat?”(16) (Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir?) adlı makalesine dolaylı bir göndermeydi. Bir yarasanın bakış açısından hayatı düşünürken bu bana şuurun başka bir boyutunu hatırlattı. Peki, ya hayvanlar, onların ruhları ya da şuurlan var mı?


Kesinlikle. Kitab-ı Mukaddes’te hayvanlardan bahsedilen birçok yerde “ruh” kelimesi de kullanılıyor.(17) Hayvanlar sadece birer makine değildirler. Onların da şuurlan ve kendi şahsi bakış açılan var. Ancak hayvanın ruhu, insan ruhundan çok daha basit. Mesela insan, serbest ahlaki davranış kapasitesine sahiptir, ama kanımca hayvan ruhu bu konuda serbest değildir. Aynca, bazılan hayvanların düşünceleri olduğunu, ancak bu düşünceler hakkında düşünmediklerim söylüyor. Ve bizim inançlarımız hakkında inançlarımız olmasına rağmen hayvanlann yok.

Görüyorsunuz, insan ruhu çok daha kapsandı ve karmaşık. Biz benliğini idrak etme ve benliğini düşünme yetilerine sahibiyiz. Ve insan ruhu bedenin ölümüne rağmen hayata devam eder, ama zannetmiyorum ki hayvan ruhu devam etsin. Yaıulıyor olabilirim ama bence hayvan ruhu bedeninin ölümüyle ölüyor.

Yarasa için, sanırım kötü bir haber...
Şuur ve Evrim

Bu Darvrinistler için nasıl bir sorun oluşturur?

Filozof Geoffrey Medell’in dediği gibi, 'Şuurun ortaya çıkması, şu halde, maddeciliğin cevap veremediği bir gizem.’ Ateist Colin McGinn de bu görüşü paylaşıyor ve şu soruyu yöneltiyor: 'Yalnızca madde, nasıl şuurun kaynağı olabilir? Evrim, biyolojik doku suyunu, nasıl şuur şarabına dönüştürdü? Şuur, kainatta Büyük Patlama’nın sonuçlan arasında öngörüle-memiş, kökten bir yenilik gibi duruyor, öyleyse, şuur varlığa nasıl ve ne zaman dahil oldu?

JP Moreland

Sorun şurada ki, yokluktan bir şey var olamaz.İşte bu kadar basit. Eğer Allah yoksa, tüm kâinatın tarihi, canlı mahluklar ortaya çıkana kadar, şuursuz ve cansız maddenin tarihi olacaktır. Hiçbir düşünce, inanç, duyu, his, serbest fiil, seçim, amaç yoktur. Basitçe; fizik ve kimya yasalarına göre oluşan, bir maddi olayı takip eden başka bir maddi olay olacaktır.” Moreland bir an, çizdiği portreyi tam olarak kavradığımdan emin olmak için duraksadı. Ardından öne eğildi ve sordu: “öyleyse nasıl, maddeden, tamamen değişik bir şey şuurlu, canlı, düşünen, hisseden, inanan mahluklar ortaya çıkıyor? Bu, yokluktan bir şeyin var olmasıdır. Ve ana sorun da burada.

Fiziki bir maddeyi fiziki bir işlemden geçirirseniz, fiziki maddelerin değişik bir düzenlemesini elde edersiniz. Mesela, bir tas suyu, ısıtma işlemine tabi tutarsanız, yeni bir ürün -buhar- elde edersiniz ki bu da suyun değişik bir formudur, ama hâlâ fizikidir. Ve dünyanın geçmişinde yalnızca fiziki maddelere uygulanan fiziki işlemler varsa, sonunda elinizde yine çok daha karmaşık da olsa fiziki maddeler kalır. Ama, kesinlikle tamamen gayn fiziki bir şey elde etmezsiniz. Bu tamamen değişik bir türe sıçramak olur.
Eninde sonunda, Phillip Johnson’un dediği gibi, ya ‘başlangıçta parçacıklar vardı’ ya da 'başlangıçta Logos -ilah akıl- vardı’ dersiniz. Eğer parçacıklarla başlarsanız, kainatın tarihi parçacıkların değişik şekillenmeleriyle ilgili bir hikâye olur ve sonunda parçacıkların karmaşık bir düzenlemesiyle karşılarsınız, ama sadece parçacıklar. Akıl ya da şuur değil. Halbuki ki bu çok önemlidir  eğer sonsuz bir akılla başlarsanız, sonlu zihinlerin nasıl var olduklannı açıklayabilirsiniz. Bu mantıklıdır. Mantıklı olmayan,  ve bir çok ateist evrimcinin doğru kabul ettiği cansız, şuursuz maddeden oluşan varlığa, bir zihnin aniden yerleşmesidir.”


Zihnin Ortaya Çıkması

bir kısım bilim adamlan, şuurun beynimizin karmaşıklığının bir yan ürününden ibaret olduğunu savunuyorlar. Evrim bize yeterli beyin kapasitesini verdikten sonra, şuurun, kaçınılmaz bir biyolojik işlem olarak ortaya çıktığına inanıyorlar.

Size bu iddianın dört sorununu anlatayım.Öncelikle, bunu söyleyen birisi, maddeye ateistlerin ve natüralistlerin baktığı gibi bakmıyordur, yani onu, tamamen fizik ve kimya kanunlarıyla anlaşılabilecek kaba bir şey olarak görmüyordun Aksine onlar maddeye, hayali, ruhi yahut zihnî bir potansiyel atfediyorlardır.Söyledikleri şu ki, bu karmaşıklık düzeyinden önce de madde, zihni ortaya çıkaracak potansiyele sahipti. Ve uygun anda, tahmin et ne oldu? Bu potansiyel harekete geçti ve şuur birden ortaya çıktı.
Peki, bu teoride bir sorun var mı?


Panpsişizm,Bu, maddenin yalnızca fiziki bir şey olmadığını, aynı zamanda, içinde zihin-öncesi durumlar da barındırdığım ileri süren görüş. Birden, net bir madde görüşünü reddedip ateizmden ziyade teizme daha yakın bir görüşü benimsediler. Şimdi, dünyanın başlangıcında yalnız madde olmadığını, ama aynı anda hem fiziki hem zihnî bir şeylerin olduğunu söylüyorlar. Yine de, ortaya çıkmadan önce de var olan bu zihnî özelliklerin ilk olarak nereden geldiğine bir açıklama getirmiyorlar. Ve bu, onların Tanrı'nın  var olması gerekliliği fikrine karşı gelmelerini zorlaştırıyor.
Ama ateistler için bu durum yine de bir problem. Ve ikinci bir problem daha var: Hâlâ determinizme saplanmış dürümdalar. Çünkü eğer şuur beynin bir işleviyse, ben kendi beynimden ibaretim demektir ve beynim fizik ve kimya yasalanna göre işler. Onlara göre, şuurla beyin, dumanla ateş gibidir. Ateş dumana sebep olur, ama duman bir şeye sebep olmaz. Duman yalnızca bir yan üründür. Yani, determinizmin içinde hapsolurlar.

Üçüncü olarak, eğer zihin, beyinden üstün bir Aklın yönlendirmesiyle ortaya çıkmadıysa, zihinden gelen herhangi bir şeyin makul ya da doğru olduğuna niçin güvenelim, özellikle de teorik düşünce alanında?
Diyelim ki sizin bir bilgisayarınız var. Bu alet, rastgele güçler tarafından ya da aklî olmayan kanunlar tarafından, arkasında bir zihin olmaksızın programlanmış. Bu bilgisayardan alacağınız bir çıktıya güvenir misiniz? Tabü ki hayır. Aynı şekilde zihin de böyledir ve bu, Darwinistler için önemli bir sorun. Bu arada, evrimi zihnin güvenilirliğine dair bir açıklama getirmek için kullanamazsınız, çünkü teorik düşünce, hayatta kalma kabiliyetine bağlı değildir.
 İngiliz evrimci J. B. S. Haldane “Eğer zihinsel işlemlerim tamamen beynimdeki atomların hareketleriyle belirleniyorsa, inançlarımın doğruluğunu iddia etmek için hiçbir gerekçem yok... ve bundan dolayı beynimin atomlardan oluştuğunu iddia etmek için de hiçbir gerekçem yok.”(18)

Ve dördüncü sorun,eğer zihnim beynimin bir işlevinden ibaretse, bütünleşmiş bir zat (unified self) de yoktur. Hatırlayın, beynin işlevleri beyinde dağümış durumdadır, öyleyse eğer beyni ikiye bölersek, beyninin yüzde elli üçünü kaybeden kız gibi, işlevlerin bir kısmı kaybolur. Yani elimizde bir kişinin yüzde kırk yedisi kalır. Oysaki hiç kimse buna inanmaz. Hepimiz biliyoruz ki, o tam bir şahıstır, çünkü biliyoruz ki şuur ve ruh beyinden ayn varlıklardır.
Bunun bir diğer yönü daha var, ‘bağlantılandırma problemi’. Odada etrafına baktığınızda, aynı anda birçok şey görüyorsunuz.” dedi, görebildiğimiz değişik nesneleri göstererek. “Bir masa, bir divan, bir duvar, çerçeveli bir resim... Her bir şeyin üzerinden yansıyan ışık dalgalan var ve bunlar gözünde ayrı ayrı yerlere denk geliyorlar ve beyinde ayrı bölgelerde elektriksel hareketlenmeye sebep oluyorlar. Sonuç olarak, eğer ben denilen varlık, fiziki beynimden ibaretse, iç içe girmiş birçok parçadan oluşurdum. Her bir parça, görüş alanımdaki değişik bir şeyi fark ediyor olurdu.

Ama böyle olmuyor. Ben bütünleşmiş bir ‘ben’im ve tüm bu şeyleri aynı anda tecrübe ediyorum. Tüm bu olaylan toplayan ve onlan tek kişinin -benin- deneyiminde birleştiren bir şey var. Beyinde bundan sorumlu bir bölüm olmasa bile. Çünkü ‘şuur’um ve ‘zat’ım beyinden ayn olarak mevcutlardır.



Şüphesiz ki, ibadet ederken, bir gül koklarken veya bir şey hakkında düşünürken, beynim hâlâ var. Ben şuurlu hayatımı sürdürürken, ibadet de buna dahil, beynim kaybolmuyor. Ve bilim adamlan, ben dua ederken, affedicilik hissederken ya da öğlen yemeğini düşünürken, beynimde neler olup bittiğini ölçseler çok da mutlu olurdum. Ama unutmayın: İki şey arasında karşılıklı bir ilişki olması, aynı şey olduklan anlamına gelmez. Ateşle duman arasında bir ilişki olması, dumanın ateşle aynı şey olduğu anlamına gelmez.

Şimdi, bazen beyninizin hali şuur halinizi etkileyebilir. Mesela Alzheimer hastalığından dolayı beyninizin işlevlerini yitirirseniz, ya da kafanızı bir yere vurursanız şuurlu hayatınız bundan etkilenebilir. Ama bunun tersinin de olduğuna dair deliller var. Veriler şuurlu hayatınızın, beyninizin yeniden şekillendirebileceğini gösteriyor.


Mesela, bilim adamları endişeli insanlann beyinleri üzerinde çalışmışlar ve bu zihinsel endişe durumunun beynin kimyasını değiştirdiğini görmüşler. Bakılıp büyütülmemiş ve sevilmemiş küçük çocukların beyin yollarını incelemişler ve sevgi ve ilgi görmüş çocuklarıkinden farklı olduğunu bulmuşlar, öyleyse yalnızca beyin, şuurlu hayatımızı etkilemiyor, şuurlu durumlar da beyni etkileyebilir Sonuç olarak, dinî tecrübelerin maddi bir temeli olduğunu söylemek istemem, her ne kadar karşılıklı ilişkiler olsa da. Bazen bu sebep-sonuç ilişkisi beyinden zihne doğru olabilir, doğru. Ancak benzer şekilde zihnin beyni etkilemesi de söz konusu olabilir. Bilim adamları benim ibadet hayatımın beynimdeki bazı şeylerin oluşmasına sebep olmadığım nereden bilebilirler?(19)

Ockham’ın Usturası

Ve bu, şuur söz konusu olduğunda kesinlikle yürümez, çünkü zihin ve beyin arasındaki ilişki değişkendir ya da bağlıdır. Yani, zihin meydan gelmek zorunda olan bir şey değildir. Bir ateist sormuştu: ‘Nasıl oluyor da, bir dizi maddi olay (birbirine çarpan parçacıklar, gidip gelen elektrik akımları gibi) şuuru doğuruyor? Niye bu nöronlar beyni uyardığında, bu tür bir şey ortaya çıksın ki?’ Aslında bilmeden, şuurlu durumla beyin arasında hiçbir zorunlu ilişkinin bulunmadığını vurguluyordu.

Hadi diyelim ki gelecekte bilim adamları, şuurlu durumlarla beynin durumlan arasında karşılıklı ilişkiler keşfedecek olsunlar. Bu harika bir şey olurdu. Ama benim vurguladığım nokta zaten başından beri bundan farklı: Korelasyon (karşılıklı ilişki) bir açıklama değildir. Bir şeyi bilimsel olarak açıklamak için, olayın sebeplere bağlı olarak, neden meydana gelmek zorunda olduğunu açıklamalısınız. Ve bilim adamla-n, şuurun arkasındaki ‘niçirii açıklayamıyorlar, çünkü beyin ve şuur arasında hiçbir zorunlu ilişki yok. Yani böyle olmak zorunda değildi.

Tanrı Hakkında Çıkarımlar

Kimilerince yaşayan en büyük Amerikalı filozof olarak kabul edilen ve bir düalist olan, Notre Dame Üniversitesi’nden Alvin Plantinga, beden/zihin tartışmasını şöyle noktalıyor: “Darwinist natüralistler için, işler pek parlak gözükmüyor.”(20)

Verilerin ve mantığın düalizmi desteklediğini gören ve şuurun, akılsız maddeden nasıl ortaya çıkmış olabileceğine dair makul bir teori ortaya koyamayan ateistler, maddeciliğe olan inançlanm doğrulamak için son umutlarını henüz açıklanmamış gelecek bilimsel keşiflere bağlıyorlar. Ve bazıları, bundan bile o kadar emin değil.

Ockham’m usturası bilimsel prensibini bilirsiniz.
Ockham’m usturası düalizmi onaylıyor,Ockham’ın usturasının amacı nedir? Bu prensibin hedeflediği şey, bir olayı açıklamaya çalışırken, yalnızca olayın açıklanması için gerekli öğelerden bahsedilmesidir. Ve bilimsel deliller ve felsefi muhakemeyle gösterdiğim gibi, düalizm, şuur hadisesini açıklamada gereklidir. Yalnızca düalizm, tam olarak bu olayı açıklayabilir, dolayısıyla bu, Ockham’ın usturasına karşı gelen bir açıklama değildir.

Vazgeçmeye hazır değildim. Ama belki de, olayın bütününü kavramış değiliz.Belki de sonuçlarınız daha hâlâ ham. Maddeciler, bir gün şuuru yalnızca fiziki yollardan açıklayabileceklerine güveniyorlar.Zihin ve şuur için, hiçbir zaman, kesinlikle bilimsel bir açıklama olmayacaktır.

Bilim adamlarının şeyleri nasıl açıkladığını düşünün: Bir şeyin, önceki koşullara bağlı olarak gerçekleşmiş olması gerektiğini gösterirler. Mesela, büim adamları, gazların davranışlarının sebebini açıklamak için, hacmi sabit tutup, sıcaklığı yükselttiğimizde, basıncın yükselmek zorunda olduğunu gösterirler. Demek ki, bir düdüklü tencereyi ısıttığımızda, basma yükselir.

Bilim adamları bunu açıklarken, yalnızca ısı ve basıncm karşılıklı bir ilişkisinden bahsetmiyorlar. Yalnızca, ısı ve basıncın beraber yükseldiğini de söylemiyorlar. Isı yükseldiğinde, basıncın neden yükselmek zorunda olduğunu, niye bundan başka bir şekilde olamayacağını göstermeye çalışıyorlar. Bilim adamları, bir şeyin, sebebi var  fizikçi Steven Weinberg, bilim adamlarının “İnsan şuuru sorununu tamamen es geçmeleri” gerekeceğini söylüyor, çünkü “Bir cevap bulmak bizim için çok zor olabilir.” diye ekliyor.(21) Başka bir deyişle, bu alan kendilerine istedikleri cevapları veremiyor.

Belki Darwinistler şuurun zaman içinde hangi süreçlerden geçtiğini açıklayabilirler, çünkü şuurun sebebi olduğu davranışlar, hayatta kalmada önemli bir etkendir. Ancak, şuurun kökenini kesinlikle açıklayamazlar.

Darwin, defterlerinde, eğer teorisinin açıklayamadığı herhangi bir şey varsa, bunun başka bir açıklamanın varlığım göstereceğini söylüyordu: Yarablışçı açıklama. İşte teorisi açık bir biçimde, zihnin kökenim açıklayamıyor. Şuuru beyne indirgemeye çalıştı, çünkü beynin nasıl evrildiğini anlatabilirdi. Ama deminden beri anlattığım üzere Lee, şuur, maddi beyne kesinlikle indirgenemez. Bu demektir ki, ateistlerin anlattığı hikâye eksik ve yanlıştır. Halbuki buna alternatif bir açıklama daha var ve konuyu tam anlamıyla aydınlatıyor: Şuurumuz daha büyük bir Şuur’dan geldi.
öyleyse, bundan Tanrı hakkında nasıl bir çıkarım yapabiliriz?

Onun rasyonel olduğunu, akıl sahibi olduğunu, yaratıcı olduğunu, bilinçli olduğunu çıkannz. Ve görünmez olduğunu, çünkü şuurlu varlıklar görünmezler. Şu içinde bulunduğumuz odanın 0nun varlığıyla (hazır oluşuyla) dolu olduğu gerçeğinden, sadece O’nu göremediğim, duyamadığım ya da O’na dokunamadığım için, şüphe etmeye hakkım yok. önceden de söylediğim gibi, ben kendi eşimi bile göremiyorum ki! Gerçek eşimi, ne görebiliyorum ne duyabiliyorum ne de ona dokunabiliyorum.

‘Bir şey daha. Ruhumun varlığı bana Tanrı’nm nasıl her yerde olabileceğini anlamada yeni bir yol gösteriyor. Ruhum, bedenimi herhangi bir parçasında bulunmadan nasıl kaplıyor. Bedenimde hiçbir yer yok ki, ‘Aa, bak buradayım.’ diyebileyim. Ruhum, beynimin sol yansında, burnumda ya da akciğerlerimde değil. Ruhum bedenimin her yerinde tamamıyla hazır. Bu yüzden bedenimin bir bölümünü kaybettiğinde, ruhumun bir parçasını kaybetmiyorum.

Benzer şekilde, Tann her zaman, her yerde mevcut.  diyelim Mars gezegeninin dış tarafında bir yerde, değil. Tann uzayı, bir manada ruhun bedeni kapladığı gibi kaplıyor. Uzay bir şekilde ikiye bolünse, Tanrı varlığının yansım kaybetmez. İşte, şimdi yepyeni bir modelim var, kendi zatıma ve Tann’nm her ana hazır oluşuna dayalı. Ve bunu beklemeli değil miyiz? Eğer biz Tann’nm suretinde yaratıldıysak, kendimizle Tanrı arasında bir paralellik olması bizi neden şaşırtsın ki?
Ben bilime inanırım; bilim harikadır ve bize çok önemli bilgiler sağlar. Ama başka bilme yolları da vardır. Çünkü hatırlayın ki, şuurun ve ruhun gerçekliğine dair delillerin çoğu, bizim kendi kendimizin farkında olmamızla ilgili ve beyin çalışmalarıyla alakalı değil. Beyni çalışmak, beyni, şuurlu durumlanmızlailişkilendirmemizi sağlıyor, ama bize şuurun ne olduğu hakkında bir bilgi vermiyor.


Ruhun gerçekliğine ve şuurun gayn maddi yapısına inanacaklar. Ve bu onlar için şahsi olarak daha da önemli bir şeye kapı açacaktır: Çok daha geniş bir Akla ve çok daha büyük bir Şuura açılan bir kapı.”

"Cogito Ergo Sum"

Benlik... fiziksel veya maddi kavramlarla açıklanamaz.” diyordu filozof Stuart C. Hackett.(22) Diğer bir deyişle ben, beynimin ve vücudumun toplamından fazla bir şeydim. Yani benim bir ruhum ve bir vücudum vardı. Düşünüyordum öyleyse vardım. Eğer Hackett’in dediği gibi söyleyecek olursak: “Descartes’tan özür dileyerek: Cogito, ergo Deus est! Düşünüyorum öyleyse Tanrı var.”(23)

filozof Robert Augros ve fizikçi George Stanciu “Fizik, nörobilim ve psikolojinin gelmeye başladıkları ortak nokta şu: Akıl maddeye indirgenemez. Maddenin bir gün akledeceği-ni düşünmek simyacının başka şeyleri altın yapmaya çalışması kadar boştur.”(24)

Mevcut deneyimlerimiz üzerinde düşünürken isterseniz bir düşünce deneyi gerçekleştirelim. Bir an için önünüzde mermer bir
masa bulunduğunu düşünün. Bir trilyon yıl ya da sonsuz zaman
geçse bile bu masanın birden bire veya yavaş yavaş sizin gibi bilinçli, çevresinde olup bitenlerin ve kimliğinin farkında olabile ceğini düşünebilir misiniz? Bu şekilde bir şeyin gerçekleşeceğini
düşünmek imkânsızdır. Aynı şey her türlü madde için geçerlidir.
Maddenin, kütle enerjisinin yapısını çözdüğünüzde, yapısı gereği, asla “bilinç” düzeyine gelemeyeceğini, asla “düşünemeyeceğini” ve asla “ben” diyemeyeceğini anlarsınız. Fakat ateistlerin
görüşüne göre, evrenin tarihinin bir noktasında, imkânsız ve akıl
almaz şeyler gerçekleşmiştir. Onlara göre farklılaşmamış madde
(buna enerji de dâhildir) bir zamanlar can bulmuş, ardından bilinç düzeyine ulaşmış, ardından kavramsal düşünme yetisini elde
etmiş ve sonunda “ben” düzeyine gelmiştir. Fakat yeniden masamıza dönecek olursak bunun neden gülünç olduğunu anlarız.
Masa, bilinç düzeyine erişmek için gereken özelliklerin hiçbirine
sahip değildir. Sonsuz zamanda bile bu tür özellikleri “edinemez”.
Yaşamın kaynağına dair böyle akıl almaz bir senaryoyu kabul
eden bir kişinin bile, belirli koşullar altında bir mermer parçasının kavramlar üretebileceğini ileri sürebilmesi için çıldırması gerekir. Atomaltı seviyede masayı bir arada tutan şey, evrendeki
diğer tüm maddeleri de bir arada tutan şeydir.(25)

Lee Strobel'in Hani Tanrı  Ölmüştü kitabından alıntıdır.


Referanslar .


1                Justice potter Stewart  Jacobellis v. Ohio , 378 U.S. 198 (1964)

2                 J.R. Smythies 1Some Aspetc of Consciousness" The Mysterious  Matter of mind ,35

3                 Jaegwon Kim, "Lonely Souls:Causrality and  Substance Dualism" (Cornell Univ . Press , 2001) .30

4                  Francis Crick ( The astonishing Hypothesis )Scribner's 1994) ,3

5                 What a Consciousness ? Closer To Truth

6                "Do Brains Makes Mind " Closer to Truth

7                 İçinde David Winter. Hereafter: W/nir Happens After Death? (Harold Shaw. 1972), 33-39

8                 Wider Penfield The Mystery of the Mind. 76-77

9                  Bkz: Wider Penfield "Control of (he Mind" University of California'da Sempozyum. 1961, içinde Arthur Koestler, Ghost in the Machines. (Hutchinson. 1967), 203

10               Wider Penfield The Mystery of the Mind, 77-78

11               Bkz: Roger W. Sperry "Changed Concept of Brain and Consciousness: Some Value Implications" Zygon (Mart 1985)

12               Laurence W Wood “Resent Brain Search and Mind Body Dilemma" The Asbury Theological fournal vol 91 no 1 (1986)

13               Age

14               Mark Water, The New Encyclopedia of Christian Quotations (Baker, 2000), 972

15               İçinde Robert W. Augros ve George N. Stanciu The New Story of Science, 170

16               Bkz: Thomas Nagel “What is Like to Be a Bat?" Philosophical Review 83 (Ekirn. 1979).

17               Mesela Genesis 1:30, Levit icus 29:18

18                I. B. S. Haldane "When I am Dead" içinde Possible Worlds and Other Essays (Chotto and Winduw, 1927). 209 içinde C. S. t-ewls, Miracles (Fonta nal 1979). 19

19                Nbroteolo|inin İleri bir eleştirisi için bkz. Kenneth L. Woodward Faith İs More Than a Feeling" Newsweek (Mayts 7, 2001)

20                 larry Witham. By Design. 211

21                 Age  \  192

22                Stuart C Harken. The Reconstruction of the Christian Revelation Claim. (Baker, 1984). 111

23                 Age
 
24                 Robert W. Augro* ve George N. Stanciu The New Story of Science. 168.171

25                Roy Abraham Varghese, ‘The “New Atheism”: A Critical Appraisal of Dawkins, Dennett, Wolpert, Harris, and Stenger’, s. 163-164

Ockhamlı'nın Usturası ve Sonsuz Evrenler

Ockhamlı William 1285-1347 yılları arasında yaşamış ünlü bir filozoftur. Ockhamlı’nın usturası, gereksiz spekülasyonları önlemeye, onlara değer vermemeye yarayan, O’nun geliştirdiği bir tutumluluk ilkesidir. Buna göre, herhangi bir şeyi açıklamak üzere öne sürülen birden fazla açıklama söz konusu olduğunda, açıklanmak durumunda olanı, en az sayıda açıklayıcı ilke ve kabulle açıklayan ve olabildiğince çok şeyi açıklamayı başaranın seçilmesi gerekir; en basit açıklama, gerçekliği olduğu şekliyle tarif eden en muhtemel açıklama olma durumundadır.
Ockhamlı’nın bu ilkesi, hem modern bilimin, hem de felsefenin önemli ilkelerinden biri olarak geniş kabul görmüştür. Bu ilke sayesinde “zihnimizde ve dilimizde var olanlar” ile “gerçekte var olanları” ayırt etmeyi öğrenir, gereksiz ve yararsız izahlarla uğraşmaktan korunuruz. Bu ilkenin usturadan söz etmesinin nedeni, gereksiz olanı kopartıp atmaya yaramasıdır.
Teorik fizikte, Ockhamlı’nın usturasının hışmına uğraması gereken birçok spekülasyon vardır. Bu spekülasyonların usturanın hışmına uğramalarını gerektiren ortak nedenler şunlardır:
1- Bu iddialar hiçbir delile dayanmamaktadır.
2- Bu iddialar evrendeki hiçbir olguyu açıklamamakta ve bilgimize katkıda bulunmamaktadır.
3- Bu iddialar sadece bilim-kurgu filmlerinin işlevini görmekte ve tartışarak vakit kaybına sebep olmaktadır.
SONSUZ EVRENLER VE VAKUM DALGALANMALARI MODELİ
Evrende herhangi bir gerçekliği daha iyi anlamamıza yaramayan matematiksel modeller Ockhamlı’nın usturasıyla kesilmelidir. Çünkü matematiksel bir model, ancak evrendeki gerçeklikleri anlamamıza katkısı olduğu ölçüde değerli olabilir. Yoksa salt zihinsel bir kurgunun ötesine geçemez. Evrenin bol boyutlu tasarımıyla ilgili matematiksel boyutlar böyledir. Evrenin algılanan esas boyutları dışındaki boyutlarının çok küçük ve kıvrılmış olduğunu söyleyen bu tasarımların çoğu bilgimize hiçbir katkı yapmaz. Bu tasarımlar, evrende gözlenen olguları anlamamıza katkı yapmadığı ve ciddi delile dayanmadığı müddetçe kaale alınmamalıdır.
Evrenin sayısını sonsuzca büyüten, tek bir evreni sonsuz evrenle açıklamaya çalışan modelleri, Ockhamlı William duysa, bu modelleri herhalde lime lime doğrardı. Bu modellerin hiçbirinin tek bir delili olmadığı gibi, evrendeki herhangi bir olguyu daha iyi anlamamıza en ufak bir katkıları da yoktur.(Evrenimiz dışında tabi ki evrenler olabilir. “Evrenimiz dışında evren olamaz.” demek “Tanrı bu evren dışında evren yaratamaz.” demektir. Fakat “Evrenimiz dışında bir evren olamaz” demek kadar, bilimsel açıdan evrenimiz dışında bir evren olduğunu savunmak da mümkün görünmemektedir.) Sonsuz evrenli modellerin çoğu evrendeki oluşumları tesadüfle izah etme çabasının ürünüdür. Ockhamlı’yı dinlesek hiç kaale almamamız gereken bu modelleri, Ockhamlı’nın haklı tavsiyesini dinlemeyerek ilerideki “tasarım delili” bölümünde ele alacağız ve bu modeller doğru olsaydı bile, evrendeki bilinçli tasarımı reddedemeyeceğimizi göstereceğiz.
Edward Tyron’un 1973 yılında ortaya attığı Vakum Dalgalanmaları modeli (Vacuum Fluctuation Model), bizim evrenimizin ve diğer birçok evrenin kuantum dalgalanmaları sonucunda oluştuğunu söylemiştir. Bu modele göre tüm evrenleri doğuran süper-uzay adeta bir sabun okyanusudur ve her evren bu süper-uzaydan çıkan bir baloncuktur. Bizim evrenimiz de bu sonsuz sayıdaki baloncuklardan biridir. Christopher Isham bu modelin teorik açmazlarını göstermiştir. Bu modelin iddia ettiği gibi sonsuz zaman geriye gidersek, bu baloncuk evrenler her yere saçılacaktır ve bu evrenler genişledikçe birbirine geçecek ve çarpışacaktır. Bu ise tüm gözlemlere aykırıdır. Ockhamlı’nın usturası ise bu modeli inkar için delil aramaz, onun delilsiz oluşunu ve tek evreni sonsuz evrenle açıklamaya kalkışını usturayı indirmek için yeterli bulur.
Andrei Linde’nin Kaotik Şişme (Chaotic Inflationary) modeli ise, şişen evrenlerin mini evrenlere bölündüğünü, daha sonra bu mini evrenlerin şişip yeni mini-evrenlere bölündüklerini, bu sürecin kesintisiz devam ettiğini söyleyerek sonsuz evrenler önerir. 1994’te Arvind Borde ve Aleksander Vilenkin, sonsuzdan beri şişen bu modelin şekil (geodesy) olarak geçmişte tam olamayacağını, bu yüzden bu modelin de bir başlangıç tekilliğinden kaçamayacağını göstermişlerdir. Sıra dışı iddia ciddi delil gerektirir. Diğer sıra dışı “sonsuz evren” modelleri gibi bu model de ciddi hiçbir delile sahip değildir. Ockhamlı’nın usturası, bu tip bir modelin de bilimsel açmazını dinlemeye gerek bile duymaz, bu modelin bilimsel bir delile sahip olmaması ve sonsuz evrenle tek bir evreni açıklaması usturayı çalıştırmaya yeterlidir.
BIG BANG’İN GÜCÜ
Sonsuz evren modelleri termodinamiğin ikinci kanunundan kaçamazlar. Bu kanunun bizi götürdüğü sonuç, entropinin sürekli arttığı ve sonunda sistemleri termodinamik dengeye getirdiği, bu yüzden tüm fiziki sistemlerin bir başlangıcı olduğudur. Ayrıca sonsuzun aşılamayacağına dair daha evvelden incelediğimiz felsefi deliller de bu modellerin hepsini geçersiz kılar.
Bu bölümün en başından itibaren incelenen hiçbir model, Big Bang’in sahip olduğu delillere sahip değildir. Hatta tek bir delile bile sahip değildir. Big Bang’in temel delillerini incelerken Big Bang’i doğrulayan gözlemsel ve teorik delilleri inceledik. Ayrıca Big Bang ile bizi aynı sonuçlara götüren yıldız incelemeleri, radyoaktif elementlerin incelenmesi, termodinamik kanunlar ve felsefi deliller de bu teorinin gücüne güç katmaktadır. Alternatif olarak ortaya atılan teoriler ise hem bilimsel dayanağa sahip değildir, hem de gözlemsel ve teorik deliller ile geçersiz olmaktadır.
Evrenin genişlediği anlaşıldıktan sonra, bir daha evrenin ezeli olduğunu bilimsel açıdan makul olacak bir şekilde izah etmek mümkün olmamıştır. Bundan sonraki bölümde görüleceği gibi, evrenin ezeli olduğunu savunan materyalistler, tarih boyunca; evrenin, maddenin, hatta yıldızların değişmez yapıda olduklarını savunmuşlardır. Big Bang’in ve modern fiziğin bulguları keşfedilmeden önceki bu materyalist inanç, evren ezeli ise bilimsel beklentinin nasıl olması gerektiğini göstermektedir. Bilimsel deliller ortaya konmadan önceki bu süreç samimi fikirlerin anlaşılmasına daha müsaittir, çünkü bu durumda, psikolojik durumun sonucu olarak bilimsel olanın çekiştirilmesi mümkün değildir. Yeni bulguları ve Big Bang’in verilerini materyalist yorumlarla birleştirmeye çalışmak, sadece tek Tanrılı dinlerin tarih boyunca savunduğu sonuçlardan kaçışın psikolojik bir göstergesidir. Materyalizmin biricik unsur (cevher) olarak gördüğü evrenin, ezeli değişmezliğine ihtiyacı çok açıktır; fakat Big Bang’in, bir başlangıçtan itibaren hiç durmayan bir değişimi gösterdiği de çok açıktır.

Stephen Hawking Hayali Zaman

HAWKING VE PENROSE’UN TEKİLLİK TEOREMLERİ
Stephen Hawking ve Roger Penrose, Einstein’ın formüllerini kullanarak yaptıkları çalışmalarda, evrenin ve zamanın bir tekillikten başladığını, Big Bang’den önce zaman kavramının bir anlamı olmadığını ortaya koymuşlardır. Hawking, Kant’ın antinomilerini, Newton’un “mutlak zaman” kavramına göre oluşturduğunu, bu yüzden yanıldığını göstermektedir. Ayrıca O, Augustine’in, zamanın evren ile beraber başladığına dair düşüncesini, zamanın izafiyetine dair bilgilerin bilinmediği bir dönemde ortaya koymasını övmektedir. Hawking, hiçbir zaman Penrose ile yaptığı çalışmaları geçersiz kabul etmemiş, her zaman bu çalışmalarına sahip çıkmış ve bu çalışmalarını doğru bulmuştur. “Zamanın Kısa Tarihi” isimli ünlü kitabında Hawking şöyle demektedir: “Roger Penrose ve ben gösterdik ki, Einstein’ın genel görelilik kuramı, evrenin bir başlangıcının olmasını gerektirir ve de olası bir sonunun.”
Peki Stephen Hawking’in, evrenin bir başlangıcı olmadığına dair izahı nereden çıkmaktadır? Evrenin başlangıcı olduğunu teorik olarak Penrose ile beraber ispat ettiğini söyleyen bir kişi, diğer yandan bir başlangıcın olmadığını nasıl söyler? Hele hele Hawking’in en son kitapları da dahil tüm çalışmalarında, Penrose ile beraber yaptığı çalışmalara sahip çıktığını, bunları hiç reddetmediğini düşünürsek, bu çelişki nasıl açıklanabilir?
HAYALİ ZAMANIN İŞİN İÇİNE SOKULMASI
Big Bang ile ilgili bilgimiz Planck zamanına kadar gitmektedir. Planck zamanı, Big Bang’ten sonraki saniyedir. Bu sayıyı yazmaya üşenmezseniz şöyle de yazabilirsiniz: 0.0000000000000000000000000000000000000000001 saniye.
Hawking de bilgimizin buraya kadar gittiğini kabul etmekte, fakat Big Bang başlangıcı ile bu zaman dilimi arasındaki bilinememezlikten rahatsızlık duymaktadır. Bu zaman diliminde sıcaklık Kelvin gibi müthiş bir değere ulaşmaktadır. Bu sıcaklık yüzünden, kütle çekim kuvveti, nükleer kuvvet ve elektromanyetik kuvvetlerin hepsi birleşmekte ve bu zamandan öncesi bilimsel olarak tanımsız olmakta, fizik kuralları durmaktadır.
Hawking, “fizik kurallarının” kesildiği bu andan rahatsız olmaktadır. O’na göre bu nokta fizik kurallarının bağımsız geçerliliğine bir darbedir. Hawking, “Ceviz Kabuğundaki Evren” kitabında, bu rahatsızlığını şöyle dile getirmektedir: “Eğer bilim kanunları evrenin başlangıcında askıdaysa, başka zamanlarda da yanlış olamazlar mı?” Hawking, evrenin ve fizik kanunlarının evren dışı bir Güç tarafından yaratıldığı, evrenin ve fizik kanunlarının O’na bağımlı olduğu fikrini pozitivist yaklaşıma aykırı görmekte, her şeyi mutlaka mevcut fizik kanunları çerçevesinde açıklamaya çabalamaktadır. Zamanın “gerçek zaman” olması halinde başlangıcı olması gerektiğini kabul eden Hawking, bu sonuçtan kurtulmak için “hayali zaman” (imaginary time) kavramını işin içine sokar.
Buna göre Planck zamanından öncesi “hayali zaman” kavramıyla açıklanacaktır ve bu zamandan önce, Einstein’ın formülleri bir kenara bırakılacak, evrenin boyutu çok küçüldüğü için kuantum kuramının belirsizlik ilkesinden yararlanılacaktır. Bu yüzden buna Kuantum Çekim modeli de denmiştir. Evrenin boyutunun küçüldüğü fakat yoğunluğunun arttığı bu durumda, kuantum durumunun geçerli olduğunu iddia etmek için ne bir delil ne de akılcı bir neden vardır. Evrenin bütün yoğunluğunun tek bir noktaya sıkıştığı bu durumu, atomun içinde geçerli olan kuantum durumuyla aynı görmek hiç de mantıklı değildir.
SADECE FİZİK KURALLARIYLA SINIRLI KALMAK ARZUSU
Hawking formüllerin içine “hayali zaman” kavramını sokarak, Penrose ile beraber çalışmalarında vardığı evrenin ve zamanın başlangıcı olduğu sonucundan kaçınmaktadır. Penrose ile çalışmaları ise “gerçek zaman” için yine geçerli olduğundan, onlardan da vazgeçmemektedir. Hawking, Zamanın Kısa Tarihi isimli kitabında şöyle demektedir: “Gerçek zamanda, evren, uzay-zamanın sınırını oluşturan ve bilim yasalarının işlemediği tekilliklerde başlamakta ve son bulmaktadır. Fakat hayali zamanda, tekillikler ve sınırlar bulunmamaktadır.” Bu durumu şöyle özetleyebiliriz:
1- Hawking, zamanı “gerçek zaman” olarak ele aldığımızda, zamanın başlangıcı olduğunu kabul etmektedir.
2- Hawking, zamanı “hayali zaman” olarak ele aldığımızda, evrenin zamansal bir başlangıcı olduğundan kaçınabileceğimizi söylemektedir.
Hawking, evrenin hayali zamandaki tarihsel başlangıcını Güney Kutbu’na benzetmektedir. Ona göre “Başlangıçtan önce ne oldu?” diye sormanın hiçbir anlamı yoktur. Bu tür hayali zaman, Güney Kutbu’nun güneyindeki noktalar kadar tanımsızdır.
Hawking, Tanrı’nın varlığını hiçbir zaman ateist bir tavır ile inkar etmez. Fakat O, Tanrı’nın varlığına başvurmadan açıklanacak bir evren tasarımı yapmaya uğraşmaktadır. Böylece evreni açıklamak için Tanrı’ya olan ihtiyaç yok olacak, fizik kanunları ile her şey açıklanabilecektir. Hawking, “Zamanın Kısa Tarihi” kitabında açıkça “Zaman ve uzayın sınırsız ve sonlu olduğu düşüncesinin yalnızca bir öneri olduğunu vurgulamak isterim” demektedir. O, zamanın, Güney Kutbu gibi sonlu ama sınırsız (başlangıçsız) olduğuna dair yaklaşımının, bilimsel gözlem ve verilere dayanmadığını açıkça söylemektedir. Bu önerisi, O’nun, fizik kurallarının bir başlangıçla kesilmesini psikolojik olarak istememesinden kaynaklanmaktadır.
HAYALİ ZAMANIN GERÇEKLİĞİ
Hawking, “hayali zaman”ın varlığını önerirken, kendi uzmanlık alanı olan fizikten felsefeye geçmektedir. Çünkü bu kavram bilimsel gözlem ve deneyden kaynaklanan bir kavram değildir. Benim gibi, bilgide bölünme olmadığını, felsefe ve fizik gibi bilgi alanlarının hepsini gerçekliğe ulaşmak için birleştirmek gerektiğini savunan biri, bir fizikçinin felsefe yapmasını, bir felsefecinin fiziki problemlere girmesi kadar hoş karşılar. Fakat sorun Hawking’in felsefe yapması değil, ne kadar doğru felsefe yaptığıdır. Bu noktada “hayali zaman” kavramının fizik ve felsefe açısından gerçekliğini tartışma aşamasına geliyoruz. Soruyu felsefi ağız ile sorarsak “Hayali zamanın ontolojik gerçekliği nedir?” ana sorumuzdur.
Aslında Hawking, Zenon’un ve Russell’ın gerçek ile zihinsel kurguyu karıştırmasındaki hataya düşmüştür (“Evrenin başlangıcı olduğunun felsefi delilleri” başlığı ile bu konuyu önceden işledik). Kurguladıkları matematiğin gerçeklikteki karşılığı ile ilgilenmeden, sırf karşılarındaki sayılarla ilgilenenler bunu anlayamamışlardır. Oysa evreni açıklamak için matematiksel formüllere başvuranlar, kurguladıkları matematiğin gerçeklikteki karşılığıyla ilgilenmek zorundadırlar. Çünkü fizik, matematiği alet olarak kullanan bir bilimdir. Kurgusal olup, gerçeklikte karşılığı olmayan matematiğin, fizik ile bir alakası yoktur.
Güncel hayattan bir örnek ile “gerçeğin matematiğinin” ve “zihinsel kurgunun matematiğinin” farkını göstermeye çalışacağım. Üç kişinin, üç ayrı elma ağacını düşünelim. Bence bunlardan ikisi bazı durumlarda, üçüncünün elma ağacındaki elma sayısını bilmeden “Bizim üçümüzün elma ağaçlarındaki elmaların sayısı 100’den fazladır.” diyebilirler. Örneğin bu ikisi sırf kendi elma ağaçlarındaki elmaları sayıp birinci ağaçta 70, ikinci ağaçta 80 elma saymış olabilirler. Oysa Hawking gibi matematiği sırf kurgusal olarak düşünen biri, yaptığı formüllerin evrendeki gerçekliğe karşı gelip gelmediğine aldırmadan bu formüllerle başarılı bir şekilde oynadığı için, bizim üç ağaçtaki elmaların hiçbir şekilde 100’den fazla olduğunu bilemeyeceğimizi, üçüncü ağacın elma sayısını her zaman bilmek zorunda olduğumuzu söyler. Biz eğer “Nasıl olur? Sırf iki ağaçta 150 elma var!” dersek, O da bize “ya üçüncü ağaçta (-60) elma varsa ne yapacaksınız? 80+70+(-60)=90 eder.” der ve sizi mat etmenin sebep olduğu rahatlık ile gülümser!
Basit elma ağacı örneğinde; Hawking gibi matematiği gerçekteki karşılığına bakılmayan formüller olarak görenlerle, bizim gibi düşünenler arasındaki fark görülmektedir. Hawking birçok yerde matematiksel formüllerin gerçeklikteki karşılığı ile ilgilenmediğini söylemektedir. Örneğin “Ceviz Kabuğundaki” Evren kitabında şöyle demektedir: “Bununla birlikte, pozitivist açıdan bakıldığında bir kişi neyin gerçek olduğunu belirleyemez. Yapabileceği tek şey içinde yaşadığımız evreni tanımlayan matematiksel modeli bulmaktır.”
Oysa “hayali zaman”ın, bırakın gerçeklikte bir karşılığının bulunmamasını, gerçekliğe tamamen aykırıdır da. Hawking’in, “Zamanın Kısa Tarihi” ndeki “hayali zaman” tanımı bunu göstermektedir: “Birisi hayali zaman içinde ileriye doğru yol alıyorsa, dönüp geriye gidebileceğini de düşünebiliriz. Bu demektir ki hayali zaman içinde ileri ve geri yönler arasında önemli bir ayrım yoktur.” Hepimiz zamanın tek yönlü olduğunu ve geri çevrilemeyeceğini biliyoruz. Hiçbirimiz “Geriye dönüp de büyükbabasını öldüren birine ne olacak?” şeklinde bir soruya “Bu zamanın tanımına ve gerçekliğine aykırıdır” dışında bir cevap vermek zorunda değiliz. Görüldüğü gibi Hawking, elma ağacının problemini kağıda (-60) elma yazmayla çözdüğünü zanneden kişi gibi, matematiksel formüllerde zamanı hayali olarak kurgulayabilme ile gerçekte zamanın hayali olmasını karıştırmıştır.
Evrensel gerçeklikle kurgusal matematiği karıştırmak, gerçeklikten kopuk birçok matematikçinin düşmüş olduğu bir hatadır. Hawking’in zaman konusunu ele alırken yaptığı bu hata, O’nun, felsefi değerlendirmeler yaparken fizikteki kadar başarılı olmadığını göstermektedir. Aslında bu başarısızlığın asıl sebebi “Ben nasıl gerçekliği kavrarım?” çabası yerine “Ben kafamdaki kurguyu nasıl doğru çıkartırım?” zorlamasıdır.
HAWKING’İN KABULLENDİĞİ BİR HATASI
Hawking, zamanı Kuzey ve Güney Kutbu benzetmesi ile anlamaya çalışmasının kendisini önemli bir hataya düşürdüğünü kabullenmektedir. Hawking, “Zamanın Kısa Tarihi” isimli kitabında yanılgısını şöyle aktarır: “İlk önceleri, evren çökmeye başladığı zaman düzensizliğin azalacağına inanıyordum. Çünkü evrenin yeniden küçüldüğü zaman düzgün ve düzenli duruma dönmesi gerektiğini düşünüyordum. Bu, büzülme evresinin, genişleme evresinin zaman içinde tersi gibi görünmesi anlamına gelmekteydi. Büzülme evresindeki insanlar yaşamlarını geriye doğru yaşamalıydılar: Doğmadan önce ölmeleri ve evren büzüldükçe gençleşmeleri gerekmekteydi… Birazcık, dünyanın yüzeyi ile kurduğum benzetmeden dolayı yanılgıya düştüm. Eğer evrenin başlangıcının Kuzey Kutbu’na karşı geldiğini düşünürsek, evrenin sonunun da, nasıl Güney Kutbu, Kuzey Kutbu’na benziyorsa, başlangıcına benzemesi gerekirdi. Ama, Kuzey ve Güney Kutupları hayali zaman içinde evrenin başlangıcına ve sonuna karşılık gelmektedir… Bir yanlış yaptığımı anlamıştım: Sınırsızlık koşulu aslında, düzensizliğin büzülme evresinde de artmayı sürdüreceğini söylemekteydi. Evren küçülmeye başladığı zaman, ya da karadeliklerin içinde, zamanın termodinamik ve psikolojik okları yönlerini değiştirmeyecekti.”
Zaman tek yönlü işler. Zamanın en önemli kavramları “önce” ve “sonra”dır. “Sonra”, hep “önce”yi takip eder. “Sonra”nın sebepleri hep “önce”dedir. Bir filmi tersten izlediğimizi düşünelim. Normalde geriye işlemeyen zamanı, filmi sondan izlerken geriye işletmiş gibi oluruz. Bu filmde mantıki tutarlılık yoktur ve evrende böyle bir geriye sarma mümkün değildir. Bu örnekte, filmi sondan izlediğimizde, sebeplerle etkilerin yerini değiştirmiş oluruz, fakat zamanın içinde “önce” ile “sonra”nın arka arkaya gelmesinden yine kendimizi kurtaramayız. Yaptığımız “önce” ve “sonra”nın mantıki tutarlılığını yok etmektir, fakat “önce” ve “sonra” kavramları yine mevcuttur. Zamanın tek yönlü işleyişine ve “önce”, “sonra” kavramları üzerine kurulu oluşuna herkes tanıktır. Daha evvel değindiğim gibi, entropi sürekli arttığı için, termodinamik ok da tek yönlü ilerler.
Ana konumuz açısından bir sonucu değiştirmese de, Hawking’in termodinamik oku ile insanın psikolojik okunun aynı yönde ilerlediğine dair fikrini de yanlış bulduğumu belirtmek istiyorum. Evrende hem zamanın tek yönlü ilerlediği, hem de entropinin artarak tek yönlü ilerlediği elbetteki doğrudur. Fakat bu ikisini özdeşleştirmek hatadır. Evrende toplam entropi sürekli artar, bir odanın ufak bir bölgesinde klima çalıştırıp, klimanın makinesini odanın dışına çıkartıp, pekala bir odanın köşesindeki entropiyi düşürebiliriz. Ama ne yaparsak yapalım toplam entropi hep artar. Oysa ne yaparsak yapalım hiçbir insanın zaman kavramını değiştiremez, psikolojik oku ile oynayamayız; kimsenin “önce” ve “sonra”sının yerlerini bir an bile değiştiremeyiz. Zaman, her insan için ve evrenin her noktası için, her an, tek yönlü akar. İlerleyen zaman, hiçbir zaman “toplam zaman” kavramıyla ifade edilmesine bağlı olarak tek yönlü değildir, oysa termodinamik ok hep “toplam entropi” ile ilerler. Ayrıca insanın zamanı algılayışıyla Entropi Yasası arasında mutlak bir örtüşme gösterilemez. İnsanlar, Entropi Yasası’nın farkına varmadan evreni algılarlar, eğer sistemdeki entropi artıyorsa, insanın zaman algısının değişeceğine dair mantıki hiçbir gerekçe yoktur. Bu da psikolojik ok ile termodinamik okun farklı olduğunu gösterir ve Hawking burada da yanılmaktadır. Görülüyor ki Hawking, entropinin tek yönlü akışı ile zamanın tek yönlü akışını özdeşleştirme ( paralel olanı özdeş sanma) hatasına düşmüştür.
HAWKING VE BİLİM-KURGU
Bizi ilgilendiren asıl konuya dönersek, Hawking’in kendi itiraflarından, zaman konusu hakkındaki yanlış değerlendirmelerinin kendisini düşürdüğü hatalar bellidir. Kim bilir bunun belki de bir nedeni Hawking’in bilim-kurguya olan merakıdır ve O, kitaplarında bir bilim-kurgu heyecanı oluşturmak istemektedir. Onun sonradan yanlışlığını anladığını söylediği; önce ölüp, sonra yaşayıp, en sonunda da doğacak olan insan fikri, bu heyecanı hem Hawking’in zihninde, hem de okuyucularda oluşturabilmektedir. Hawking’in fikirleriyle ilgilenenlerden, hatta onun projeleri için para bulunmasını sağlayanlardan biri en ünlü bilim-kurgu yapımcısı Spielberg olmuştur. Bu ikili buluşmalarında birbirlerine iltifatlar etmiş, Hawking şaka yaparak çevireceği filmin isminin “Dördüncü Geleceğe Geri Dönüş” olması gerektiğini söylemiştir.
Hawking’in zaman hakkındaki yaklaşımlarının gerçek dünyada karşılığı yoktur, felsefi olarak söylersek bu zaman anlayışının ontolojik bir değeri yoktur. Cavalleri’nin dediği gibi: “Gözlemlere dayanan her değer gerçek bir sayı ile ifade edilmelidir, yoksa o hayali bilimin veya bilim-kurgunun konusudur.” Hawking fizik teorilerin sadece matematiksel modeller olduğunu ve bu modellerin gerçeğe karşılık gelip gelmediklerinin önemsiz olduğunu söylemiştir. Bu zihniyet Hawking’in “hayali zaman” kavramını oluşturmasına ve bu hayali zamanda bir bilim-kurgu filminde olduğu gibi ileri-geri gidebileceği iddiasını ortaya atmasına sebep olmuştur. Cavalleri’nin, gözleme dayanan gerçek sayıları kullanmayanların, bilim-kurgu yaptıklarını söylemesi, ne kadar da doğrudur!
Hawking’e getirilen diğer bir eleştiri ise, Hawking’in modelinde evrenin başına gittiğimizde gerçek zamandan hayali zamana geçişte, zaman kavramının uzaysal boyutlarla eşitlenmesidir. Uzayın boyutlarında arada olmak esastır; örneğin X ile Y doğrusunun ortasında A noktası var olabilir ama zamanda “öncelik” ve “sonralık” esastır. Örneğin: B olayı, C olayından öncedir, C ise D olayından öncedir gibi. Hawking’in yaklaşımında zaman, uzayın diğer boyutları ile aynı kategoride kabul edilir ve kendine has özelliği göz ardı edilir.
Hawking’in en büyük sıkıntılarından biri “hayali zaman” ı, “gerçek zaman” a bağlamaktır. Hayali zamanda, kuantum durumundan nasıl gerçek zamana geçilmiştir? Hawking’in hayali zaman ve gerçek zaman konusundaki sıkıntısını, Zamanın Kısa Tarihi isimli kitabının şu sözlerinden anlayabilirsiniz: “Bundan dolayı gerçek zamanın mı, yoksa hayali zamanın mı gerçek olduğu sorusunu sormanın anlamı yoktur.” Hawking’in hayali zaman tasarımı, ne felsefe, ne fizik, ne de sağduyu açısından geçerlidir. Hawking, uydurduğu bu kavramdan gerçek zamana nasıl geçildiğini hiçbir zaman gösterememiştir.
HAWKING VE POZİTİVİZMİ
Evrenin başlangıcında Planck zamanında, bütün fiziksel kanunlar yok olur. Bu durumda tam bir tarif edilemezlik hatta hayal bile edilemezlik vardır. İbni Sina, yokluğun bir şey olmadığını, o yüzden hayal bile edilemeyeceğini söyler. Evrenin ilk hali İbni Sina’nın “yokluk” tanımına tam uymaktadır. Yokluktan beklenen tarif edilemezlik ve fiziksel kanunların yokluğu durumu, evrenin başlangıcında vardır. Evrenin başlangıcına dair matematiksel formüller, evrenin bu durumunda yoğunluğun sonsuz olduğunu göstermektedir. Oysa evrendeki hiçbir şeyin yoğunluğu sonsuz olamaz, bu durum da evrenin başlangıcının yokluğa karşılık geldiğini desteklemektedir. İşin ilginç yanı, bilimsel formüller ve matematik hesaplar, evrenin tam başına geldiğimizde fizik kanunlarının işlemeyeceğini göstermektedir. Kısacası bilimsel formüller, evrenin başlangıcının “yokluk” ile aynı tanımlara sahip olduğunu göstermektedir. Evrenin başlangıcında uzayın yok olması, zamanın durması da bu başlangıç durumunun yokluğa denk olduğunu göstermektedir. Uzay ve zamanın olmadığı maddi bir varlık tarifi mümkün değildir.
Görülüyor ki Stephen Hawking bu sonucu görmüştür ve kendisinin de belirttiği gibi fiziksel kanunların kesilmemesini arzu etmektedir. Birileri Hawking’e arzu edilenle gerçek olanın farkını anlatmalı! Hawking bunun üzerine kendi pozitivizmini evrene yüklemek için “hayali zaman” kavramını tasarladı. Hawking’i pozitivizmin kelamcısı (pozitivist-dinin savunucusu) olarak görebiliriz, O kendi dinine inançlı Hristiyan arkadaşlarının çoğundan daha çok bağlıdır. O, evrendeki fizik kurallarının durduğu anı kabul etmeyi dinden çıkma (pozitivist-olmama) olarak görmekte ve “hayali zaman” ile direnmektedir. Fakat Hawking’in, fizikten felsefeye geçip felsefe yaptığı anlarda, başarılı olamadığı görülmektedir. Fiziki konuları iyi takip edemeyen birçok kişi, ne yazık ki O’nun, evrendeki gerçekliği tam açıklayan bilim yaptığını sanmakta ve kötü felsefesini fark edememektedirler. Ne yazık ki bilimsel konulardan uzak durmayı marifet sayan birçok felsefeci de Hawking’in “hayali zaman” konusundaki yanlışını ve bu yanlışı kurgulayış nedenini anlayamamışlardır. Görülüyor ki bu kavram hem felsefeye, hem fiziğe, hem de sağduyuya aykırıdır. Evrene ne bu kavramı, ne de Hawking’in pozitivizmini yüklemek mümkün değildir.

Hassas Ayarlı Evrene Karşı Sonsuz Evrenler İddiası


İnsancı İlke verilerinin “evrenin mükemmel ve kritik değerler ile var olduğu”  fikrini desteklemesi, evrenin tesadüfen oluştuğu  görüşünü benimseyerek evrenin yaratılmış olduğu inancına karşı çıkan materyalist çevreler tarafından “Çok Evrenler” (Many  Worlds-Multiverse) teorisinin ortaya atılmasına neden olmuştur.  İlk olarak 1957 yılında fizikçi Hugh Everett (1930-1982) tarafından ortaya atılan bu senaryo bazı çevreler tarafından, sonsuz bir  küme ve sonsuz bir ihtimaliyet oluşturarak İnsancı İlke’nin evre nin oluşumu hakkında ortaya koyduğu kritik değerleri sonsuz ile  kıyaslayarak önemsizleştirmek şeklinde yorumlanmıştı. Bu fikre
göre tek bir evrenden bir sürü evrenler oluşmuştur.(1)

Bütün ilâhî dinlerin en temel mesajı olan “Tanrı’nın varlığı,  birliği ve O’nun evreni yaratmış olduğu inancından hareketle” tarih boyunca gerek ilahi kitaplar gerekse inananlar tarafından evrendeki tasarıma dikkat çekilmiş, bu görüşe karşı olan materyalist ler ise söz konusu tasarımı ve Tanrı’nın varlığını reddetmişlerdir. Dine karşı bilimi kendine dayanak olarak gören materyalist anla yış, 20. yüzyıl modern biliminin verileri ile özellikle astronomik
ve fiziksel bulguları hayatın oluşabilmesi için gerekli olan hassas değerlerin bulunması gibi daha birçok bilimsel açıdan reddedilemeyecek kadar belirgin bulgular karşısında çaresiz kalmıştır.
Bu çaresizlikten hareketle evrenin bilinçli bir şekilde yaratılmış  olabileceği tezini kabul etmemek için “Belki de evrenimiz sonsuz sayıdaki evrenlerden biridir. Bizim evrenimiz de tesadüfen  yaşama uygun olmuştur” şeklinde bir iddia ile sonsuz evrenler  teorisini savunmaya ve bu teoriden hareketle Tasarım Kanıtı ve  İnsancı İlke tarafından sunulan verileri tesadüfler ile açıklamaya çalışmışlardır.  
İnsancı İlke’nin teistik yorumuna karşı tepkilerden biri de,  “evrenin gözlemlediğimiz gibi olması gerektiğine dair kesin bir  zorunluluk olmadığı” iddiasıdır. Bu anlayışa göre bazı anahtar
şartların farklı olabileceği ya da bazı başlangıç koşullarının değişik olabileceği (Big Bang gibi) kabul edilebilir. Nitekim fiziksel koşullar, yaşamın başlamasına zıt olsaydı hiçbir canlı var olamayacaktı. Bazı fizikçiler, bu fikri destekleyen modeller ortaya  atmışlardır. Buna göre evren, uzay ve zaman bakımından sonsuz olabilir. Bu durumda birbiriyle iletişime geçemeyecek kadar  uzak bölgelerin bir kısmında yaşam varken diğerlerinde olmayabilir. Bu durumun, termodinamik açıdan mümkün olmayan sınırlar  ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Bilindiği gibi bazı teorik iddialara göre evren yavaşlayan bir hızla genişlemektedir. Eğer bu yavaşlama devam ederse Big Bang ile başlayan evren, ‘Big Crunch’  (Büyük Çöküş) (2) denilen bir kapanmayla son bulacaktır. Ancak
bazı kozmolojistler bunun olası farklı başlangıç koşullarıyla yeni  bir evrenin başlangıcı olacağını söylerler. Bu anlayışa göre bu alternatifler geçmişte sayısız kez gerçekleşmiş, gelecekte de tekrar tekrar gerçekleşeceklerdir. Ancak bunların bazısının yaşama olanak verdiği, bazısının ise vermemiş olduğu kabul edilir.(3)Yapılan  son gözlemler evrenin genişleme hızının arttığını gösteriyor. Do -layısı ile bu hızdaki artış (tabi gözlem sonuçları ilerdeki ölçüm -lerde değişmezse) evrenin sonsuza kadar genişleyeceğini, hiçbir  zaman içine çökmeyeceğini söylüyor.(4)
 Sonuç olarak, evrenin sürekli içine çöküp patladığı iddiası hem mevcut gözlemsel verilerle (evrenin genişleme hızının artması) hem de entropi yasası ile  çelişiyor olduğu göz önünde bulundurulduğunda ve buna bir de  içine çöken bir evreni tekrar patlatacak bir mekanizma olmadığı
eklendiğinde; osile eden (sürekli genişleyen ve içine çöken) evren modelini kabul etmenin pek de kolay olmadığı açıktır. Dolayısıyla hem gözlemsel hem teorik sorunlar yaşayan bu modele
atıf yaparak, insan hayatını olanaklı kılan hassas ayarları açıklamak mümkün değildir.
Hugh Everett ‘Çok Evrenler Teorisi’ ile her ölçülebilir büyüklüğün her muhtemel değerine karşı gelen evrenler kümesi olduğunu ileri sürer. Bu sonsuz kümeden ise sadece birkaçı biyolojik
yaşam için gerekli özelliklere sahiptir. Ancak bu görüşün aşağıda belirtilen noktalarda aksadığı görülmektedir. 

•  Bu farklı dünyaların orijinal maddesi ve enerjisi nereden
geldi? Bu maddeler kendini organize etme özelliğine na -sıl sahip olabildi? Enerjinin korunumu kanunu ihlal edilmeden bu evrenlerin varlığı nasıl açıklanabilir?

•  Bu teoriyi destekleyen somut bir kanıt bulunmamaktadır.

•  Bu çok evrenlerin her birinde her nesnenin farklı bir
varyasyonu olmalıdır. Bazı evrende ‘İyi Hitlerler’ bile
olabilirdi. Yani buna göre her konunun sonsuz derecelenmesi olmalıdır.

•  Muhtemel bir Dünya’nın ayrılmalarının nasıl olup da yaşam için uygun evreni bir arada tuttuğunun ortaya konulması mümkün olmadığı gibi bu teori oldukça karışık olduğundan anlaşılması çok güçtür.(5)


Bu teori, Ockham’ın (6)  meşhur usturasına takıldığı gibi aynı  zamanda H. Everet’in bu fikrinin  “çok evrenler” yerine “çok dün yalar” olarak yorumlanması daha doğrudur. Çünkü her bir farklı olasılık aynı kökenden gelir ve aynı fizik yasalarına sahiptir.  Böylece evreni, “fiziksel gerçekliği olan her şeyi kapsayan” bir  kavram olarak tanımlarsak, her bir farklı olasılık, farklı bir dün -ya olur. Geçmişin Toplanması Yorumu olarak bilinen yorumda  S. Hawking, R. Feynman’ın “bir atom altı parçacık A’dan B’ye,  bu iki nokta arasındaki bütün fiziksel yolları alarak gider” şeklindeki yorumunu kullanır. Bu yoruma göre, söz konusu yollar  daha sonra ard arda toplanınca tek bir gerçek dünya belirlenebilir. Hawking bunu, evrendeki her bir parçacığın tüm muhtemel  yolları alacağını söyleyerek genişletir ve uzun bir zaman geçmesine izin verirsek şu anki evrene ulaşacağımızı söyler. (7) Ancak  bu izah, “evrenin neden art arda gelen anlar sonrasında tam bir
düzensizliğe dönmediği sorusunu” açıklayamaz. Şayet tüm yollar, tüm parçacıklarca alınıyorsa, düzenli durumdan çok daha fazla  düzensiz durum vardır. Buna göre çok düzensiz bir evren ile karşı
karşıyayız. Ayrıca bir an, geçmişte atomların düzene kavuştuğu -nu kabul etsek bile, oluşan bu düzende her bir parça, her an farklı  bir davranışa girecek ve düzeni korumak mümkün olmayacaktı.
Michael Corey’e göre bu ikilemden kurtulmanın tek yolu, söz konusu olasılıkların tümünün geniş aralığını, dar bir aralığa indirgeyecek her şeye gücü yeten Tanrı’nın varlığını kabul etmektir. (8)
Şayet evren, kazara meydana gelmiş olsaydı, onda geçmişteki  düzensizlikten kalan bir iz, bir hata olurdu. Ancak böyle bir hata  veya iz keşfedilmemiştir. Ünlü astrofizikçi ve matematikçi Roger
Penrose’a göre Big Bang, tamamen kara delikler de (Black Holes)
oluşturabilirdi. Ancak bütün bunların yerine hassas ve her yere  yayılmış maddeden oluşan bir evrene sahibiz. Penrose bu konuda şöyle söylemektedir:  Big Bang’in maddeyi homojen ve hassas bir şekilde dağıta-cak bir biçimde olması oldukça zordur. Düzensiz bir şekilde olsa
sadece kara delikler oluşurdu. Bu olasılık  10^10^30 ’da  1 dir.   Burada dikkat edilmesi ve üzerinde ısrarla durulması gereken  bir nokta vardır. Tanrı’nın varlığına duyulan gereksinim, evrendeki nedenini anlayamadığımız sorulara cevap olması için çıkmaz.  Evrendeki sayısız oluşum ve hassas ayarın ortaya çıkarmış olduğu  tablo doğal olarak, bir  Yaratıcı olmasını zorunlu kılmaktadır.(9)


Bununla birlikte bütün bu ‘Çok Evrenler Teorileri’ düzenin yanızca şans eseri uzun ya da sonsuz bir zaman sürecinde oluştuğunu kabul eder. Ancak bunun, evrenin sürekli olarak düzensizliğe gittiğini vurgulayan termodinamiğin ikinci kanununa göre nasıl  mümkün olduğu açıklanmamıştır.
Zaten söz konusu teori pek çok bilim adamı  ve felsefeci ta-rafından eleştirilmiş ve ciddiye alınmamıştır.  Örneğin Richard  Swinburne, çok evrenler iddiasını şu şekilde eleştirmektedir:

"Bir muhalif, birçok dünya teorisi olarak bilinen kuramı savunabilir. Eğer trilyonlarca evren varsa, onlar arasında olabilecek  bütün olası türden düzen ve düzensizlikleri göstererek, hayvanların ve insanların ortaya çıkmasına yol açacak basit, anlaşılabilir yasalar tarafından yönetilen bir evren olması kaçınılmazdır.  Doğru. Ancak bizimki dışında başka evrenlerin olduğunu düşün -mek için bir neden yoktur. Bildiğimiz her nesne, evrenimizin gözlemlenebilen bir bileşenidir veya böyle nesneleri açıklamak için  varsayılmıştır. Evrenimizin düzenliliğini açıklamak için, bir Tanrı
yerine trilyonlarca evren varsaymak, mantıksızlığın en üst düzeyi  gibi görünüyor. Bilimin doğal dünyanın ne kadar derinden düzenli olduğunu bize göstermedeki başarısı, bu düzenin daha da derin bir nedeninin olduğuna inanmak için güçlü gerekçeler verir. (10)


Stephen Hawking’in çalışma arkadaşlarından biri olan kozmolog Martin Rees ise bu konuda şöyle söylemektedir:

Bilim adamlarının birleştiği ortak noktalardan biri de 14.  yüzyılın başlarında Ockham’lı William tarafından ortaya konulan ‘Ockham’ın Usturası’ sınırlamasına riâyet etmeleridir… Herhalde hiçbir şey bu sınırlamayı, sonsuz bir evrenler dizisini kabul  etmekten daha şiddetli bir biçimde ihlal edemez! Ayrıca, gözlemlenemeyen ve muhtemelen de asla gözlemlenemeyecek olan böl gelere başvurmak pek de ‘bilimsel’ olmasa gerek. (11)


Bilimsel açıdan hiçbir gözlem ve deneye dayanmayan, ayrıca  tamamen hayalî ve  tutarsız bulunan  “Çok Evrenler Teorisi” fizikçi Paul Davies’in de eleştirisine maruz kalmıştır:

"Her şeye rağmen çok evren kuramcıları, teorilerine ilişkin  ‘öteki dünyaları’ asla -ilke olarak bile- denetleyemediklerini kabul ederler. Çok evrenlerin varlığının gözlemciler tarafından deneysel olarak doğrulanması ya da yalanlanması da mümkün değildir. Elbette, insan sonsuz bir Tanrı yerine sonsuz bir evrenler  dizisine inanmayı daha kolay bulabilir, ama böyle bir inanç gözlem ve deneye değil kişisel bir inanca dayanmak zorundadır."(12)

Alman matematikçi ve filozof Leibniz’in, Dünyamızın müm-kün dünyaların en iyisi olduğu görüşüne karşı olan bazı kişiler,

“Dünyada kötülük varsa bu dünya nasıl en iyisi olabilir?” diye  sormaktadırlar. Ancak kötülük olmayan bir dünyada düşünce ve  davranışlar kötülük olmaması için kontrol edilir ve sonuçta insanlar robotlara dönüşürdü. Bütün temel sabitler farklı olup yine de  bir yaşam meydana getirebilirdi. Ancak göz ardı edilemeyecek  husus çeşitli parametrelerin bir araya gelip İnsancı İlke’ye uygun
olarak yaşamı destekleyen bir çevre oluşturmasıdır. Ayrıca bundan daha iyi bir dünyanın nasıl olacağını gösteren bir yol yoktur.  Şu ana kadar hiç kimse, belli bir sabiti değiştirerek daha iyi bir
dünya elde edememiş aksine, daha kötüsünü elde etmiştir. Ayrıca Leibniz’in ‘ Radikal İyimserlik Prensibi’ bir yerde uygulanıp  bununla o yapının olabilecek en iyisi olduğu gösterilirse, evrenin
birliği-bütünlüğü göz önünde tutularak, aynı ilke her yerde uygulanabilir. Bu da Leibniz’in “şayet her şey lâyıkıyla göz önünde  tutulursa bu dünya, mümkün dünyaların en iyisidir” tarzındaki
iyimserlik görüşüne uyar.”(13)


İnsancı İlke’den hareketle ortaya çıkan sayısız ve mükemmel  oluşumları değersiz gösterme çabaları ile ortaya atılan senaryoların yanlışlık ve tutarsızlığı,  Dünya İlkesi (The World Principle)
olarak isimlendirilen bir anlayışla da ortaya konabilir.(14)

 Bu İlke,  İnsancı İlke’yi de kapsayan çok daha geniş bir prensip olarak karşımıza çıkar. Bu ilkeye göre, insanın var olması için gerekli olan  ‘olmazsa olmaz’ şartlar yanında, insanın varlığı için ‘olmazsa olmaz’ türden olmayan diğer tüm canlıların oluşumu için ‘olmaz -sa olmaz’ türden şartları ve mükemmellikleri de kapsayan daha  geniş bir anlayış ortaya konabilir. Örneğin bir arının ya da başka  bir hayvan veya bitkinin oluşumunu düşünelim. Bunların ortaya  çıkması ve insanların bütün bu canlılardan bu denli fazla biçimde  faydalanıyor olması, insanın varlığı için zorunlu şartlardan değildir. Etrafımızdaki canlıların ve besinlerin, insanın yaşamını sürdürebileceği oranda olmaması için hiçbir neden yoktur. Ancak etrafımızda kolayca gözlemlenebildiği gibi, ihtiyaç duyulandan çok
daha fazla hayvan, bitki, meyve gibi pek çok varlık ve besin bulunmaktadır. Bunlardan sadece birinin bile kendiliğinden oluştuğunu ya da varlığının bir amacı olmadığını iddia etmek, son derece anlamsız ve tutarsız olacaktır.

Dünya, canlılar için seçilmiş özel bir alandır. Bu alan, Tanrı’nın canlılar yaratmak suretiyle sanatını, gücünü sergileme alanıdır. Dünya içinde akıllı bir varlık olan insanın gözlemci olarak bulunması, bu serginin sebeplerinden biridir. Bu canlıların birçoğu, insanın varlığı için ‘olmazsa olmaz’lardan biri olmasalar bile, insana bal gibi gıdalar vererek, Tanrı’nın inayetini gösterirler. İnsanın
yanıbaşında bu kadar çok türden canlının var olması bir açıkla -maya muhtaçtır. Bunlar, insanın varlığı için gerekli olan şartları  gözlemlemesiyle açıklanamaz. Çünkü bunlar olmadan da insan var olabilirdi. Dünyanın içindeki oluşumlar ve özellikle bitkisiyle  hayvanıyla tüm canlılar, insanın ‘olmazsa olmaz’ ihtiyaçlarının  çok ötesinde; mükemmelliği, üstün bir sanatı ve kudreti göstermektedir. ‘Dünya İlkesi’, bizi, ‘İnsancı İlke’nin yöneldiği ‘olmazsa olmaz’ şartların dışındaki çok geniş bir alana yöneltmektedir.

Bu alana ‘İnsancı İlke’ye ilaveten şunlar da girmektedir :

•  Diğer tüm canlılar,
•  İnsanın yaşaması için “olmazsa olmaz” şartlardan olmayan mükemmellik göstergeleri ve
•  Sayılanların tamamının tek bir gezegende (Dünya) toplanması.(15)



İnsancı İlke’yi ateist bir anlayışla yorumlayanlar insanın var  olması için gerekli olan ‘olmazsa olmaz’ şartlara şaşırmamamız  gerektiğini söylemişlerdir. Dünya İlkesi ise olmazsa olmaz şart -ların dışındaki geniş bir alana dikkatleri çekmektedir. Bu alandaki diğer canlıların ve mükemmellik göstergelerinin herhan-gi biri için yapılacak olasılık hesabı  bilinçli  bir tasarımı ortaya
koyar ve bu yaklaşıma İnsancı İlke’ye yöneltilen itirazlar yöneltilemez. Etrafımızdaki canlılığın ve oluşumların bu kadar çeşitli renk, koku, tat, şekil ve özelliklerde olması; bunların dünya daki ekolojik düzeni sağlamaları; bazen, arıda oluğu gibi, kendi ihtiyaçlarından fazla üretim, bazen de sadece insanlar için üretim  yapıp ürün vermeleri, ayrıca insanlığın hizmetine verildiği gözlenen bunca güzellik, bütün bunların bilinçli bir şekilde üstün ve kudretli bir Tanrı tarafından insanlara sunulmuş nimetler olduğunu ortaya koymaktadır.



Dipnotlar .

1.  William Lane Craig, The Teleological Argument and The Anthropic Princip-le , s. 12

2.  Big Crunch: Evrenin tek noktadan başlayıp genişleyen sürecinin tam tersine bir
şekilde büzüşerek yeniden tek bir noktaya kapanması durumunu ifade eden bir
terimdir.

3.  Errol E. Harris, Cosmos and Anthropos , s. 9-10.

4.  Mark H. Jones- Robert J. Lambourne,   An Introduction to Galaxies and Cos -mology, Cambridge University Press, Cambridge (2004), s.  244.

5. Michael Corey, God and The New Cosmology The Anthropic Design Argu-
ment, Rowman&Littlefield Publishers, Boston 1993. s. 175.

6.  Ockhamlı  William,  1285-1347  yılları  arasında  yaşamış  ünlü  bir  filozoftur.
Ockham’ın usturası, gereksiz spekülasyonları önlemek, onlara değer vermemek
için, onun tarafından geliştirilen bir sınırlama ilkesidir. Bu ilkeye göre bir görün -güyü en az sayıda cisim ya da mekanizma ile açıklayan teori kabul edilmelidir.
Mevcut gözlemleri tek evren açıkladığına göre, sonsuz evrene atıf yapmak bu
ilkeye göre gereksiz ve yanlıştır.

7.  Stephen Hawking,  The Universe in A Nutshell, Bantam Books,  U.S.A. (2001),
s. 83-87

8.  Michael Corey, God and The New Cosmology The Anthropic Design Argu-ment, s. 178-179

9.  Michael Corey, God and The New Cosmology The Anthropic Design Argu-ment, s. 180-181

10.  Richard Swinburne, Tanrı Var Mı?, s. 60-61.

11.  Muhammed A. Esedî, Birliğin Teorisi, çev. Kerem Genç, Gelenek Yayıncılık,
İstanbul (2003),  s. 73.

12.  Paul  Davies,  God &The New Physics,  A  Touchstone  Book  Published  by
Simon&Schuster, New York (1984), s. 173-174.

13. Michael Corey, God and The New Cosmology The Anthropic Design Argu-ment, s. 196-199.

14. Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, 314-317., Caner Taslaman,
Big Bang ve Tanrı , s. 150-152.

15.  Caner Taslaman,  Big Bang ve Tanrı , s. 150.

Kur'an'i Simetri Argümanı



 Giriş

Argümanımız Kur'an'daki zıt eş anlamlı  ve ilişkili kelimelerin Simetrisi üzerinedir .
Argümanı sundukdan sonra İtirazlar da ele alınacakdır . Kur'an'da  Uğraşılarak dahi  yapılamayacak bir simetrik düzen vardır .Bu düzen insan aklının çok ötesindedir.



Argümanımızı Formülüze etmek gerekirse Öncüller şu şekilde olacaktır;

1. Bir metinde matematiksel karmaşık Planlı simetrik bir düzen varsa bunun bir zihin tarafından kasıtlı yapılmış olması rastgele ortaya çıkmış olmasından  çok daha rasyonel bir çıkarımdır .

2. Yaratıcı' dan geldiği İddia edilen Kur'an'da  Simetrik bir düzen mevcuttur.

3. Demek ki Kur'an  İnsan Uydurması olamaz .



"Yedi gök" tabiri 7 kere geçer. "Göklerin yaratılışı (halku semavat)" ifadesi de 7 kere tekrarlanır.


   YEDİ GÖK(seb’a semavat)
GÖKLERİN YARATILIŞI
(halku’s semavat)
7 kere

7 kere
"Gün (yevm)" tekil olarak 365 kere geçerken, çoğul yani "günler (eyyam ve yevmeyn)" kelimeleri 30 defa tekrarlanır. "Ay" kelimesinin tekrar sayısı ise 12'dir

      GÜN
GÜNLER          
AY
yevm
     eyyam,yevmeyn
şehr
365
30
12
"Bitki" ve "ağaç" kelimelerinin tekrar sayısı aynıdır: 26

         BİTKİ        
AĞAÇ
26 kere
26 kere
"Ceza (karşılık)" kelimesi 117 kere yer alırken, Kuran'ın temel ahlak özelliklerinden olan "mağfiret (bağışlama) " ifadesi, bu sayının tam 2 katı kadar yani 234 kere tekrarlanır.

         CEZA            
AFFETMEK
117 kere
2x117=234 kere
"De" kelimelerini saydığımızda çıkan sonuç 332'dir. "Dediler" kelimesini saydığımızda da aynı rakamı elde ederiz.

                 DE                
DEDİLER
332 kere
332 kere
"Dünya" kelimesi ve "ahiret" kelimesinin tekrarlanış sayıları da aynıdır: 115

                 DÜNYA                  
AHİRET
115 kere
115 kere
"Şeytan" kelimesi Kuran'da 88 kere geçer. "Melek" kelimesinin tekrar sayısı da 88'dir.

                   ŞEYTAN                  
MELEK
88 kere
88 kere
"İman" (tamlama almadan) ve "küfür" kelimeleri Kuran boyunca 25 kere tekrarlanır.

                   İMAN               
KÜFÜR
25 kere
25 kere
"Cennet" kelimesi ve "cehennem" kelimesi de aynı sayıda tekrarlanır: 77.

           CENNET             
CEHENNEM
77 kere
77 kere
"Zekat" kelimesi Kuran'da 32 kere tekrarlanırken, "bereket" kelimesinin tekrarlanış sayısı da 32'dir.

                  ZEKAT                
BEREKET
32 kere
32 kere
"İyiler (ebrar)" 6 kere tekrarlanırken, "kötüler (fuccar)" kelimesi ise tam yarısı kadar yani 3 kere geçer.

                İYİLER                 
KÖTÜLER
6 kere
3 kere
"Yaz-sıcak" kelimeleri ile "kış-soğuk" kelimelerinin geçiş sayıları da aynıdır: 5

        YAZ-SICAK               
KIŞ-SOĞUK
1+4=5 kere
1+4=5 kere
"Şarap (hımr)" ve "sarhoşluk (sekere)" kelimeleri de Kuran'da aynı sayıda tekrarlanır: 6

     ŞARAP            
SARHOŞLUK
hımr
  sekere
6 kere
6 kere
"Akletmek" ve "nur" kelimelerinin tekrar sayısı da aynıdır: 49

                 AKLETMEK                
NUR
49 kere
49 kere
* Sayımda “nur” kelimesinin sadece yalın halleri dikkate alınmıştır.
"Dil" ve "vaaz" kelimeleri eşit sayıda -25 kere- tekrar edilir:

                    DİL                    
VAAZ
25 kere
25 kere
"Yarar" kelimesi 50, "bozma" kelimesi de 50 kere tekrarlanır.

                YARAR                  
BOZMA
50 kere
50 kere
"Ecir" ve "fail" kelimelerinin tekrar sayısı da aynıdır: 108

                 ECİR                  
FAİL
108 kere
108 kere
"Sevgi" ve "itaat" kelimelerinin tekrar sayısı aynıdır: 83

                  SEVGİ                  
İTAAT
   83 kere
83 kere
"Dönüş" ve "sonsuz" kelimeleri, eşit sayıda yer almaktadır: 28

                 DÖNÜŞ                 
SONSUZ
28 kere
28  kere
"Musibet" kelimesi ve "şükür" kelimesi, Kuran'da aynı sayıda geçmektedir: 75 kere

                MUSİBET                 
ŞÜKÜR
75 kere
75 kere


İtirazlar

- Muhammed bunu kendi planlıyabilir. Bunun  İllaki Üstün bir güç tarafından konulması gerekçeçektedir.

Bu çok mantıksız bir itirazdır. çünkü Muhammed sav bunu kendine yarar sağlamak için uydurmuşsa ve insanalra bunu göstermeyi planlıyorsa , 23 yıl  boyunca bunu  hesaplayıp  Bu sistemi oluşturmalı
ve İnsanlara bu sistemi göstermeli ki bunun  Uydurma olabilme ihtimalini ele alalım ancak böyle bir olay mevcut değildir Peygamber kendi sahte bir mucize olarak bunu sunacaksa niye kimseye söylemesin bu irrasyonel saçma bir itirazdır

-Hitler'in Ünlü Kavgam eserinde de bu tarz bir simetri  var , o zaman hitler peygamber mi ?
Hitler bunu nasıl yapmış olabilir?


Bu noktanın doğru yorumlanması gerekir. Mesela bu özelliğin istatistiksel açıdan her kitapta olduğunu söyleyen bazı insanlar çok büyük bir yanılgı içindedir. Böyle bir iddia müddeilere zarar vermektedir. Çünkü bu şekilde her kitaptan birçok sembolik uyumlar bulma yükümlülüğü altına girerler. Bazıları Adolf Hitler’in bir kitabının internet çevirisini esas alarak bazı sayımlar yapmış ve uyumlar bulmuşlar. Bu çok talihsiz bir iddiadır. Çünkü bunu söylemekle her kitaptan benzeri uyumların çıkartılabileceği söylenmiş olur. Bu ise isteyen her insanın deneyebileceği üzere mümkün değildir.(*)

Meselenin esası da şudur ki, Hitler’in kitabını bu insanlar kendileri manipüle etmiştir. Yani hile yapmışlar. Eğer aksini iddia ederlerse birçok “bilinen” kitaptan bu iddialarının test edilmesinin devamını getirmeleri beklenir. Yani birçok kitapta böyle uyumlar bulmaları lazımdır.- Algıda seçicilik

Başka komik de olsa cevap vermem gereken bir iddia  ise bunların bizim aklımızın bir oyunu olduğudur. Yani  eşit sayıda  2 sayıyı görünce biz onları  öyle ilişkilendirip mucize iddialarında bulunuyormuşuz , zaten argümanı anlamayan birinin idddiası olabilir bu çünkü kelimeleri biz kafamıza göre seçmedik bunlar zıt veya eş anlamlı zaten ilişkili kelimeler gün "yevm" kelimesinin 365 kere geçmesi ay " şehr " kelimesi  aklımızın bir oyunu falan değildir . açıkca ilişkili mucizevi bir simetri mevcuttur .



Sonuç :

Kuranın İnsan Uydurması Olma olasılığı  çok irrasyonel ve  ihtimal dışıdır .