Kötülük Problemi Üzerine



Kötülük problemi


(Argümanı) Kötülük Argümanı Tanrı kötülükleri ortadan kaldırmak ister veya istemez; istemezse iyi değildir. İsterse gücü yeter veya yetmez; yetmezse her şeye gücü yeten değildir. Yetiyorsa ve istiyorsa neden kötülükler var? en genel şekilde bu yöndedir argüman .

Kötülük ve iyilik , ahlak gibi ancak Allah varsa temellenebilecek kavramlar. Ancak zaten Allah varsa gerçek anlamda olabilecek bir kavramdan yola çıkarak Allah'ın yokluğuna dair delil kurulması argümanın zaten kendi ile çeliştiği anlamına gelecektir. Lewis'ın da dediği gibi ;

"Tanrı’ya karşı argümanım evrenin oldukça zalim ve adaletsiz göründüğünden yola çıkıyor. Ama zalimlik ve adaletsizlik fikrine nasıl sahip oldum? Düz bir çizgi hakkında fikir sahibi olmadığı sürece insan bir çizgiye eğri diyemez. Evrene adaletsiz ve zalim dediğimde onu neyle kıyaslıyorum?"

Eğer ben nedeni bilinmeyen ama doğaüstü olmadığına iman ettiğim ve ilerde bir gün natüralist bir açıklamasının bulunacağına inandığım ve umduğum rastgele bir  patlama ile ortaya çıkmış madde yığınından başka hiçbirşey değilsem ve eğer ben irrasyonel bilinçsiz oluşmuş bu evrenin hesaba katmadığı kaostan fırlamış kıytırık bir yaratıksam ben birşeyin doğru ya da yanlış olduğunu ne ile söyleyeceğim ? Allah yoksa da küçük bir çocuğa işkence edilmesini kötü karşılarız.Burdaki asıl mesele neden kötü olduğunun mantıklı bir nedenini sunup sunamamakdır.  Eğer ben doğanın rastgele ortaya çıkarmış olduğu bir madde yığını isem ve 50,60 yıl boyunca canlılığımı muhafaza edip bu evrende yok olacak isem Bir bebeğe tecavüz etmemin hiçbir rasyonel nedeni yoktur.

Bazı A-teistler hala argümanın savunulabileceğini düşünüyorlar.' karşı tarafın bakış açısıyla hala savunulabilir. ' vb. ifadelerle. Bu kendi içindeki Paradoxa rağmen argümanı kabul etsek bile, imtihan,irade gibi kavramlarla çok rahat açıklamlara kavuşturulabiliyor.Kendi içinde tutarsız bu argümanı ciddiye alacaksak bile kötülüklerin sebebinin açıklanamaması Yaratıcı'nın varlığını inkar etmek için bir nedeni olamaz .

Ayrıca eğer ontolojik kötülüklerde Tanrı' nın yokluğuna bir argüman kurulacaksa evrendeki ontolojik iyiliklerden de ateizmin evrende gözlemlenen iyiliklerin varlığını açıklayamadığı , fakat teizmin bunu başarıyla açıkladığı gündeme getirilebilir. ( Kuantum teorisi ile ilgili Kitabında Caner Taslaman da bu iyilik problemine atıf yapmaktadır.) Birçok kuşun kendisinin olmayan yavruları beslemesinden, karıncaların ve arıların ayrıntılı bir şekilde belirlenmiş birçok fedakarlık içeren iş bölümlerine kadar doğada özgeci davranışlar var. Cansız maddenin ve dogal seleksiyon gibi rekabeti ön plana çıkartan bir mekanizmanın, nasıl olur da 'iyilik' olarak niteleyebileceğimiz özgeci davranışları oluşturduu, ateist yaklaşım için önemli bir sorundur. Bazı kesimler buna  'Akraba seleksiyonu' ile itiraz etmişlerdir.Balina ve yunusların hastalıklı canlılara yaptıklara yardımlar veya kimi canlı türlerinde genetik havuza katkısı olmayacak yaşlı akrabalarayapılan yardımlar bu cinstendir. yapılan özgeci davranışların biyoloji yasalarına balı olduğunu söylemek 'iyilik sorunu'nu ateizm adına çözmez.Swinburne'ün ifadesi ile bu sonuçların ortayaçıkmasına sebep olan mevcut doğa yasalarınn neden varolduğu bir açıklama gerektirmektedir.Nasıl oluyor da, cansız madde belli bir birleşime kavuşunca, bu kadar farklı canlıda, bu kadar çeitli özgeci davranışa sebep olacak potansiyeli içinde barındırıyor sorusu kolayca geçiştirilebilecek bir soru değil.

Kendi içinde tutarsız kötülük argümanına yapılan açıklamalardan biri olan özgür iradeye de çeşitli itirazlar mevcuttur. Cennette de özgür olursak orda da kötülük olacağı bu sebeple bu izahın savunulamayacağı üzerinden çeşitli açıklamalar mevcuttur. Bu itirazlar tamami ile 'farazi'dir. ahiret aleminin de bu alem gibi olacağı zaten A priori olarak kabul edilerek ortaya atılmış bir itirazdır. kötülüklerin temelinde karşılanmamış arzular olur, alıp verememe meseleleri kavgalar çıkarır. Cennette bunlar karşılanacağı için öyle bir durum söz konusu olmaz. Cennetteki alemin tam olarak ne kadar bu dünyaya benzer oalcağı zaman algısının İnsandaki sezgilerin Sosyal yapıların nasıl şekilleneceği tamami ile bir sır ve muammadır .

Sonuç olarak , eğer ontolojik kötülüklerden Tanrı'nın yokluğuna argüman kurulacaksa ki  bu ancak Tanrı'yı  kabul eden bir paradigmadan kurulabilir. Eğer böyle bir argüman kurulabilseydi de evrendeki ontolojik iyiliklerden Tanrı'nın varlığınadair de  argüman kurulabilir.
Nitekim Antony Flew de ateizmden vazgeçişinin felsefi argümanları tekrar ele almasında büyük rol oynadığını belirtmektedir.

Nobel Ödüllü Abdüsselam





Abdüsselâm (1926–1996), Pakistan’ın küçük bir şehri olan Jhang’da dünyaya gelir. Pencab Üniversitesi’nde başladığı lisans eğitimini Cambridge Üniversitesi’nde tamamlar. Girdiği bütün imtihanlardan en yüksek notu alır ve 1949’da matematik ve fizik bölümlerinden birincilikle mezun olur. 1952’de kuantum elektrodinamiği üzerine yazdığı doktora teziyle de bilim dünyasında yavaş yavaş tanınmaya başlar. 1954–1957 yılları arasında Cambridge Üniversitesi’nde fizik dersleri veren Abdüsselâm’a, 1957’de ‘Imperial College’da profesörlük unvanı verilir. Böylece, 16 yaşında Lahor’a gelene kadar elektrikle tanışmamış bir köy çocuğu, 31 yaşında Imperial College tarihinin en genç profesörü olur.

Nobel kazandıran çalışması
Abdüsselâm’ın Nobel Mükâfatı almasını sağlayan çalışması, elektromanyetik ve zayıf nükleer kuvvetleri birleştirdiği ‘elektro-zayıf’ teorisidir. Yüce Allah, mikro-âlemden makro-âleme kadar bütün sistemlerde dört temel kuvvet (etkileşim) vazetmiştir. Bunlar kütle çekim (gravistasyon) kuvveti, elektromanyetik kuvvet, nükleer güçlü ve zayıf etkileşimlerdir. Çekim kuvveti, kütlesi olan bütün parçacıklar arasında yaratılır. Her kütleye, diğer bir kütleyi aralarındaki uzaklık arttıkça azalan bir kuvvetle çekme istidadı verilmiştir. Elektromanyetik kuvvet ise yüklü parçacıklar arasında yaratılır. Atom ve moleküllerin bir arada bulunması, elektronların atomun çekirdeği etrafında belirli bir yörüngede tutulması bu kuvvet vasıtasıyla gerçekleştirilir. Güçlü etkileşmeler, atom çekirdeklerinde tesirini gösterir ve dört temel kuvvet içerisinde en güçlü olanıdır. Proton-nötron, nötron-nötron, proton-proton etkileşimleri, bu kuvvet vesilesiyle olur. Zayıf etkileşimler ise, proton ve nötronların içindeki parçacık (nükleon) bozunmalarında vazife alırlar. Radyoaktif bozunmalar ve radyoaktivite bu kuvvetin vazife alanına girmektedir.
20. yüzyılın teorik fizikçileri arasındaki en popüler çalışmalardan biri de, bu dört temel kuvvetin aslında tek kuvvet olarak ifade edilip edilmeyeceğini araştırmak olmuştur. Isaac Newton’un keşfettiği ‘Evrensel Kütle Çekim Kanunu’ ile dünya ve uzaydaki mekanik, bir mânâda fizik ile astronomi birleşmişti. Daha sonraları James Clark Maxwell, elektrikî ve manyetik kuvvetlerin aslında tek bir kuvvet olarak ifade edilebileceğini gösterdi. Einstein ise ömrünün son 30 yılını, bütün kuvvetleri tek çatı altında toplayacak bir teori üzerine çalışmaya adadı. Fakat o zamanlardaki teorik altyapının bu zor problemin çözülmesi için yeterli olmayışı, Einstein’ın bu büyük hayalinin gerçekleşmesini engelledi. Teorik fizikçiler arasında Einstein’ın öncülüğünü yaptığı ‘Büyük Birleşik Teori’ (Grand Unification Theory) geniş bir alâka uyandırmıştı. Bu konuda yaptığı çalışmalar neticesinde Abdüsselâm elektromanyetik ve zayıf kuvvetlerinin yüksek bir enerji seviyesinde birleştirilebileceğini, tek kuvvet gibi ifade edilebileceğini matematikî olarak ispatladı. Bu ispatı kendisine, aynı konuda benzer çalışmalar yapan Weinberg ve Glashow ile birlikte 1979 yılı Nobel Fizik Mükâfatı’nı kazandırdı.

Çalışmalarında tevhid ve Kur’ân’ın tesiri
Abdüsselâm: “İslâm tevhid dinidir. Dinde böyle olduğu gibi marifette de tevhid-i efâl, tevhid-i sıfat ve tevhid-i Zât mertebeleri vardır. Niçin bütün eşyada birlik tecelli etmesin?” diyor ve Allah’ın zâtında, fiillerinde ve sıfatlarında bir ve tek olmasıyla, sözü edilen dört kuvvetin birliği ve tekliği arasında münasebet kuruyordu. 20. asrın büyük mütefekkirlerinden Bediüzzaman Hazretleri ise: “Her birliği bulunan, yalnız birden sudûr edecektir. Mâdem her şeyde ve bütün eşyada bir birlik var; demek onlar bir tek zâtın îcâdıdır.” (30. Söz) demiştir. Dolayısıyla, bugün fizikçilerin peşinden koştukları bu teori gösterildiği takdirde, bilhassa Bediüzzaman’ın Kur’ân’ı tefsir eden eserlerinde vurguladığı tevhid hakikatinin binlerce delilinden biri daha aydınlığa kavuşacaktır.
Kendine Nobel kazandıran çalışmada Abdüsselâm tevhidden ilham almıştır. Onun böylesine büyük bir buluşa dinî inançlarından yola çıkarak ulaşmış olması, günümüzde din ile bilimin çeliştiğini iddia eden materyalist düşünce sisteminin ne kadar yanlış bir yolda olduğunu gösteren en güzel örnektir. Abdüsselâm aynı zamanda temel parçacıkların simetri özellikleri üzerine de bazı çalışmalarda bulunmuştur. Simetrilerle neden ilgilendiğini Abdüsselâm: “Kainatın güzellik, simetri, âhenk ve intizam içinde, kargaşaya yer verilmeden Allah tarafından yaratıldığını düşünmek belki de benim İslâm mirasımdan geliyor olabilir. Bu yüzden benim ilim anlayışımda İslâm’ın büyük rolü var.” sözleriyle açıklamaktadır.
Mehmet Akif Ersoy’un veciz ifadelerle açıkladığı:
“Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.”
ufkunu Abdüsselâm’ın hayatında ve eserlerinde görmek mümkündür. ‘İslâm ve İlim’ konulu bir konuşmasına başlarken sarfettiği şu sözler, Abdüsselâm’ı daha yakından tanımamızı sağlayacaktır: “Her şeyden önce ifade edeyim ki, ben Müslümanlığa hem inanan, hem de onu tatbik eden bir insanım. Ben bir Müslüman’ım; çünkü Kur’ân’ın ruhî davetine inanıyorum. Kur’ân benimle kozmolojiden, fizikten, biyoloji ve tıptan alınan misâllerle, tabiat kanunları üzerindeki ilâhî in’ikasların bütün insanlığa hitap eden deliller olduğuna dikkat çekerek konuşuyor.”
Bu büyük fizikçi, kendisine Nobel takdim edilirken yaptığı kısa konuşmasında da yine Kur’ân-ı Kerîm’den âyetler okumayı ihmal etmemiştir:
“İslâm’ın Mukaddes Kitab’ında Allah şöyle buyuruyor: ‘Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak: Herhangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak, gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin geri döner. (Mülk:3-4)’ Netice olarak bu, bütün fizikçilerin inancıdır; araştırmalarımız derinleştikçe, hayranlık ve heyecanımız artar, gözlerimiz daha fazla kamaşır.”

Abdüsselâm’ın inancında samimiyeti
Abdüsselâm Imperial’da iken Bertrand Russell, Einstein, Robert Oppenheimer ve Wolfgang Pauli gibi tanınmış düşünce ve bilim adamlarıyla bir arada bulunmuştur. Abdüsselâm bir konuşmaları esnasında Allah’a iman etme şerefine eremeyen Bertrand Russell’a; “Allah’a iman olmadan insan, hata yapmaya daha çok meyillidir. Tarih gösteriyor ki Allah’a imanı olan insanlar, imanı olmayanlara kıyasla daha çok fedakârlıkta bulunarak insanlığa daha faydalı olmuşlardır.” diyerek imanın bu dünya için bile ne kadar gerekli ve önemli olduğunu vurgulamıştır.
Abdüsselam’la Einstein’ın ilk buluşmalarında bütün konuşmaları din üzerine olmuştur. Abdüsselâm, Einstein’a İslâm’daki tevhid hakikatini anlatmıştır. Einstein, onun fikirlerini dikkate almış, hattâ bu konuşmalar, aralarında belli bir yakınlığın doğmasına vesile olmuştur. Abdüsselâm derslerinde ve konuşmalarında yeri geldiğinde Kur’ân’dan âyetler okuyor ve inancını diğer insanlarla da paylaşıyordu. O, hiçbir zaman inancını saklama gereği hissetmemiş, inandığı değerleri hep savunmuş ve bu samimi davranışları dolayısıyla meslektaşları ve öğrencilerinden her zaman saygı görmüştür.

Allah’ın (cc) sonsuz ilmine teslimiyeti
Bilim tarihine bakıldığında bilim adamlarının yoğun çaba sarf ettikleri hâlde çoğu zaman hakikate ulaşamadıkları, sınırları zorlamalarına rağmen öteye geçemedikleri görülecektir. Abdüsselâm bu gerçeği ifade bâbında: “Bizler, Allah’ın hikmetini keşfetmeye çalışıyoruz. Elbette ki çoğu zaman tam mânâsıyla buna muvaffak olamıyoruz; ama bazen hakikatin küçük bir parçasını görmekle büyük bir memnuniyet duyuyoruz.” demiştir. Ünlü fizikçi Newton’un ölümüne yakın söylediği: “Ben kendimi sahilde oynayan ve parlak, güzel çakıl taşları arayan bir çocuğa benzetiyorum. Öte tarafta büyük bir hakikat okyanusu keşfedilmemiş olarak duruyor.” sözleri de aynı noktaya işaret etmektedir.
Abdüsselâm modern bilimin düştüğü hataya düşmemiş ve her zaman Hakk ve hakikat karşısında haddini bilmiştir. Yüce Yaratıcı’nın sonsuz ilmine teslimiyetini: “Fiziğin bugün sessiz kaldığı, belki yarın da sessiz kalacağı problemler hakkındaki şahsî inancım, İslâm’ın zamanlar üstü mânevî mesajıyla ifade edilmiştir. ‘İşte kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir muttakilere. O muttakiler ki görünmeyen âleme inanırlar…” (Bakara/2-3) diyerek belirtmiştir. Abdüsselâm’ın ilmin sınırlı olduğunu belirtmesi ve gözüyle görmediğine inanmayan bilim adamlarına ‘gayb’ı hatırlatması dikkate değerdir.
Abdüsselâm, İslâm’ın bilime katkısını görmezden gelen bilim adamlarına en büyük dersi yine Nobel alırken yaptığı konuşmada vermiştir: “Bilim dünyası bütün insanlığın ortak mirasıdır. Doğu ve Batı, Kuzey ve Güney eşit olarak bilime iştirak etmiştir.” O, 8. asır ile 12. asır arasında gelişen ilmin tamamıyla Müslümanlara ait olduğunu üstüne basarak ifade etmekte ve “Ben sadece bu geleneği devam ettiriyorum.” demektedir. Fakat daha sonraları ilmî gelişmenin İslâm dünyasında duraklamaya girmesi ve bugünün bilim alanında Müslümanların söz sahibi olamayışı Abdüsselâm’ın içinde bir ukde olarak kalmıştır. Bilimin İslâm ülkelerinde yeniden canlandırılması gerektiğini düşünür ve bu geri kalmışlığa çözüm yolları arar: “Tarihin sayfalarını geriye çevirip, tekrar ilimlerde liderliğimize kavuşabilir miyiz? Bizler, bilhassa da genç nesil bunu takip edilmesi kaçınılmaz bir hedef olarak kabul etmek durumundayız. Yeter ki, fikri inançlarımıza sarılalım ve İslâm’ın ilk çağlarındaki hayatlarımızı unutmayalım. Ancak bu rönesansa gidişin hiçbir kestirme yolu olmadığını da aklımızdan çıkarmayalım. Bugünün şartlarında bunu yapacak bir ülkenin gençliği teşvik edilmeli ve millet arzulu bir fedakârlıkla kendisini bu yola adamalı, insanlara müspet ilim eğitimi verilmelidir.”
Evet “Bir toplum durumunu değiştirmedikçe, hiç şüphe yok ki, Allah da o toplumun hâlini değiştirmez.” (Rad-11) Dolayısıyla öncelikle ferdî plânda ilme verdiğimiz önemi gözden geçirmeli, gücümüz yettiğince ilimlerle meşgul olmaya gayret etmeliyiz. Bugün hiçbir gayret göstermeden bilimde söz sahibi olmayı istemek, yukarıdaki Kur’ânî gerçekle bağdaşmayacaktır.

Türkiye hakkındaki düşünceleri
Abdüsselâm, ülkemizde yaptığı konuşmada Türkiye’nin İslâm dünyasına tesirinden ve bilimde önder olma potansiyelinden bahsetmiştir: “Türkiye, kardeş milletlerle olan münasebetleriyle dâima hep lider olagelmiştir. Bu ülke, İslâmî ilimlere ve müspet ilme çok şey kazandırmış büyük bir milleti temsil eder. Günümüzde bilimde ilerlemiş bazı ülkelerin önde gelen akademik kuruluşlarında çalışan mümtaz Türk ilim adamları ve uzmanları İslâm âlemindeki meslektaşlarının medâr-ı iftiharıdır. Bu yüzden Türkiye’nin fıtrî canlılığıyla ilim liderliğindeki rolünü alacağından eminim. İlme gerekli öncelikler verildiği takdirde, Türkiye’nin 2025 yılına kadar ilimde lider olmaması için hiçbir sebep yoktur.” Abdüsselâm’ın bu konuşmasından bugüne kadar geçen süre zarfında bizleri daha da ümitvâr olmaya sevk eden gelişmeler oldu. Okullarımızda yetişen gençlerimizin milletlerarası bilim olimpiyatlarındaki üstün başarıları ile millet olarak bilimde müspet yönde ivme kazanmaya başlamış bulunuyoruz. Fizik, kimya, biyoloji ve matematik gibi temel bilimlerin ortaöğretimden başlanarak sistemli bir şekilde öğretilmesinin bu başarılara katkısı büyüktür. Olimpiyatlarda madalya kazanmış gençlerimizin çokluğu ve bu gençlerin 5–10 yıl içerisinde bilim dünyasına adım atacakları göz önüne alındığında Abdüsselâm’ın Türkiye için belirlediği 2025’te bilimde söz sahibi olma hedefinin çok da uzak olmadığını söyleyebiliriz. Son yıllarda akademik çalışmalarıyla bilim dünyasında adını duyurmaya başlayan başarılı genç Türk bilim adamları da geleceğine umutla bakmamıza vesile olan gelişmelere imza atmışlardır. Burada unutulmaması gereken en önemli husus, bu gençlerin akıl ve kalbin rehberliğinde araştırmaya yönlendirilmeleridir.
Abdüsselâm, Türkiye’de yapmış olduğu bir konuşmasında: “Sizden hep, konuşmasına Allah’ın ismiyle başlayan bir ilim adamının var olduğunu hatırlamanızı isterim. Bunu sadece burada (İstanbul’da) yapmış değilim. Batı’da, nerede olursa olsun, konuşmama hep besmele ile başlamışımdır. Böyle konuşmamdan, onlar da memnun oluyorlar. Bu, benim için bir ümit kaynağı.” demiştir. Bu sözlerle de inancının gereklerini samimi bir şekilde yerine getirmenin diğer insanların tepkisine değil saygısına mazhariyet getireceğini belirtmiştir.
Abdüsselâm’ın bilim dünyasına katkısı, sadece teorik çalışmalardan ibaret değildir. Bilimin dünya barışı ve milletlerin bir araya gelebilmesi için kullanılmasında da büyük katkıları olmuştur. Sanayileşmiş ülkelerle bu yolda ilerleyen ülkeleri birleştirme ve aradaki farkları kapatacak köprüler kurma idealiyle büyük bir merkez açılmasını sağlamıştır. Kurulmasına vesile olduğu Milletlerarası Teorik Fizik Merkezi (ICTP), her yıl bilhassa gelişmekte olan ülkelerdeki bilim adamlarını ağırlayarak bilimin yaygınlaştırılmasını hedeflemektedir. Bu merkez, vefatından sonra ‘Abdüsselâm Milletlerarası Teorik Fizik Merkezi’ olarak anılmaya başlanmıştır. Abdüsselâm bu merkezi plânlarken iki hedefleri olduğundan bahseder. Bu hedeflerden birincisi Doğu ve Batı fizikçilerini bir araya getirmek; ikincisi de gelişme yolundaki ülkelerin aktif ve üst seviyedeki fizikçileri için olabildiğince kolaylıklar temin etmektir. Önemli başarılara imza atmış olan Abdüsselâm 21 Kasım 1996 tarihinde vefat etmiştir.
Abdüsselâm’ın çalışma arkadaşlarından fizik profesörü John Ziman, onu tarif ederken: “Sadece birleştirmek… Abdüsselâm’ın hayatının ve eserlerinin ana fikri budur.” demektedir. O, Kur’ân-ı Kerîm’den ve tevhidden aldığı ilham ile iki temel kuvveti birleştirmeyi başarmış ve bütün kuvvetlerin birleştirilmesi yolundaki teorik çalışmaların önünü açmıştır. İslâm’ın evrensel mesajını hem dinî, hem ilmî, hem de sosyal ve kültürel alanlarda uygulamaya gayret gösteren Abdüsselâm, geleceğin Müslüman ilim adamları için çok güzel bir örnek teşkil etmektedir. Nobel Mükâfatı almış ilk ve tek Müslüman ilim adamı olan, geliştirdiği teoriyle iki farklı kuvveti birleştirmeyi başaran, İslâm medeniyet ve kültür mirasının tesiri altında kaldığını iftiharla söyleyen Abdüsselâm’ın hayatından genç nesillerin alacağı mühim mesajlar vardır.


Kaynaklar
- Prof. Abdüsselâm, İdealler ve Gerçekler, İstanbul, Yeni Asya Yayınları, 1989.
- Şaban Döğen, Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi, İstanbul, Yeni Asya Yayınları, 1987.
- Sadettin Merdin, Tanrıya Koşan Fizik, İstanbul, Timaş, 1995.
- Gerard’t Hooft, Maddenin Son Yapıtaşları, Ankara, TÜBİTAK Yayınları, 2000.
- www.nobelprize.org
- www.chowk.com

Argümanlara Gelen Eleştrilere Genel Bakış

A. ONTOLOJİK DELİLE YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER
Ontolojik delile çeşitli eleştiriler getirilmiştir. Bu eleştiriler sadece ateistler tarafından değil bazı teistler ve agnostikler tarafından da yapılmıştır. Örneğin Anselm’in ontolojik delil görüşüne ilk itiraz, dindaşı Thomas Aquinas’tan gelmiştir. Anselm’in “Akılsız birinin bile zihninde mükemmel varlık kavramının olduğunu” söylemesini eleştiren Aquinas’a göre “Tanrı vardır” hükmünün doğruluğunu göstermek için Tanrı’nın etkilerinden (yani âlemden) yola çıkmak gereklidir. Daha teknik bir ifadeyle hükmün doğruluğuna psikolojik veya analitik açıdan değil, sentetik açıdan bakmak gerekir. Ontolojik delile yöneltilen en ciddi eleştiri ise “ Tanrı vardır” önermesinde “Varlık” teriminin gerçek bir yüklem olduğu fikrine karşı yapılmıştır. Eleştirinin en geniş ve sistemli biçimini Kant’ta bulmaktayız. Kant, bu itirazı ile varlığın yüklem olmadığını söylemeye çalışıyor. Ona göre varlığa dair hükümlerimiz analitik değil sentetiktir. Yine zorunlu varlık kavramını “yuvarlak kare” sözü kadar çelişkili kabul ederek eleştirilerde bulunanlar da olmuştur. Bu eleştiriler, var olan ile zorunlu olanın bir araya getirilemeyeceği, kendi başlarına birer anlamı olan bu kavramların bir araya getirildiklerinde bunun mantıki saçmalık doğuracağı, varolanın ya da varolması mümkün olanın ileride yok olabileceğini düşünmenin mantıki bir çelişkiye düşmek olmadığı gibi konulardadır. Oysa Tanrı’nın varlığında zorunluluk ile varolma, sonradan bir araya gelmez. “Tanrı, zorunlu olarak vardır” demek, O’nun yokluğu düşünülemez demektir. Tanrı söz konusu olduğu zaman kullanılan “zorunlu” terimi ile mantıktaki önermeler için kullanılan “zorunlu” ifadesini birbirine karıştırmamak gerekir. Tanrı’nın zorunluluğu, O’nun “sınırlanmış ve belirlenmiş şartlardan bağımsız olduğu, yok edilemeyeceği” gibi anlamlara gelir. “Zorunlu Varlık” sadece Tanrı’ya atfedilen bir özellik olup, O’nun hakkında öne sürülen önermelere ait bir özellik değildir.
Gerek Fârâbî-İbn Sinâ geleneğine bağlı Müslüman düşünürler, gerek Gazzâli gibi kelâmcılar, “zorunlu” teriminin bu özelliğine, Batı felsefesinde ontolojik delille ilgili tartışmaları belli bir noktaya getirenlerden çok önce dikkat çekmişlerdi. Onlara göre “Vâcibü’l-vücûd”, “vücûd” hakkında konuşabilmenin ilk ve vazgeçilmez şartıydı. Varlığı mümkün olandan söz edebilmek için bile “zorunlu varlık” gereklidir. Başka bir ifadeyle, Tanrı’nın dışındaki varlıkların varolmaları veya var olmamaları aynı derecede “mümkün” dür. Onların varolma güvencesi, “Vâcibü’l-vücûd” un ontolojik garantisine bağlıdır.
B. KOZMOLOJİK DELİLE YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER
Kant, bir yandan kozmolojik, teleolojik ve ontolojik delilleri eleştirip bu delillere karşı çıkarken diğer yandan ahlâkî açıdan Allah’ın varlığının gerekliliği tezini ileri sürmüştür. Onun ortaya koyduğu meşhur ahlâk deliline göre, saf (nazarî) akıl, Allah’ın varlığını ispat hususunda kesin deliller sunmaktan âcizdir. Bu yüzden Allah’ın varlığı ilmen ispatlanamaz ve ileri sürülen bütün deliller vehmîdir. Buna karşılık, insanlara görev sorumluluğu yükleyen pratik (amelî) akıl, onlara iyilik ve yüksek ideallerin bütünü olan fazileti önermekte ve bunun neticesinde saadete ulaşmayı telkin etmektedir. Faziletli davranışlar, bizim elimizde olabilir. Ancak sonunda saadeti temin etmek insanın elinde değildir. Böyle bir sonucu gerçekleştirmek için güçlü bir iradeye ihtiyaç vardır. O yüzden Tanrı, mutlak iyinin ön şartıdır. Ahlâk delilini bütün delillere tercih eden Kant, bu delili imanın konusu yapmıştır. Kant’ın kozmolojik delile yönelttiği eleştiriler, daha çok Leibnizci görüşleri hedef almaktaydı. O, kozmolojik delilin nihâî basamakta, ontolojik delile dayandığını düşünüyordu. Başka bir deyişle kozmolojik delil, tecrübeden yola çıkıyor, ancak bunu zorunlu varlığın ispatı için bir basamak kabul ediyordu. Kant’a göre kozmolojik delil gerek, sebep kavramını gerekse sebeplilik ilkesini yerinde kullanmamaktadır. O, hem tecrübeye dayalı bir akıl yürütmede bulunmanın, hem de kullanılan tecrübî terim ve ilkelerin aşkın bir alana taşınmasının, âlem içinde görülen sebep-sonuç ilişkisinden hareket ederek Tanrı’yı “âlemin sebebi” olarak ortaya koymanın doğru olamayacağını söylemektedir.
İslâm düşünce tarihinde ilk defa Mu’tezile âlimleri tarafından kullanıldığı kabul edilen hudûs deliline yöneltilen eleştiriler, varlığın başlangıçsız olduğunu kanıtlamaya veya bir yaratıcının varlığını inkâr etme niyetinden ziyade konunun teknik tarafıyla ilgili olmuş, ancak maddenin ezelîliğini iddia eden çok küçük bir zümre yaratılmışlık ilkesine karşı kesin bir tavır takınmıştır. İslâm filozoflarının hudûs deliline yönelttiği eleştirilerin temelinde Aristo’dan gelen zamanın kadîm olduğu telakkisi bulunmaktadır. Onlara göre âlem mevcudiyeti için Allah’a muhtaç olmakla birlikte, bu, âlemin zaman içerisinde sonradan yaratıldığı anlamına gelmez; âlemin aslı, hudûs-i zamânîye mâruz değildir.
İslâm dünyasında hudûs ve imkân delillerine yöneltilmiş olan eleştirilerin başında İbn Rüşd’ün yapmış olduğu eleştiriler gelir. Bu filozofa göre, iman etmek için aklî deliller elbette şart değildir. Eğer böyle bir şey söz konusu olsaydı, insanların büyük bir kısmı, “güç yetmeyen bir yükümlülük” ile karşı karşıya kalmış olurlardı. Fakat aklî delilin vazgeçilmez olmaması, Allah’ın varlığı, âhiret hayatı v.s. gibi konularda aklın hiçbir rol oynamadığı anlamına gelmez. Bu konuda aklın hiçbir işe yaramadığını öne sürenlerin Kur’an’ın emrettiği, teemmül, tefekkür, tedebbür ve tezekkür etme tutumuna muhalefet etmiş sayılırlar. İbn Rüşd, bu tutumuna rağmen, yine de birinci derecede hudûs deliline, ikinci derecede ise imkân deliline karşı çıkmıştır. Bunun bir çok sebebi vardır. Şöyle ki: (a) Kelâmcılar -özellikle Eş’arî kelâmcıları- filozoflar için kazdıkları kuyuya kendileri düşmüşlerdir. Onların bu deliller yoluyla dine soktukları görüşler; muğlaklık, aşırılık v.s. ile itham ettikleri felsefî görüşlerden daha az muğlak değildir. (b) Bu deliller, herkes tarafından kolay anlaşılır, Kur’anî delilleri ikinci plana itmiş ve bu yüzden geniş kitlelerin zihinlerini karıştıran, onları rahatsız eden bir düşünce tarzı yaygınlık kazanmıştır. (c) Kaldı ki delillerin savunulması, bazı ilmî ve felsefî güçlükler ortaya çıkarmakta ve “Kelâm san’atı” bunları halletmekten âciz kalmaktadır.
İslâm düşünce tarihinde önemli bir yeri bulunan İbn Rüşd’ün hudûs deliline yönelttiği eleştirilerden ûsulle ilgili olanları, söz konusu delilin aynıyla Kur’an’da yer almayışı, anlamasının güç ve kullanışsız olduğu şeklinde özetlenebilir. Fakat kelâm âlimleri hudûs delilini halk için değil seçkin zümreler için takrir etmişlerdir. Filozofun asıl hedef aldığı, Gazzâlî de dahil olmak üzere, birçok kelâm âlimi, halk için ayrıca akîde risâleleri kaleme almış ve bu risâlelerde daha kolay anlaşılan yöntemler kullanmışlardır. İbn Rüşd’ün, hudûs deliline yapısı açısından yönelttiği tenkitler ise genellikle kelâmcılarla filozoflar arasında anlaşmazlık konularından sayılan ve kendilerince benimsenen zamanın, dolayısıyla gök cisimlerinin kadîm oluşu, ayrıca kelâmcılar tarafından kabul edilen irâde sıfatının kıdeminden ibarettir.
Hudûs deliline yöneltilen çağdaş eleştiriler, delilin kendisinden çok Allah’ın varlığını hedef almış ve bu konuda yapılacak ispatların bilimsel açıdan değil teolojik açıdan zorunluluk taşıyabileceği ileri sürülmüştür. Tabiatın hâlihazır kuruluş ve işleyişini inceleyen pozitif bilimler adına onun bir başlangıcının bulunup bulunmadığını söylemek deney ve gözlemin değil, zan ve tahminlere dayanan spekülasyonların ürünüdür. Bu açıdan bakıldığında hudûs deliline ve dolayısla isbât-ı vâcib konusuna yöneltilen eleştiriler bilimsel ve yeni olmayıp düşünce tarihinde benzerleri görülenlerin tekrarından ibarettir.
Fizik, kimya, astronomi gibi pozitif ilimlerle meşgul olan bilginler, madde üzerinde yaptıkları incelemeler sonunda maddenin, dolayısıyla tabiatın sonradan yaratıldığını tespit etmişler; ayrıca bugün mevcut olan tabiat düzeninin bir gün bozulacağı kanaatine de varmışlardır. Her sonlu olan şeyin bir başlangıcı vardır. Başlangıcı olan şey yaratılmış demektir. Şüphesiz ki her yaratılmışın bir yaratıcısı mevcuttur. O da Allah’tır.
C. TELEOLOJİK DELİLE YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER
Tanrı’nın varlığını kanıtlamada kullanılan klasik delillerden kozmolojik ve teleolojik delillere Batı felsefesi tarihinde David Hume ve Immanuel Kant tarafından çeşitli eleştiriler yöneltilmiştir. Bununla birlikte canlılığın meydana gelişini tesadüflerle açıklamaya çalışan yani maddenin ve canlılığın yaratılmamış olduğu şeklinde sunan ‘evrim teorisi’ ile, kendine bilimsel dayanak bulduğunu iddia eden materyalist görüşler de söz konusu klasik delilleri zora sokmuştur.
David Hume “Din Üstüne Diyaloglar” eserinin geniş bir kısmını, teleolojik delilin tenkidine ayırmıştır. Fakat adından da anlaşılacağı gibi bu eser, çeşitli görüş açılarını temsil eden kişilerin konuşmalarından oluşmaktadır. Bu diyaloglarda Hume’un görüşünü kimin dile getirdiği konusu üzerinde tam bir anlaşma yoktur. Hume “Din Üstüne Diyaloglar” isimli eserinde Tanrı’yı kabul etmek yerine ezelî bir evren kabul edebileceğini şu şekilde anlatır : “Bundan ötürü, sizin doğanın ya da sisteminiz uyarınca maddi dünyanın içinden doğduğu ideal dünyanın Yaratıcısı saydığınız O varlığın nedeni konusunda nasıl doyurucu bir çözüme ulaşabiliriz. Aynı neden, bize ideal dünyanın bir başka ideal dünyadan, ya da bir başka zekâdan doğduğunu düşündürtmez mi? Yok eğer bir yerde duracak ve daha ileri gitmeyeceksek, niçin oraya kadar gidelim? Niçin maddi dünyada durmayalım?… Onun için, bu önümüzdeki maddi dünyadan öteye hiç bakmamak daha iyi olurdu. Onun kendi düzeninin ilkesini içinde taşıdığını varsaymakla, gerçekte onun Tanrı olduğunu söylemiş oluruz, bu Tanrısal Varlığa ne kadar çabuk ulaşırsak o kadar iyi. Dünyevî sistemden öteye bir adım atınca, yalnız soruşturucu bir ruh halini uyarmış oluruz ki, bu bir kez işlemeye başlayınca bir daha doymak bilmez.”
Hume’a göre dünyanın şimdiki durumuna bakarak oluşumunun ilk anları hakkında herhangi bir açıklama getiremeyiz. Çünkü âlemin o dönemleri hakkında çok az bilgiye sahibiz. Yine Hume’a göre, evrendeki oluşumların belli bir amaca yönelik olduğu hakkında da yeterli delilimiz bulunmamaktadır. Hume bu konuda şöyle der: “Böylelikle, evren birçok çağlar boyu, sürekli bir kargaşa ve düzensizlik akışı içinde yürür. Fakat sonunda, hareketini ve harekete getiren gücünü yitirmeyecek, çünkü bunun onun içinde olduğunu kabul ettik.”
Hume’a göre, biz bir makine ile makineyi yapan arasındaki ilişkiyi bir çok kere görme imkânı bulduğumuz için her ikisi arasında bir illiyet bağı kurabilmekteyiz. Ancak dünya ile Tanrı arasında böyle bir bağ kurmaya hakkımız yoktur. Şayet birkaç dünya olsaydı ve biz bunların nasıl var olduğuna şâhit olsaydık, oradan bir çıkarımla bu dünyanın da bir yaratıcısı olduğu fikrine ulaşırdık. Oysa bizim dünyanın menşei hakkında hiçbir empirik bilgimiz yoktur.
Kant’ın Tanrı kanıtlamalarında incelediği fiziki-teleolojik kanıta karşı yaklaşımı biraz farklıdır. O, “Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı” isimli eserinde, evrendeki amaçsallığı Tanrı’nın varlığının bir kanıtı olarak görmektedir. Kant bu konuda şöyle der: “ Her şeyin ilkel öğesi olan madde, bu nedenle belirli yasalara bağlıdır ve bu yasalara serbestçe bırakıldığı zaman, maddenin ortaya güzel birleşimler çıkarması kaçınılmazdır. Maddenin, bu kusursuz planda sapma özgürlüğü söz konusu değildir. Madde böylesine yüce akıllı bir amaca bağımlı olduğuna göre, kendisine egemen bir ilk Neden tarafından bu uyumlu ilişkiler içine sokulmuş olmalıdır; ve doğa kaos içindeyken bile düzensiz ve düzene aykırı işlemediğinden, salt bu nedenle bir Tanrı vardır.”
Kant’ın teleolojik delille ilgili fikirleri aşağıdaki şekilde özetlenebilir: Âlemin iyilik sahibi bir yaratıcısının olduğunu düşünmek, ne kendi içinde çelişkili olan bir fikirdir, ne de tecrübe tarafından yanlış olduğu gösterilen bir fikir. Âlemdeki düzen ve âhenk, onun bir nizâma bağlı olarak vücut bulduğunu akla getirir. Buna rağmen biz, bu iddiaları ispatlayamayız, çünkü duyulur âlemin ötesinde olan Tanrı, bizim için mümkün olan tecrübenin sınırları içine girmemektedir. Bu durumda böyle bir varlığa inanmak, tamamen bir iman meselesi olmaktadır. Her ne kadar akıl, Tanrı’nın varolduğunu kanıtlayamıyorsa da O’nun varlığına iman, akla ters düşmemekte ve dolayısıyla inananın tutumu rasyonel olmaktadır. Kant’ın bu ifadelerini okuyan bir çok kimse, ya Kant’ın sisteminde bir tutarsızlığın olduğunu düşünmüş, yahut Kritik Felsefe’nin fizikî-teleolojik delili pek de reddetmediğini öne sürmek durumunda kalmışlardır. Ancak daha sonradan Kant, fizikî-teleolojik kanıta karşı saygı duymasına rağmen bu delilin en iyi durumda bir yaratıcıyı anlatmaya yeterli olmadığını, bu delilin en iyi ihtimalle mimar bir Tanrı’yı ortaya koyabileceğini söyleyerek delilin yeterli bir Tanrı görüşü sağlamadığına dikkat çekmiştir.
“Pozitivist ya da materyalist öğretilerde karşımıza çıkan nihai gerçekliğin bilinemez olduğunu savunan görüş” olarak tarif edilebilecek Agnostik (bilinemezci) yaklaşım, Tanrı’nın var olup olmadığının bilinemeyeceğini öne süren bir öğreti olarak gösterilmektedir. Her ne kadar bu yaklaşımın kökeni Eski Yunan’a dayansa da, bu anlayışın en önemli temsilcilerinden birinin Hume olduğu bilinmektedir.
Agnostik-Fideist (bilinemezci-imancı) bir filozof olarak kabul edilen  Kant ise, akılla Tanrı’nın varlığına ulaşılabileceğine ya da yine aklı kullanarak Tanrı’nın varlığının reddedilebileceğine karşı çıkarak aklın karışmadığı bir imana geniş bir yer açar ve “ İmana yer açabilmek için aklı reddettim” diyerek imancı bir yaklaşımla Tanrı’ya inanır. Kant’ın agnostik yaklaşımı, Tanrı’nın varlığının delillerine karşıdır. Ancak onun  Tanrı’ya inanma konusunda agnostik bir tavrı bulunmamaktadır.
Maddeci veya ateist bazı düşünürler ise: “Âlem, karşımızda duran kaba gerçeklerin toplamıdır ve onun nihaî bir açıklamayı gerekli kılacak bir yanı yoktur” diyerek kozmolojik delile itiraz etmektedirler. Ancak bu itiraz, her türlü açıklamayı değil nihaî açıklamayı gereksiz kılıyor. Başka bir deyişle, onlara göre tabiî çevremizde olup bitenleri bir takım kanunlara bağlı olarak açıklarız. Bu işi sonuna kadar devam ettirip nihaî bir açıklama bulmaya çalışmak, hele bunu âlemin dışında bir varlığa dayandırmak abes bir gayretten başka bir şey değildir. Bu anlayışa göre, insan aklı kendisine sunulan malzemenin gittiği yere kadar gidebilir, daha ötelere değil.
Eğer fizik, evrende işleyen  böylesine mükemmel bir kozmik düzeni kavrayabildiyse, o zaman, kendi çevreleri içindeki işleyişine çok çabuk bir şekilde uyum gösteren canlı formları inceleyen biyoloji daha da büyük cevherler sunacaktır bizlere. 1691 yılında, Cambridge Üniversitesi’nin tanınmış doğa bilimcisi John Ray, Yaratılış’ın İşleyişinde Tanrı’nın Hikmeti (The Wisdom of God in the Works of Creation) isimli popüler ve ilham verici bir çalışma yayınlamıştır. Yüz sene sonra bu tartışma çizgisi en meşhur yorumunu William Paley’in Doğal Teoloji isimli çalışmasında buldu. Orta Çağ’daki dünya görüşünün yıkılmasından sonra dini, akılcı temellere oturtmak ve tabiî ilâhiyâta dayandırmak için çok ciddi teşebbüsler yapıldı. Akılcı dinin temel dayanaklarından biri “Planın Varlığı” idi. İlâhiyatçı William Paley tarafından yazılan “Tabiatın Görünen Sayfalarından Toplanan Allah’ın Varlığına ve Birliğine Dair Deliller” veya “Tabiî İlâhiyat” (Natural Theology) adlı eserde plan delili hakkında özet olarak şöyle denilmektedir :  “ Bir arazide yürürken ayağımı bir taşa çarptığımı ve bana bu taşın orada nasıl var olduğunu sorduklarını varsayalım, aksini yansıtan herhangi bir başka bilgiye sahip olmadığımdan belki o taşın her zaman orada bulunduğu şeklinde cevap verebilirim; bu cevabın saçmalığını göstermek te kolay değildir. Ancak yolda bırakılmış bir saate rastlasak ve onun parçalarının, nasıl güzel bir şekilde yapılıp belirli bir fonksiyonu görmek üzere bir araya toplandığını görsek kaçınılmaz şekilde şu sonuca varırız ki : Bu saat bir gâye için planlanmıştır. Bundan dolayı, mutlaka bir planlayıcısı vardır. Bu temsilden yola çıkarak çevremizdeki canlıların kompleksliği ve çevrelerine uyumları, örneğin insan gözü, ilim ve kudret sahibi plânlayıcı birinin varlığına işaret eder.”
O dönemde oldukça meşhur ve ikna edici olan bu delil, Darwin’in tabiî seleksiyon hipotezi ve bununla adaptasyonun gerçekliği inancı, Paley tarafından ortaya konulan kâinattaki düzen-plân delilinin, yavaş yavaş batı insanının zihninden silinmesine sebep oldu. Böylece Batılı bilim adamları, 1860-1960 yılları arasında bilimsel materyalizm, hümanizm ve şüphe-inkâr bataklığına saplandılar. Buna rağmen ‘kâinattaki plân delili’ anlayışı varlığını sürdürerek, “Antropik Prensip” (her şey insan için) formülasyonu ile günümüze kadar geldi. Tarihî vâkıa böyle olmasına rağmen, işin hakikati farklıydı. Paley’in plân delili, aynen Darwin’in tabiî seleksiyonu gibi, biyolojik adaptasyon gerçeğinin izahına yönelikti. İkisi arasındaki fark ise bunların yorumlarındaydı. Paley, biyolojik adaptasyonun her şeyi bilen, gören, kudreti sonsuz bir Yaratıcı tarafından yapıldığını söylerken; Darwin ise biyolojik adaptasyonu, kör, sağır, şuursuz sebeplerin gerçekleştirdiğine inanıyordu. Diğer bir deyişle Paley, görünen sebeplere kıymet ve güç vermeyip hakikî sebep olan Yaratıcı’yı ön plâna çıkarırken, Darwin ise görünen sebeplere hakikî bir güç vererek Yaratıcı’yı saklıyordu. Darwin, Türlerin Kökeni (The Origin of Species) isimli eserindeki şu sözleri ile anlayışını ortaya koyuyordu: “Artık bir istiridye kabuğunun açılıp kapanmasını sağlayan güzel düzeneğin Zeka sahibi bir irade tarafından yaratıldığını düşünmek zorunda değiliz, tıpkı kapı menteşesini insanın yapması gibi. Organik varlıkların değişkenliğinde ya da doğal ayıklanma sürecinde, rüzgarın esiş yönünde olduğundan daha fazla bir tasarım yoktur”.
Darwin’in takipçilerinden Oxford Üniversitesi’nden bilim adamı Richard Dawkins büyük bir Darwin hayranlığı ile şiddetli bir şekilde evrimi savunduğu Kör Saatçi (The Blind Watchmaker) isimli meşhur kitabında William Paley’in saatten hareket ile ortaya koyduğu tasarım kanıtını hayranlıkla karşıladığını söylemekte ancak canlılığın bu kadar karmaşık yapısını fark etmiş olmasına rağmen bunu dinci bir anlayışla Tanrı’nın yaratılışına getirmesini alaycı bir üslup ile eleştirmektedir. Dawkins’in canlıların yapısındaki mükemmel oluşumun farkına varmasına ve bunu hayranlıkla karşılamasına rağmen canlılığın tesadüfen oluştuğunu açıklayacağını iddia eden sözleri, içinde bulunduğu gafleti ortaya koymaktadır: “Darwin’in keşfettiği ve bizim doğal seçim, yani kör bilinç otomatik prosesi olarak bildiğimiz, varlığın izahı ve tüm hayatın görünürdeki amaçsal şekli olan şeyin, akılda hiçbir amacı yoktur. Aklı yoktur ve aklın gözü değildir. Gelecek için plan yapmaz. Eğer doğada bir saat yapımcısı rolü oynadığı söylenebilirse, kör bir saat yapımcısıdır.” “Bu kitap, varlığımızın bir zamanlar gizemlerin en büyüğü olduğu fakat artık çözümlendiği kanısıyla yazıldı. Gizemi Darwin ve Wallace çözdüler. Canlıların karmaşıklığı, tasarımlarındaki zarif verimle uyum içinde. Bu boyutlardaki karmaşık tasarımın açıklanması gerektiğini kabul etmeyen varsa, ben vazgeçiyorum. Hayır, hayır, ikinci bir kez düşündüğümde vazgeçmiyorum çünkü bu kitaptaki amaçlarımdan biri de, biyolojik karmaşıklığın muhteşemliğine kapalı gözlere bir şeyler gösterebilmek. Önce gizemi göstereceğim; sonra da nasıl çözüleceğini açıklayıp gizemi ortadan kaldıracağım”.
Darwin’in kendisi bile Tanrı’nın varlığına açık bir şekilde cephe alıp evrim teorisini savunmamıştır. Ateist evrim fikrinin en meşhur savunucusu yukarıda alıntı yapılan Kör Saatçikitabının yazarı Richard Dawkins olmuştur. İnsancı İlke konusunun işleneceği bölümde bilimsel verilerin fizik, kimya, biyoloji gibi alanlarda ortaya koyduğu hassasiyetler yaşamın ‘kör bir saatçinin’ eseri olmadığını açıkça ispat edecektir.

Kur'an'i Tutarlılık Argümanı


Argümanımızın Formülüzasyonu şu şekildedir :


  1. Tanrı'dan geldiği iddia edilen bir metin evrensel olup, binlerce ayetten de oluşsa kendi içinde tutarsızlık barındırmamalı,modern bilimin spekülatif ve tartışmalı olmayan birden fazla delille desteklenen bulguları ile de tek bir tutarsızlık göstermemelidir.

  2. 6 bin küsür ayetten oluşan Kur'an'ın hiçbir ayetinde kendi içinde tutarsızlık mevcut     olmamakla,  kozmogonik,kozmolojik,jeolojik tüm tasfirlerinde modern bilimin
    herhangi bir  bulgusu ile tutarsızlık tespit edilmemiştir.

  3. Demek ki Kur'an'ın uydurulmamış olduğu en rasyonel çıkarımdır.


Giriş .

     Kur'an'i Tutarlılık Argümanı Kur'an'daki  çelişkisiz yapının üstüne kuru bir argümandır. Argüman sadece kendi içinde tutarlılık değil Modern  Bilim tasfirlerindeki tutarlılığı da kapsar. Nisa Suresindeki "Hâlâ Kur’an’ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı." (1) ayeti üstüne  kuruludur aslında Argüman Argümanın öncülleri basit anlaşılır ve kaçınılmaz bir biçimde sonuca götürür .Eğer 2. öncül
ispatlanırsa 3. öncğl istenmese de otomatik olarak gelmek zorundadır .


1.Öncül
Tanrı'dan geldiği iddia edilen bir metin evrensel olup, binlerce ayetten de oluşsa kendi içinde tutarsızlık barındırmamalı,modern bilimin spekülatif ve tartışmalı olmayan birden fazla delille desteklenen bulguları ile de tek bir tutarsızlık göstermemelidir.

Aklı başında hiçkimsenin bu öncülü eleştirmesi  beklenemez. Öncülün Çeşitli şekillerde modifiye edilmesi önerilebilir bu öncülün taraflı tarafsız Ateist Teist Deist Fideist herkes tarafından kabul edileceği bellidir.

2.Öncül

6 bin küsür ayetten oluşan Kur'an'ın hiçbir ayetinde kendi içinde tutarsızlık mevcut     olmamakla,  kozmogonik,kozmolojik,jeolojik tüm tasfirlerinde modern bilimin
herhangi bir  bulgusu ile tutarsızlık tespit edilmemiştir.

Bu öncül Argümanımızın kilit noktası olması özelliği taşımaktadir bu öncülün doğruluğunu ispatlarsak Argümanımızı da ispatlamış olacağız .ve 3. öncül kaçınılmaz bir biçimde doğru olmak zorunda olacaktır .

Kur'an Çelişkileri başlıkları altında iddialar ortaya atıldı. (2) Bu iddiaların temel hataları  Arapca dil yapısı hakkındaki bilgi yetersizliği ve Kur'an'ı bir bütün olarak değerlendirmemek  ve  halk tabiri ile cımbızlama yapmaktır. bu çelişki iddiaları zaten çürütülmüş iddialardır .Çelişki iddialarının tümünün açıklamaları mevcuttur. http://kusursuzkitap.blogspot.com.tr/ adresini ziyaret edilmesinin faydalı olacağı görüşündeyiz. www.ateistlerecevap.com benzeri siteler de  bu tür cımbızlama ve eksik dil bilgisinden kaynaklanan hata ve çelişki iddialarının  detaylı açaıklamalarını barındırmaktadır. Bazı kesimlerin bu çelişkileri hala ciddiye almasının altında yatan sebep bizim bu cevapları  İdeolojimiz sebebiyle vermiş olduğumuz ve bu cevapların gerçeği yansıtmıyor olmuş olduğu düşüncesidir.
Kur'an'ın hiçbir ayetinde a peygamberin yaşı x iken diğer bir yerde y olarak bahsedilmez. ya da Kur'an'ın  hiçbir ayetinde x fiil günahdır derken başka bir yerinde aynı x fiil için helaldir demez k  Kur'an'ın 23 yıl boyunca  canın boğazdağı olduğu kooşullarda  indirilmesi de göz önünde bulundurulmalıdır . 2 yıl sonraki  bir insanın dahi tüm karakteri çevre koşulları tecrübe etme gibi etkenlerle tamati iler değişebiliyor .bunlar göz önünde bulundurulmadan Argümanın anlaşılamayacağı kanatindeyiz.


Kur'an'ın asırlardır içinde bir tutarsızlık barındırmadığının anlaşılması çok önemlidir. Bunun için yaklaşık 80 yıl önce kendine Allah'dan mesaj geldiğini ve Ona bu kitabın(Risale-i Nur'un) yazdırıldığını söyleyen Said Nursi'den bir kaç örnek vereceğiz.

Said Nursi  Kitabında 'iradem dışında yazdırıldı' der (3) hatta ' Onlar Risale-i Nur'un Harika yüksekliklerini benim fikrim den zannedip dehşet almışlar' gibi bir çok yerde benzeri ifadeler kullanır.(4)  sadece bir örnek verip olayın ne kadar kritik hassas hatalara karşı duyarlı olduğunu göstereceğiz .

Said Nursi'nin dini kaynakları kullanarak elde ettiği verilere göre Evren'in yaşı 126 milyar, Dünya üzerinde hayatın başlagıcı 200 bin, insanın Dünya üzerindeki toplam ömrü Muhammed'in zamanına kadar 5600, ondan sonra da 1400 yıl olmak üzere 7000 yıldır.(5)

Evrenin yaşı gibi iddiaların  doğruluğunu gibi bariz konuları konuşmaya gerek dahi duymuyoruz.Din felsefesi ile ilgilenenlerin olaya hakim olduğunu düşünoyruz .Evrenin yaşını da dileyen araştırıp bu paradoxu görebilir çok değil bir asır önceki bir kitapdan bu kesit .Eğer Kuranda bu tarz bir hata olsaydı bunun elbette cevabı olamayacakdı .Ancak Kur'an'ın bize söylediği anlatmaya çalıştığı betimlediği Evren şu an Modern Bilim'in bize sunduğu evrenle aynıdır .

Konu ile alakalı  izlenmesini tavsiye etitğimiz  bir video




3. Öncül

Demek ki Kur'an'ın uydurulmamış olduğu en rasyonel çıkarımdır.

Bu sonuç ilk 2 öncülün doğruluğu halinde kaçınılmaz bir şekilde doğru olacaktır . Argümanın geçerliliği 2. Öncülde işlenmiştir .ilgili video Argümanın geçerliliğini anlayabilmek açısından yararlı olacaktır.

Not : ilerde güncellenebilir .

Kaynakça:

(1)   Kur'an-ı Kerim Nisa Suresi 82. Ayet

(2)   http://panteidar.wordpress.com/2009/10/27/kurandaki-celiskiler/

(3)   (Kastamonu lahikası s.102)

(4)   Tarihçeyi Hayat   sf. 898

(5)   http://tr.wikipedia.org/wiki/Said_Nurs%C3%AE#cite_note-93
        http://www.islamkutuphanesi.com/turkcekitap/online/saidinursi_gercegi/