Kusurlu Tasarım İddiaları Üzerine -S.Meyer


(Makale  " behold God was dead ? " kitabından alıntıdır. )

Kusurlu Tasarım mükemmel bir Tanrının varlığını elbette çürütüyor. Milller der ki :  "Neden akıllı bir atsarımcının , retinanın sinir ağını , dışarıdan gelen ışığı karşılayan tarafa yerleştirdiğini  merak etmeliyiz ."  Diye yazıyor , bu sıralama şekli ışığı dağıtıyor ve mümkün olabileceğinden daha az  detay görmemize neden oluyor, aldığımız görüntüleri beyne taşıyan optik siniri  meydana getirmek  için sinir ağının ışığa duyarlı  retina tabakasından  çıktığı yerde kara bir nokta oluşturuyor."(1)

Oxford'dan Richard Dawkins de dahil diğer darwinistler gözün  zayıf dedikleri yapısını iyice karalamışlardı hatta George Williamsbu yapıya "aptalca"  atsarlanmış çünkü "retina tepetaklak" diyebilecek kadar ileri gitmişti. (2) Bu iddialara Akıllı tasarıma mukabil  yapılan meydan okuyucu bir argümana benziyordu. peki eğer bir tasarımcı varsa  gözün gelişi güzel tasarımı onun  gerçekte o kadar da akıllı olmadığını kanıtlamaz mı ?

Retinanın neden gözde ters durması gerektiğine dair  önemli bir fizyolojik sebep var . sistemin genel düzeni içerisinde,gözün çok büyük miktarda oksijeni işlemesini sağlamak bie dengelemedir .bu omurgalılar için gereklidir . .Evet , bu işlem küçük bir kara nokta oluşmaasına neden oluyor.  fakat bu bir problem değil , çünkü insanların iki gözü var ve  iki kara nokta asla üst üste gelmez.Aslında bakarsanız bu açıdan göz, inanımaz derece akıllı bir tasarımdır.

Biyolog George Ayoub bu konuda "Omurgalıların retinası sezgisel olmasa da  işlevsel tasarımın olağanüstü örneklerinden  biridir. Retinanın dizaynı , ileri derece görme işlevi ve duyarlılıktan sorumludur.  Retinanın açık bir şekilde mükemmel olmadığı ya da fonksiyonunu  önemli ölçüde azaltmaksızın kolayca tekrar tasarlanabileceğini söylemek basbayağı yalandır. "der (3)

Burdan alınacak  güzel ders var.İnsanlar kötü biyolojik tasarım adı altındaçok iddiada bulunuyorlar fakat hikayenin sonunu dinlediğinizde bütün resim tamamen değişiyor.Mesela insanlar bir dizayın kötü olduğunu iddia ederler ,Çünkü sadece bir parametreye bakarlar ve daha iyi bir dizayn yapılabilirdi  derler .  Fakat mühendisler bütün dizaynların  bir takım parametre serisinin tamamını en etkin şekilde kullanmayı gerektirdiğini bilirler ve yapılan dengelemeler en kapsamlı sonucu almak için kaçınılmazdır.

Buna en iyi örnek bir dizüstü  bilgisayar. ekrana bakabilir ve diyebilirsiniz, kötü dizayn ; daha büyük olmalıydı, hafızaya bakabilir ve diyebilirsiniz, kötü dizayn, daha geniş bir kapasitesi olmalıydı.Klavyelere bakabilir ve diyebilirsiniz, kötü dizayn , daha kullanışlı olmalıydı.

Fakat mühendislerin görevi en iyi ekranı klavyeyi  ya da hafızayı tasarlamak değil,
belirli büyüklük taşınabilirlik ve fiyat  imkanı sağlayan  gereklilikler içerisinde üretebileceği en iyi bilgisayarı üretmektir. Ekran daha büyük olabilir im ? evet , ama o zaman taşınırlık zorlaşır .Daha geniş bir hafızası olmaz mı ? elbette ancak o zaman da fiyatı çok yüksek olur .

anlayacağınız kaçınılmaz dengelemeler ve denkleşmeler söz konusu . Mesela  Gould , pandanın  başparmağının üstünkörü yapılmışa  benzediğini ve bir tasaımı olmadığını iddia etmişti. İyi de, panda uzmanları bu parmakların bambu ağaçlarının kabuklarını parçalmada oldukca etkili bir yol olduğunu söylüyorlar. İyi tasarımın belli bir standartı yoksa Gould un sağlayamadığı gibi, onun iyi ya da kötü olduğunu söylemek gerçektende zor. fonksiyonunun olağanüstü iyi olduğu anlaşılıyor.


1- Age

2- natural selection domains, level and challenges (Oxford universitiy  press , 92 s.72,73 )

3- on the design of the vertable retina

Kötülük Argümanı ve Özgür İrade







Kötülük problemi ve özgür irade miladın da öncesine uzanan büyük bir düşünce tarihine sahiptir. Doğadaki kötülük ile teizmin ilahi adalet kavramı, tasarlanmış evren ve mükemmellik, özgür iradenin çözümlenmesine veya çözümlenememesine dair argümanlar bu makalenin ana konusudur. Yine “evrende kusur var mıdır, mükemmellik nedir, Andromeda galaksisi bir israf mıdır?” şeklindeki soruların cevapları aranarak “teodise” ile ilişkisi irdelenecektir.

1. Kötülük Problemi, Özgür İrade’ye Yeni Bir Bakış

Kötülük problemi, felsefe tarihi boyunca birçok kimse tarafından incelenmiş ve sürekli tartışılmış bir konudur. Bu argümanın özü mutlak iyi bir Tanrı varlığında evrende nasıl kötülüklerin olabildiği sorusunda yatmaktadır. Evrendeki ve daha küçük ölçekte, dünyadaki bozulmalar, doğal afetler, ölümler, savaşlar ve sair her türlü acı verici, zararlı ve korkutucu hadiselerin neden olduğu sorusu üzerine üretilen bu argüman ilk olarak Epiküros(ö. M.Ö. 270) tarafından formülleştirilmiştir. Temel olarak “Tanrı kötülükleri ortadan kaldırmak ister veya istemez; istemezse iyi değildir. İsterse gücü yeter veya yetmez; yetmezse her şeye gücü yeten değildir. Yetiyorsa ve istiyorsa neden kötülükler var?” yönünde bir argümandır. Epiküros’u yüzyıllar sonra David Hume takip edecektir ve benzer bir argümanla J. L. Mackie buna “mantıksal kötülük sorunu” adını verecektir(Kiriş, 2008, 86).
Kötülüklerin olduğu bir evren ile adil ve iyi bir Tanrı anlayışının uyuşabileceğini öne süren filozoflar olmuştur. Platon, kötülüklerin sebebi olarak Tanrı’yı değil, “kötü ruh”ları görmüştür ve insanın kendini fazla sevmesinden kaynaklanan bir yanılgısına vurgu yapar. Onun sonrasında Ortaçağ Avrupa’sında Augustinus da insanın kendi yüzünden kötülüğe düştüğüne işaret ederek ardından gelen Thomas Aquinas, Martin Luther ve Jean Calvin’i etkilemiştir. Daha sonra İslam fikir tarihinde Farabi “şer olmadan nizam olmaz” mealindeki görüşleri ile “kötülüğün kaçınılmaz ontolojisi” olduğunu ifade etmiştir(Kiriş, 2008, 89). Ancak kötülük problemine çözüm getirmek üzere “teodise” terimini ilk kullanan kişi Leibniz’dir. Teodise terimi Grekçe “Tanrı” ve “adalet” kelimelerinin birleşiminden oluşur. Leibniz’e göre üç tip kötülük vardır: Metafizik, Fiziksel ve Ahlaki kötülük. Fiziksel kötülük doğayla ilişkili, ahlaki ise insanın günah işlemesi ile ilişkilidir(Çınar, 2005, 164). Leibniz’in bu sınıflaması sorunu tanımlamakta faydalıdır. Özellikle fiziksel ve ahlaki olarak kötülüğü ayırarak incelemizi yapacağız.

Leibniz’e “teodise” fikri üzerinden en çok eleştiri getiren filozof Kant’tır. Kant’a göre alemdeki eksiklik ve kötülüğün kaynağı problemi daima devam edecektir ve çözülemez(Arıcan, 2006, 227). İlahi hikmet ile kötülük gerçeğinin uzlaştırılamayacağını savunan Kant, buna gerekçe olarak insan aklının tabiyatının böyle aşkın bir sorunu çözebilecek kabiliyette olmamasını gösterir. Bu yüzden ona göre İlahi hikmetin yollarını anlama ve kavrama çabaları terk edilmelidir. Bunu temellendirmek için Eyüp peygamber örneğini verir ve suç işlemediği halde onun başına gelenlere karşı tavrını “ahlakı inanca dayandırmak değil, inancı ahlaka dayandırmak” olarak yorumlar(Arıcan, 2006, 232-234). Kant determinist bir evren öngören Newton fiziğinin bilim olduğu bir çağda yaşamış ve determinizmin “özgür irade” için bir engel olduğunu düşünmüştür. Determinizmin özellikle özgür iradeye yer bırakmayacağını düşünmesinde Newton fiziği paradigmasına Caner Taslaman dikkat çeker. Kant’ın saf aklın sonuçlarını determinizm engeline takıldığı için reddetmesinin hatalı olduğunu ve Kuantum Teorisi’nin en kabul gören yorumunun “indeterminist” evren öngörmesinin Kant’ın fikirlerini boşa çıkardığını ifade eder(Taslaman, 2008, 73). Burada dikkat çekmek istediğimiz önemli nokta, “teodise” yani Tanrısal adalet’in imkanını eleştiren Kant’ın tüm odak noktasının “ahlaki kötülük” adıyla tanımladığımız kötülük tipi olduğudur. Fiziksel kötülük ve ahlaki kötülük kavramlarını Leibniz’den ödünç alarak kullanırsak, Kant’ın odak noktası tam olarak “ahlaki kötülük” yani özgür iradenin determinist dünyayla çelişmesi fikridir. İlk olarak ahlaki kötülük kavramını incelemek bu sebeple daha doğru olacaktır kanaatindeyiz. Leibniz insanın günah işlemesini içindeki metafiziksel kötülük yani tabii eksikliğe  bağlar. Gizil olan kusurlar açığa çıkar ve kötülük oluşur(Çınar, 2005, 172). Aslında kötülüğü de orada gizil olarak Tanrı’nın yarattığını söylemiştir ve aslında deterministik bir yorumdur. Kant’tan sonra Laplace da bilimsel determinizmden bahsetmiştir(Taslaman, 2008, 71) ve bu da insanların her yaptığının önceden belirlenmiş sebepler sonucu oluştuğunu söylemek ile aynı şeydir. Yani bu tür görüşlerin özgür iradeye yer bırakmadığı açıktır.


Kuantum Teorisi’nin ortaya attığı “objektif belirsizlik” ise evrende indeterministik bir yapı olabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Determinizmde olmayan boşluklar Kuantum dünyasında yerini alır. Böylece her sebebin belli(determine) bir sonucu değil, potansiyel ve olasılıksal sonuçları olmuş olmaktadır. Bu şekilde özgür irade temellendirilebilmesine rağmen, Tanrı’nın insanların neyi seçeceklerini bilip bilmemesi noktasında bir ayrılık olmuştur. William Pollard Kuantum boşluklarının Tanrı tarafından belirlendiğini savunmuş ve neticede Tanrısal bir determinizmi ifade etmiş olmaktadır. Buna katılmayan Arthur Peacocke ise belirsizliklerin Tanrı için de geçerli olduğunu ve Tanrının kendisini sınırladığını(self-limitation) söyler. Nancey Murphy de Pollard gibi Tanrının kuantum boşluklarını doldurduğunu ve belirsizlikleri belirlediğini savunur ve buradan özgür iradeye geçiş yapabilmek için bir analojiye müracaat eder: Kuantum Teorisi’nde madde hem parçacık, hem de dalga olabildiğine göre çelişen iki şey aynı anda olabilir, demek ki “Tanrının bilmesi ile kulun özgür olması” arasında bir uyum olabilir. Taslaman, Pollard ve Murphy’nin görüşlerini daha tercih edilebilir bulduğunu söylese de sonunda iki görüşün de özgür iradeyi temellendiremeyeceği sonucuna varır(Taslaman, 2008, 91). Kanaatimizce Murphy ve Pollard’ın tezi “maddede çelişki oluyorsa, burada da çelişki olabilir” tarzında olduğu için kabul edilemezdir. Çünkü determinizmin özgür iradeyle buluşmasını beklemek veya ummak fikrimizce getirisi olmayacak bir yanlıştır. Peacocke’un görüşü revize edilip Tanrı’nın geleceği bilmemesi’nin Tanrı’nın gücünü daraltıp daraltmadığı sorgulanmalıdır.


Özne “fiil” ile nesneye yönelir. Tanrının(özne) gelecek(nesne) ile ilişkisi incelendiğinde bilgi sahibi olmanın(fiil) sekteye uğraması öznesel ve nesnesel olabilir. Öznenin kabiliyeti yetmeyebilir(1), nesne fiile uygun olmayabilir(2). Buna bir örnek olarak “Tanrı her şeyi yapabiliyorsa, insanları tanrı yapabilir mi?” şartlı önermesini alalım. Buna “evet veya hayır” dendiğinde çelişkiler meydana gelecektir. Ancak aslında cevabı “hayır”dır. Çünkü ikinci önermede “nesne(insan) fiile(tanrılaşma) uygun değildir”. Aslında insanın tanrılaşması diye bir gerçeklik yoktur, bu yüzden bu sualin sorulması anlamsızdır. Tekrar sorulduğunda “Tanrı her şeyi biliyorsa, geleceği bilebilir mi?” önermesi de aynıdır. Kuantum belirsizliklerinin olduğu bir dünyada, gelecek zaten yoktur. İnsanlar özgür iradeleriyle onu eyleyip belirleyene kadar orada bir gelecek yoktur. Dolayısıyla Tanrı geleceği bilmez ve Tanrı her şeyi bilir. Bu bir çelişki gibi gözükebilir, ancak gelecek bir “şey” değildir. “Şey” kelimesi Arapça’da “varlık, var etme” anlamı taşır, Türkçe’de ise sadece bir “boşluk doldurma kelimesi” olmasına rağmen gerçekte bir varlığı ve gerçekliği ifade eder. Yani İslami teolojiye göre Allah, her şeyi bilendir(külli şey’in alim). Ancak buradan hareketle “şey” olmayanlar bilinmez denilebilir. Geleceğin ontolojik bir varlığı olmadığı için o bir “şey” değildir. Dolayısıyla gelecek belirsizdir ve bu doğası gereği böyle olmak zorundadır. Yani “Allah(özne) geleceği(nesne) bilir” ifadesinin sektesi öznesel değil, nesnesel uyumsuzluktan ileri gelir. Bu da Tanrının bir gücünü azaltan ifade değil, nesnenin hatalı bildirilmesi hatasından kaynaklanır. Geleceğin bilinmesi ile çözümsüz kalan özgür irade sorunu fikrimizce bu şekilde temellendirilebilmektedir  ve Kuran ayetlerinde buna dair güçlü deliller bulunmaktadır. Bununla beraber geleneksel “kader” anlayışına mugayir bir sonuç ortaya çıkacaktır. Bunlara geçmeden evvel geleneksel Kaderci anlayışın söylemlerine yer verelim: Büyük İslam İlmihali’nde kader konusu için şu ifadeler geçer: “Herhangi bir şeyin muayyen bir şekilde meydana gelmesini Cenab-ı Hakk’ın ezelde dilemiş olmasına kader denir”(Bilmen, 2003, 67. madde). Yani olan biten her şeyin nasıl olduğu bilgisi ve henüz yok olan varlıkların nasıl olacağı bilgisi ezelde iken var olmuş olmaktadır. Bu da tam manasıyla fatalizm(kadercilik)dir. Ancak buna cevap olarak da Bilmen, 70. maddede “kaderin bilinmesi, mesuliyete mani değildir” der. Bunu da “Allah insan dilerse ve Allah da onay verirse insanı o şekilde yaratır” diyerek temellendirmeye çalışır. Burada “ilk bilginin hatalı olması” gibi bir çelişki vardır. Yani Allah yaratmadan evvel kulunun her zerresinin her hareketini bildiğine ve yazdığına göre onun bir otomat olmaktan başka çaresi kalmaz. Bunun dışında ayrıca “insan dilese bile, Allah’ın onayı ile yaratması” hadisesi insanın özgürleşmesinin önünü keser. Neticede geleneksel ilmihallerdeki kaderci anlayış “deterministik”tir. Bu açıdan özgür iradeyi temellendiremez. Dolayısıyla özgürlük yoksa, seçim de yoktur. Eskatolojik olarak(ahiret ile ilgili) cennetin ve cehennemin bir gereği kalmaz(Çınar, 2005, 173).
Kuran ayetlerinde “Allah’ın geleceği bilmesi” ile ilgili ayetler vardır. Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır’ın dikkat çektiği gibi Tevbe suresi 16. ayette “Em hasibtum(hesap mı ettiniz) en tutrekû(terk edileceğinizi) ve lemmâ(buna rağmen) ya’lemillâhullezîne(allah bilinceye) câhedû minkum(içinizden cihad edenler)” ifadesi vardır. Manası “Allah içinizden cihad edenleri bilinceye kadar terk edileceğinizi mi sandınız?” Bu ayette temel nokta “ya’lemillahu” ifadesidir. Allah’ın bilmesine kadarki süreç anlamı vardır ve meallerin birçoğunda hatalı tercüme edilmiştir. Ancak Arapça açısından bunun başka bir manası olamaz. Bazı meallerde “Allah ortaya çıkarıncaya kadar” manası verilmiştir. Ancak bu kelime “ya’lemu”(bilmek) ifadesine uymaz, “ortaya çıkarmak ile bilmek” farklıdır. Ayrıca Hadid suresi 25. ayette Allah için “li ya’leme” kelimesi kullanılır, yani “Allah müminleri bilsin diye” manası vardır. Ali imran 140. ayet de aynı şekildedir.
Bu şekilde kötülük probleminin ana noktası olan özgür irade meselesini temellendirmek ve “her şeyi bilme” sıfatından bir şey eksiltmemek mümkün görünmektedir. Kant’ın teodise eleştirilerinin “determinist bir evren” ile makul olduğunu ve Kuantum dünyasının bunu yalanladığını, diğer yazarların da Tanrı’nın bilgisi konusuna vurgu yaparak bunun çözülmediğini düşünmesinin “nesnesel uyumsuzluk” argümanıyla üstesinden gelinebildiğini savunmaktayız. Nitekim analizimize Kuran’dan örnekler verip gelenekselci fikirleri eleştirerek destek verdik. Şimdi ise “fiziksel kötülük” kavramını merkeze alacağız.


2. Mükemmellik, Kusur ve İlahi Adalet Uzlaşması

Dünyada gerçekleşen ve insan iradesinden ileri gelmeyen kötülükler olarak doğal afetler, savaşlar, sefalet veya evrendeki herhangi bozulma ya da düzensizlik bu argüman içinde zikredilir. Evrendeki kusur veya yapıların “mükemmel” olmaması, insanların ölmesine sebep olacak şekilde tasarlanmış olması bir Tanrısal iyilik veya Tanrısal adalete muhalif gösterilir. Bununla ilişkili olarak evrende bir “israf”ın da olduğu öne sürülmektedir(Stenger, 2011, 138). Stenger, bununla birlikte evrendeki kara enerji ve karacisimlerin çokluğu, diğer galaksilerin dünyaya ulaşılamayacak kadar uzak olması gibi argümanları kullanarak bunun israf olduğunu savunur. Onun çelişkili bulduğu bir şey de şudur: (1) evrenin yaşam için çok uygun bir halde olmasının Tanrı’yı göstermesi, (2) evrenin yaşam için uygunluktan o kadar uzak olması ki, doğal süreçlerle çıkmış olamaması. Stenger, bunu tersi durumlar için söylendiğinden çelişki olarak görür ve (1) evren çok uygunsa Tanrı’ya gerek yoktur, (2) evren çok uygunsuzsa Tanrı yaratmamıştır diye itiraz ederek kendi eleştirdiği çelişkiye kendisi düşmektedir(Stenger, 2011, 146). Çünkü evren tasarlanmış görünse, Tanrı olamaz, tasarlanmış görünmese de Tanrı olamaz diyerek eleştirdiği zıtlığı kendisi ika eder. Burada ayrıca bir nokta vardır ki, bu da tasarımcı ile tasarım kurallarını birbirine karıştırmaktır. Bir bilardo topunun hareketini Newton kanunları tarif edebilir, fakat o topu hareket ettiren şey bu kanunlar değil, bilardo oyuncusudur(Lennox, 2012, 88). Yani fail ve güç kanundan ayrı bir şeydir, “açıklamak” ile “betimlemek” farkı burada ortaya çıkar. Bir şeyin betimlemesini bilim yapmaktadır, ancak açıklaması o şeyin sebebinin bilinmesidir. Lennox, bunu izah için “Matilda Teyzenin Keki” örneğini verir: Matilda teyzenin keki nasıl yaptığı, muhtevasına ne koyduğu tipinde sorular, keki bilimin incelemesi ile cevaplanabilir. Ancak kekin niçin yapıldığı sorusunun cevabı Matilda teyzenin bildirmesi ile öğrenilebilir(Lennox, 2012, 55). Stenger bu konuda kanunları “niçin” kapsamında değerlendirmiş gözükmektedir.

Bunlara dayanılarak evrende önce düzen ve düzensizliğin Tanrı ile nasıl ilişkisi olabileceğini düşünmek gerekir. Stenger evrende bir düzeni kabul etmekle beraber bunun fazla olmadığını veya biraz düzen biraz da düzensizlik olduğunu ve bunun Tanrı ile çelişik bir durum olduğunu ifade eder(Stenger, 2011, 147). Düzenin sürekli olması gerektiğini ima eder gibi durmakla birlikte bunun da Tanrı’nın gereksizliğini gösterdiğini ifade etmesi bir totolojidir. Yani Stenger aslında Tanrı’nın olmayacağının birbirine zıt iki ihtimalde de olduğunu savunmuş ve bunu kendisi başkası yapınca eleştirmiştir. Bu ise yanlışlanamayacak bir durumdur, ancak Stenger’in kitabındaki esas argümanı Tanrı’nın bilimsel olarak incelenip yanlışlanabileceği minvalindedir(Stenger, 2011, 12).
William Paley’in “saat ustası” örneğinde belirttiği gibi bir makinenin tasarımının mükemmel olmasına gerek yoktur. Cevabı aranan soru, o makinenin tasarım amacına uygun olup olmadığıdır(Lennox, 2012, 110). Oysa ki, Stenger tam tersine insanların ömrünün daha uzun olabilecek iken daha kısa olmasını bile bir kusur olarak görmektedir(Stenger, 2011, 62). Ancak Stenger’in Tanrı hipotezine göre dinlerin Tanrıları ele alınıp sorgulanır ve onların kabulleri test edilir. Tanrı’nın amacı insanları sonsuza kadar yaşatmak olmadığı için, bu insanların bir hayat süresi olması ve kısıtlı olması kusur olarak adlandırılamaz. Dolayısıyla tenkit tamamen yanlış adrese getirilmiştir. Bununla birlikte evrendeki tüm bozukluklar ve sair düzensizliklerin sebebi “Tanrı gayesi” temelinde sorgulanmalıdır. Evrendeki düzensizliğin Tanrısal adalet ile ilişkisini düşünen ilk isimlerden birisi Anaksimandros(M.Ö. 611-545)’tur. O, evrende bir zıtlar mücadelesini esas alır ve her değişimi diğerine bir haksızlık olarak telakki eder. Kozmik dönüşümde sıcağın soğukla, hayatın ölümle, gecenin gündüzle değişimini bir hak ihlali sayar. Öte yandan Herakleitos(M.Ö. 540-480), zıtların bir arada bulunduğu görüşünü kabul etmiş ve bunları “adaletin ta kendisi” olarak görmüştür. Evrenin görünür karmaşasının altında yatan kozmik bir akıl(logos) olduğunu söyler ve değişimi kozmik bir yasa olarak sunar(Çakmak, 2005). Fragmanlarında, “savaş her şeyin babasıdır(53. fr.)“, “karşıt şeyler bir araya gelir ve en uzlaşmaz olanlardan en güzel uyum(harmonia) çıkar(8. fr.)” gibi ifadeleri vardır. Yani eğer evrendeki çatışmaların olmaması durumunda varlığın imkansızlığını vurgulamıştır ve buna Leibniz gibi William King de katılmıştır. Farabi de “Sudur Nazariyesi” ile bunu ifade eder(Kiriş, 2008, 89). Kısacası evrendeki düzensizlik gibi görünen hadiseler de düzenin bir parçasıdır çünkü tam da İlahi gayeye uygun olarak teşekkül etmektedir. Bu açıdan Kuran’da evrenin belli bir süre için yaratıldığı ve günün birinde yok olmak üzere programlandığı bildirilmektedir(Zelzele, 1-5; Naziyat, 34-36; Hakka, 13-15; Tekvir, 3-5; İnşikak, 1-2). Yani ölüme ve bir süre yaşamaya programlanan bir evren, insan ve hatta hücrelerin tasarımlarına uygun hareket etmesi kusursuzluk olarak tanımlanabilir. Çünkü kusur, esasında gayeye zıt olan bir hali ifade eder. Eğer ki, her şey kusursuz ve her yönden mükemmel olsaydı -ki bunun tanımında sorun vardır- o zaman herkes tanrı olurdu ve en galip olmaya çalışır ve varlığını koruyamazdı(Enbiya, 22; Çınar, 2005, 167).
Bir örnek olarak “çöp kutusu” çok sağlam, deliksiz, demirden, kalın malzemeden ve devasa boyutta olabilir. Bu onun mükemmel olduğunu göstermez, çünkü o, misalen yağmurda suyla dolar, kullanışsız olur ve sair nedenler vardır. Telefon klübesinde saldırıya uğrayan bir insanın elinde çakı olması ile “zülfikar” olması arasında fark vardır. Zülfikar gibi dev bir kılıç belki daha mükemmel görünebilir, ancak o klübede ancak çakı ile mücadele edilebilir. Bu da “gayeye uygunluk” prensibinin “mükemmellik” kavramının anlaşılmasındaki belirleyiciliğini gösterir. Tasarımın varlığını görmek insanın “tasarım olmayandan ayırt etme” imkanı ile mümkündür. Bu açıdan tasarlanan bir evrenin muhakkak tasarlanmayan kısımları da olmak durumundadır. Yani buna “tasarımı zıttıyla vurgulama” diyebiliriz. Buna göre Paley’in saati argümanını revize edip “Bozuk Saat Argümanı” ifadesinin daha faydalı olacağını düşünüyoruz. Çünkü bir insan etrafında sürekli saatler görse, bunların işleyen çarklarını müşahade etse, zamanla bu sıradan bir hale gelir ve onları önemsiz addedebilir. Bozuk bir saat gördüğünde ise aynı anda hem “bir saatin tasarımının kendi aklını aştığı” izlenimini, hem de “bozulmuş versiyonunun uyandırıcı etkisi ile saatin sonradan bu hale geldiği” intibasını kazanır. Yani fikrimizce eğer ki bir tasarımın varlığı gösterilmek istense idi, Leibniz’in dediği gibi “olabilecek en iyi evren” bu evren olurdu. Çünkü hem bir aklı aşan tasarımın oluşu, hem de bunun olmasaydı nasıl olacaktı sorusuna cevap bulmamız için gerekli malzememiz vardır. Yani her yerde mükemmel saatler görseydik, zaten kendiliğinden oluyor diyenler olabilirdi. Ancak hiçbir yerde saat görmeyişimiz ve gördüğümüz saatin bozuk halinin bile bizim yapamayacağımız bir tarzda olması, bize bunun bizim üstümüzde bir zekanın ürünü olduğu intibasını verir. Buna “Bozuk Saat Argümanı” diyebiliriz.
Mükemmellik kavramındaki algı yanlışlığını gösterdikten sonra, ek olarak “adalet” kavramına girmek istiyoruz. Dostoyevski’nin “yeryüzünde bir tane ağlayan çocuk varsa, Tanrı yoktur” şeklinde bir sözü olduğu söylenir. Bu düşünme şekli genel olarak “ağlayan çocuğa annenin büyük merhamet etmesi karşısında Tanrı’nın merhamet göstermemesi” tarzında izhar edilir. Annenin merhametinden az merhamet göstermek ile “sonsuz merhamet”, uyumsuz gösterilir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta “anne şefkati”nin aslında bir tür “kayırmacılık” olduğudur. Yani anne, çocuğunu hata etse de kayırır ve onu kayıtsız şartsız sevebilir. Bu yüzden onun acı çekmesine gönlü razı olamaz. Tanrı ise, adil olmak zorunda olduğu için suç işleyene ceza vermekte veya suçsuz da olsa imtihan veya deneme amacıyla ona acıyı onaylamaktadır. Merhamet kavramının “kayırmacılık” ile karıştırılmaması gerekir. Öte yandan insanın hayatı boyunca çektiği acı veya cehennemde çektiği acı karşılığında “sadece iman etme” talebi çoğu zaman denksizlik olarak düşünülür. Bununla birlikte “çok acı”nın hangi kritere göre çok olduğu ve “sadece iman” fiilinin hangi kritere göre “çok az bir şey” olduğu açık değildir ve birer önkabuldür. Yani “iman etme”nin pek az bir şey olduğu, anlamlılığının azlığından bahsedilemeyeceği gibi; sonsuz acı çekmenin veya dünyada acı çekmenin “fazla bir külfet” olma durumundan da bahsedilemez. Olan biten alışverişin değerlendirilmesi ve birbirine denk görülüp görülmemesi tamamen psikolojik bir kıymet biçme davranışıdır. Gerçekte “iman” ile “acı”nın birbirine denk olmadığını gösterecek bir cetvele sahip değiliz. Bu da bize ilahi adalete yöneltilen eleştirilerin “fiziksel kötülük” kapsamında olan kısmının boşa çıktığını telkin eder. Son olarak dünyadaki acının geçiciliği de vurgulanmalıdır. Zira misalen çocuk ve hayvanların elemleri ve çektikleri ahiretin tamamlayıcılığı ile dengelenebildiği düşünülebilir(Aydın, 2009, 26). Neticede ahiret faktörü hesapların tamamlanacağı ve acı çekenlerin veya hakkı yenenlerin hakkının fazlasıyla teslim edileceği bir tamamlayıcıdır. Bu da bize “dünyada çekilen sınırlı süre acı”nın göreceli olarak aslında anlamsız olduğunu ve abartıldığını göstermelidir. Çünkü 3 sn acı çekmeyle, 3 sene acı çekme arasında anlamlı bir farkın olduğu bir kritere göre iddia edilemez. Bu da sınırlı acı çekmenin bize “ahiret olduğu sürece” hesabı görülecek olan geçici ve anlamsız bir şey olduğunu gösterir. Böylece “fiziksel kötülük” kavramı altında aslında kusurlu görülen tasarımla ilgili yapıların elzem olduğunu ve olması gerektiğini göstermiş oluyoruz. Bununla birlikte dünyadaki acılar ahiretin tamamlayıcılığı ile önemsiz kalmaktadır.


Evrende israfın olduğu ve yıldızların veya insanın hayatı boyunca ulaşamayacağı galaksilerin neden yaratılması gerektiğinin(Stenger, 2011, 139) cevabı evrenin üzerine düşünmekle açıklanabilir. Misalen evrenin başlangıcında yıldızların, dünyadaki ağır elementlerin oluşması için görev aldığını düşünerek “yıldızların araçsallığı”nı düşünebiliriz. Bu açıdan yıldızlar gerekli olmuş olur. Ancak bütün kainatın insanlar için yaratılmış olduğu(Bakara, 29; Casiye, 13) düşünüldüğünde diğer milyarlarca yıldızın sebebi sorulabilir. Big Bang ile başlayan bir süreçte evren bir bütündür, aynı “bir elmasın hediye edilirken etrafında pek çok teferruat ile güvenliğinin sağlanması ve değerinin gösterilip vurgulanması gibi” dünya da bütün olan evrende bir mücevher gibi düşünülebilir. Öte yandan tasarımın zıttıyla vurgulanması bahsi burada da geçerlidir, evrenin tasarımlanmamış kısımları dünyanın seçilmişliğini vurgulayabilir. Her ne kadar uzayda başka canlıların varlığının olduğu ima edilse de, şimdiye kadarki gözlemlerin neticesi bunun gerçek bile olsa ne kadar az olması gerektiğini ortaya koymaktadır(Stenger, 2011, 126). Sadece bu bile, bir çokluğun içinde birliği, yani nadirliği gösterir. Bir başka sebep de, evrenin boş ve ücra köşeleri bile olsa, bunların “potansiyel hizmet” vermek üzere orada konuşlanmasıdır. Yani Andromeda galaksisi bizim bilim yapmamızı sağlamaya hizmet edebilir, 13.7 milyar ışık yılı ötedeki yıldızlar ise evrenin yaşının hesaplanmasında bize yol göstermiştir. En uzak yıldız bile bize kullanmasını bildiğimiz zaman hizmet ettiğine göre, evrende her varlık potansiyel olarak bir işe yarayabilmekte ve dolayısıyla kanaatimizce buna israf dememek gerekmektedir.


3. Sonuç

Yüzyıllardır büyük tartışmalara sebep olan özgür irade, ilahi adalet ve kötülük sorununun tatmin edici bir şekilde sonuca bağlanamamasının sebebi, dünyaya deterministik açıdan bakma hatasıdır. Bugün indeterminist bir evrende yaşadığımızı telkin eden son derece kabul görmüş ve birçok teknoloji üreterek, nobel ödüllerine konu olarak bilimsel yönünü ispat etmiş Kuantum Teorisi gibi bir desteğe sahibiz. Bu açıdan bilimsel paradigma değişiminin felsefi sahaya etkileri, kavramların daha iyi anlaşılabilmesini sağlamıştır. Biz de özgür iradenin ilahi bilgiyi kısıtlamadan geleceğin doğasıyla ilgili yaptığımız çıkarımlardan temellendirilebileceğini düşünerek kötülük sorununa yeni bir bakış getirmeye çalıştık. Mükemmellik ve evrendeki kusurları, onlara bir zorunluluk atfederek, tasarımın tasarım olduğunun fark edilmesindeki önemli bir faktör olması itibariyle izah etmeye çalıştık. Netice itibariyle “bozuk saat argümanı” ile tasarımı tekrar düşünmeyi önererek, teodisenin eskisi gibi zor savunulacak bir durumu olmadığını göstermeye çalıştık.



KAYNAKLAR:
1. Aliye Çınar, Leibniz’de Kötülük Problemi ve Teodise, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 1, 2005.
2. Caner Taslaman, Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı, İstanbul Yayınevi, 2008.
3. Cengiz Çakmak, Fragmanlar, Herakleitos, Kabalcı Yayınları, 2005. 
4. John C. Lennox, Aramızda Kalsın: Tanrı Var, Çeviren: Reşit Şahin, Sare Levin Atalay, Ufuk Yayınları, 2012.
5. M. Kazım Arıcan, Kant’ın Kötülük Anlayışı ve Teodise Eleştirisi, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Dergisi, Cilt: x/2, 2006. 
6. Nurten Kiriş, Tarihsel Olarak Kötülük Problemi ve Çözüm Olarak Teodise, Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe Bölümü Dergisi, Sayı: 5, 2008. 
7. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, İstanbul, 2003. 
8. Victor J. Stenger, Başarısız Hipotez: Tanrı, Çeviren: Algan Sezgintüredi, Aylak Kitap, 2011.
9. Hüseyin Aydın, İlahi Adalet Açısından Çocuk ve Hayvan Elemleri Meselesi, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 14:2, 2009. 
10. Kuran-ı Kerim

Mucize Tabiat kanunun ihlali midir ? David Hume' un Mirası Tabiatı Bozmak





İlk başta mucizeler ve tabiatüstü olaylar arasında ciddi bir fark olduğunu açıklığa kavuşturmak gerekir.

mucizeler tabiatüstü olaylardır fakat bütün tabiat üstü olaylar tam anlamıyla mucize değillerdir , örneğin bizatihi evrenin ve kanunlarının kökeni tabiatüstü olsalar da mucizeler sınıfına girmezler çünkü mucizeler eşyanın bildik normal seyrine uygun olmayan istisnai olaylardır . Dolayısıyla onlardan önce eşyanın takip ettiği normal bir seyrin var olması gerekir evrenin yaratılışı ve onunla beraber ortaya çıkan kanunların kendileri ise ellison normal seyrini oluşturdukları için nadiren bu tarz istisnalar arasına dahil edirler .

Bilimin , mucizelerin imkansız olduğunu gösterdiğine dair hakim kanaatin oluşmasında en etkili sözlerin genellikle aydınlanma filozofu İskoç David Hume a ait olduğu düşünülür Hume septik bir natüralist filozoftu , meşhur makalesi de ( an anquiry concerning human understanding de ) ( insan zihni üzerine bir araştırma ) şöyle yazar "mucize tabiat kanunlarının ihlalidir ; sağlam ve değiştirilmez
Bir deneyim bu kaNunları oluşturduğı için , mucize aleyhine bir delil doğası gereği deneyimle elde edilen herhangi bir argüman kadar geçerlidir ." (1)

TABİATIN TEK BİÇİMLİ OLDUĞU ARGÜMANI VE HUME UN KENDİSİYLE ÇELİŞEN POZİSYONU

Hume mucizeleri inkar eder çünkü mucize tabiatın sabit kanunlarına ters düşer. fakat başka bir yerde tabiatın dweğişmezliğini de inkar eder .çünkü binlerce yıldır güneşin sabahları doğması onun yarında aynı şekilde doğacağından emin olabileceğimiz anlamına gelmez . eski deneylere dayanarak geleceği tahmin edemesiniz der Hume (2) şayet bu doğruysa tam oalrak ne ifade ettiğine bir bakalım . Hume 'un bütün dünya tarihi boyunca şimdiye kadar şimdiye kadar  hiçbir ölünün mezarından kalkmadığı konusunda doğru söylediğini varsayalım ; o zaman Hume ün argümanına dayanrak ölü bir adamın dirilmeyeceğinden  emin olamayız . Eğer böyle ise , kimse mucizelerin olmadığını iddia edemez . Peki şimdi Hume 'un Tabiat kanunları ve tabiatın tek biçimli olduğu konusunda ısrarcı tavırlarına ne oldu ? böylece kendi mantığı dahi mucizelerin  mümkün olmadığı iddiasının temlellerini çürütmüş oluyor. 

Aynı argüman  gelecek için olduğu gibi aynı şekilde zamanda geriye doğru gittikce de geçerli olmalıdır. Örneğğin geçen bin yıl boyunca bir ölünün dirildiğini görülmediği gerçeği ondan önce de böyle birleyin olmadığını garanti etmez bunu aydınlatabilmek için şu örneği verebiliriz geçen üçyüzyıl boyunca yapılan gözlemler istikrarlı bir şekilde İngiltere Krallarının boynunun vurulmadığını göstermiştir eğer bunu biliyorsanız Kral 1. Charles in  boynunun vurlduğu iddiasıyla karşılaşırsınız buna inanmak istemeyebilirsiniz çünkü bu tek olay değişmeyen geçmişe ters düşmektedir . ama Yanılırsınız ! çünkü o gerçekten  İdam edilmişti de ,değişmezlik ayrı mutlak değişmezlik ayrı şeylerdir.

Sonuç olarak Hume un mucizeler Hakkındaki Görüşünün ciddi bir kusurla

Malul oluşunun 2 ana sebebi vardır :  1 - kendisi ,tabiatın değişmezliğini tespit edilemeyeceğini  iddia ettiği için , onun  mucizeleri çürütmek için kullanamz .

2- zorunlu nedenselliği inkar ettiği için ; tabiatın mucizeleri imkansız hale getiren zorunlu nedensellik ilişkisini bünyesinde bulunduran Kanunlarla tarif edilemesini kabul edemz .

Hume   konusunda dünya çapında  bir uzman  ve eski bir ateist olan Antony Flew , meşhur kitabının Hume'la ilhgili " yeni yeni farkettiği gerçekler ışığında" baştan yazılması gerektiğini itiraf ederek onun hakındaki görüşleri radikal bir şekilde değiştirmişti. Flew'a göre:''Hume'un ardından gelen nesiller ' çok zayıf olan nedensellik ve tabiyat kannuları ne de sebep-sonuç ilişkisini kabul etmek  için geçerli  bir temelleri yoktu...Hume'un  sebep sonuç ilişkisinin hakkındaki şüpeci tutumlu ve dış dünyaya agnostik yaklaşımı o çalışmalarını bıraktıktan sonra göz arde edildi."(3) hiç kuskusuz öyle,ama ne ilginçtir ki Christopher Hitchens gibi yazarlar hala,Hume,un"bu konuda son sözü"söylediğini düşünürler.(4)Hitchens ne de olsa bilim adamı değil ve bilmemesi mazur görülebilir;ama Dawkins'in böyle bir mazereti olamaz.




Argüman 1:
genel olarak mucizelere inanmak ve özellkikle Kutsal Kitaptaki mucizelere inanmak,ilkel ve bilim öncesi kültürel ortaya çıkmıştır  bu bir kültürde  insanlar kültürde tabit kanunlarında bihaberdi ve mucize hikayelerine inanmaya meililerdi .Hume da bu görüşü mucizilerde ilgili anlatımlarla,"cahil ve barbar kavimler arasında çok fazla görülür "(5) diyerek detekler.Fakat ilk bakışta  bu izah makul gibi görünsede  mesela Kitabı mukkades teki mucizelerdeki uyguladıklarında saçma hale gelir.Biraz düşünersek şunu görürüz:  bir olayı mucize olarak kabul ettiğimiz için bir düzenlilik algısı olması gerekir ki  o olay bu algıyla  göre olağındışı sayısının .Eğer neyin normal olduğunu bilmiyorsanız bir şeyi anormal olarak algılayamasınız .

Argüman 2:
şimdi artık tabiat kanunlarını biliyoruz ve bu yüzden  mucizelere inanmak imkansız. (!)
Mucizelerin tabiat kanunlarının ihlali olduğu argümanında başka yanılgı daha vardır ; bunu
C.S Lewis şu analoji ile açıklamıştır . (6) ;"Eğer bu hafta masamdaki çekmeceye 1000 dolar koysam ,ertesi hafta ona 2.000 ondan sonraki hafta da 1000 dolar daha koysam aritmetik kanunlarına göre  bir dahaki sefer  çekmecemi açtığımda 4000 dolar bulacağımı tahmin edebilirim  .Ama ben bir dahaki sefer çekmeceyi açtığımda sadece 1000 dolar buldum diyelim bundan ne anlarım ?
Aeirtmetik kanunlarının ihmal edildiğini mi ?Elbette Hayır . Bir Hırsızıneyalet kanunlarını çiğnediğini  ve 3000 doları çekmecemden çaldığını düşünürüm .Dahası  aritmetik kanunlarının böyle bir hırsızın varlığına ya da aritmetik kanunlarının böyle bir hırsızın varlığına ya da onun parayı çaldığına inanmamızı imkansız kıldığını iddia etmek saçma gelir . Tam tersine o hırsızın ve fiilin
Varlığını ortaya koyan , Zaten o kanunlarının normaldeki işleyişidir .

Bu örnek bizim kanun kelimesini  bilimsel anlamda kullanmayla hukuki  anlamda kullanmanın
aynı olmadığını görmemizi de saülar çünkü (hukuki anlamda ) genelde kanunun insan fiillerini kısıtladığını düşünürüz . ama aritmetik kanunların bizim hikayemizdeki  hırsızı kısıtlaması ya da  ona baskı yapması hiç de mantıklı değildir .

Bu nedenle Hume a katılarak mucizelerin Tabiat kanunlarını bozduğunu söylemek hatalı ve yanıltıcıdır .Bir kez daha C.S Lewis bize çok yardımcı olacak bir açıklama yapıyor ; " Eğer Tanrı bir maddeyi yaratır ya bütünlüğünü bozar  ya da yönünü değiştirirse o anda yeni bir koşul yaratmıştır.  bütün tabiat bu yeni koşullara ayak uydurur ve kendi ortamında onu kabul eder ve diğer bütün olaylar da ona göre ayarlanırlar .Tabiat kendini bütün kanunlara uydurabilir. (7)

Eğer Evreni yaratan bir Tanrı varsa  ( tüm delillerin götürüp ortaya çıkan tek sonuç budur )
o zaman onun özel şeyler yapabileceğine  inanmak elbette zor değil .




Kaynakça :

1 - an anquiry concerning human understanding s 76

2 - an anquiry concerning human understanding s 15

3 - There is a god new york Harper one  s57 ,58

4 - God is not great , Lndra s 141

5 - age s79

6 - C.S Lewis Miracles  s 62

7 - C.S Lewis Miracles  s 62

Kelam Kozmolojik Argümanı (Kısaltılmış)-W.L.Craig

Önuyarı  : Bu yazı  Şahsıma Aitt değildir . Yazı William Lane Craig'in Makalesinin Kısaltılmış versiyonudur .  (http://www.reasonablefaith.org/turkish/bueyuek-patlama-ve-oetesi)

Bu argüman doğu kökenlidir . Söz  Hadis söz demektir Zamanla Hudus  oalrak değişmişdir .Batıya da Kelam kalam oalrak aktarılmıştır .

 
Gelişimine yaptıkları katkıları takdir etme adına "Kelam kozmolojik argümanı" diye tesmiye etmiş olduğum argümanın temel formu basittir:

    1- Varlığının başlangıcı olan her şeyin bir nedeni vardır.
    2- Alemin varlığının bir başlangıcı vardır.
    3- Dolayısıyla, alemin bir nedeni vardır.

Evrenin bir sebebinin olmasının ne demek olduğunun kavramsal bir analizi, şu halde, bu varlığın teolojik açıdan önemli özelliklerinin bazılarını tesbit etmeyi amaçlamaktadır.

Birkaç yüzyıl boyunca gözden düştükten sonra, bu argüman son yıllarda zaman ve mekanın bir başlangıcı olduğu düşüncesi lehine kuşkusuz çağdaş astro-fiziksel kozmolojinin şaşırtıcı empirik kanıtının tahrik ettiği bir ilgi patlaması yaşamaktadır. Bu argüman dikkatli bir incelemeyi hak ediyor.

BAŞLANGICI OLAN HER ŞEYİN BİR NEDENİ VARDIR

Öncül 1, açıkça doğru gözüküyor—en azından, onun olumsuzlanmasından daha doğru. Her şeyden önce, onun [öncül 1] temeli, bir şey yokluktan varlığa çıkmaz şeklindeki metafiziksel sezgiye dayalıdır. Şeylerin, nedensiz bir şekilde yokluktan varlığa çıkabileceğini ileri sürmek, ciddi metafizik yapmayı bırakmak ve sihre başvurmak demektir. İkinci olarak, eğer gerçekten eşya nedensiz bir şekilde varlığa çıkabilirse, o zaman neden her hangi bir şeyin veya her şeyin nedensiz olarak yokluktan varlığa çıkmadığı açıklanamaz hale gelir. Son olarak, ilk öncül, bizim tecrübemizle sürekli olarak teyid edilmektedir. Dolayısıyla, teist olmayan bilimsel tabiatçılar, onu kabul etmek için en güçlü motivasyona sahiptirler.

EVRENİN BAŞLANGICI  VARDIR .

1929'da Amerikalı astronom Edwin Hubble, uzak galaksilerden gelen ışığın sistematik bir şekilde spektrumun kırmızı sınırına kaydığını ortaya koydu. Bu kırmızıya kayma olayı, ışık kaynağının görüş hattında uzaklaştığını (geriye çekildiğini) gösteren bir Doppler etkisi olarak kabul edildi. İnanılmaz bir şekilde, Hubble'ın keşfettiği şey, Einstein'in Genel İzafiyet Teorisine dayalı olarak Friedman ve Lemaitre tarafından öngörülen evrenin genişlemesiydi. Bu, bilim tarihinde hakiki bir dönüm noktasıydı. "Bilimin yüzyıllardır yaptığı bütün büyük öngörüler arasında," hayretini ifade ediyor John Wheeler, "öngören ve doğru bir şekilde öngören, ve evrenin genişlemesi kadar fevkalade bir fenomeni bütün beklentilere karşın öngören bundan daha büyük bir öngörü var mıydı?(1)

Önceleri, evrenin mutlak başlangıcından kaçınmaya odaklanmış teorisyenler, daima Planck Zamanı'ndan önceki dilime sığınabilirlerdi, ki [Planck Zamanı], o kadar yetersiz anlaşılmıştır ki bir yorumcu onu kadim haritacıların haritalarında "Burada ejderhalar bulunur" diye işaretlenen bölgelerle mukayese etmiştiryani her türlü hayali yaratıklarla doldurulabilecek bir yerle. Fakat Borde-Guth-Vilenkin teoremi, Planck Zamanından önceki evrenin belli bir fiziksel tasvirine dayanmamakta, bunun yerine bizim o çağla ilgili kesinsizliğimize bakılmaksızın geçerli olacak yanıltıcı derecede basit fiziksel muhakemeye dayanmaktadır. Vilenkin, söyleyeceklerinden geri durmuyor: "Denir ki bir argüman makul bir insanı ikna eden şey, bir delil/kanıt ise makul olmayan birini bile ikna etmek için gereken şeydir. Ortaya konan kanıtla, kozmolojistler artık ezeli bir evrenin imkanının ardına saklanamazlar. Kaçış yok, onlar bir kozmik başlangıç problemiyle yüzleşmek zorundadırlar."2

Borde-Guth-Vilenkin teoremi şimdi kozmolojistler tarafından yaygın olarak kullanılmaktadır. Sonuç olarak, evrenin başlangıcını bertaraf eden teorisyenler o teoremin tek varsayımını inkar etmeye mecburdurlar: evrenin tarihi, kozmik genişleme tarihidir. Bu ise şu zanları içeren spekülatif evren modellerine yol açmıştır: Big Bang öncesinde ezeli geçmişten beri sonsuz daralma, veya sonsuz geçmişte var olan ve kendisinden evrenin ortaya çıktığı statik bir hal, veya gözlemlenen genişleme öncesindeki sonsuz salınımlar dizisi, veya hatta bizzat zamanın yapıçözümü (dekonstrüksiyon). Bütün bu zanlar/yorumlar hem gözlemsel olarak hem de teorik olarak görünürde aşılmaz zorluklarla karşılaşmaktadır.3 Bu sebeple, şu ana kadar hiçbir makul teori, standard modelce öngörülen başlangıcı bertaraf etmeyi başaramamıştır.

EVRENİN NEDENİ VARDIR

Argümanımızın ima etiği sonucun kavramsal bir analizine dayanarak alemin, nedensiz, başlangıçsız, değişmez, gayr-i maddi, zamansız, mekansız ve hayal edilemez derecede kudretli olan kişisel bir Yaratıcısının var olduğunu çıkarsayabiliriz. Bu, Thomas Aquinas'ın söylemeyi adet edindiği gibi, herkesin "Tanrı" derken kastettiği şeydir.

Geçmişin sonlu oluşuna dair argümanımıza dayalı olarak, baştaki argümanımızın ikinci öncülünü alemin başlangıcı vardır— onaylamak için iyi bir temele sahibiz. İlk öncülden yani, başlangıcı olan her şeyin bir sebebi vardır— ve ikinci öncülden, mantıkan evrenin bir sebebi vardır sonucu çıkmaktadır. Bu sonuç afallatıcıdır, zira bu, alemin, kendisinden daha büyük ve kendisinin ötesinde olan bir şey tarafından varlığa çıkarıldığı anlamına gelmektedir.

William Lane Craig .




www.facebook.com/BilimModern


Kaynakça
 1  John A. Wheeler, "Beyond the Hole," Some Strangeness in the Proportion, ed. Harry Woolf (Reading, Mass.: Addison-Wesley, 1980) içinde, s. 354.

2  Tartışma için bkz. William Lane Craig and James Sinclair, "The Kalam Cosmological Argument," Blackwell Companion to Natural Theology, ed. Wm. L. Craig and J. P. Moreland (Oxford: Blackwell,
2009) içinde.

 3 Vilenkin, Many Worlds in One, s. 176.

Hassas Ayar Argümanı (Fıne Tunning Argument )







Argümanımızın Temel Öncülleri Şunlardır :

Öncül 1. İnce-ayarın varlığı, teizm altında ihtimal-dışı değildir.


Öncül 2. İnce-ayarın varlığı, ateistik tek-evren hipotezi altında çok ihtimal-
dışıdır.13

Sonuç: Öncül (1) ve (2) ve öncelikli onaylama ilkesinden, ince-ayar verilerinin,
ateistik tek-evren hipotezinden çok tasarım hipotezi lehine güçlü kanıt
sağladığı sonucu çıkar.



Öncelikle " ^ " İfadesinin küçük bir tanımını yapmam gerekiyor .Bu Uzun sayıları kısaltmak için kullanılan bir ifadedir. örneğin 100000000000 = 10^9 dur . mesela  10^9 da bir ihtimal demek
Trilyonda bir ihtimala denk gelir .Sayı daha da uzayabilir.

"...inceleyeceğimiz Hassas Ayar,Hayatın oluşmasına imkan tanıyacak derece  dengelenmiş öyle bir evren ortaya çıkarmaktadır ki, Böyle bir evren ,grafit noktası üzerine dikey olarak duran keskin bir şekilde açılmış Kurşun Kaleme benzer."[1]

Bu hassas sabiteler hem Evrenin Başlangıcındaki Doğa Sabitelerinde
Hem de Bizzatihi Yasaların kendisinde Mevcut şekilde Karşımıza Çıkıyor .

Bu Hassas Düzeni örneklerle İnceleyelim ;

"Eğer Güçlü Nükleer Kuvvetin ElektroMagnetik kuvvete oranında(evrenin başlangıcında) 10^16 / 1 kadar küçük bir farklılaşma olsaydı hiçbiryıldız oluşamazdı.Aynı şekilde Elektromagnetik Kuvvet sabitesinin,Çekim kuvveti sabitine oranı da benzer bir hassas denge içinde olmalıdır.
Orandaki 10^40 da bir mini minnacık bir artış sadece büyük yıldızların var olmasına olanak verecekti. Evrende küçük ve büyük yıldızlar Birlikte bulunmak zorundadır,çünkü büyük olanlar kendi termonükleerFırınlarında element üretirken ,sadece küçük olanlar bir gezegende hayatın devam edebilmesi için yeterince uzun süre yanabilirler. " [2]

"Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton ve elektronun kütleleri mevcut şekilde olmalıdır. Eğer protonun kütlesinin elektronun kütlesine oranı 1836/1 oranında olmasaydı, canlılığı mümkün kılan uzun moleküller oluşamazdı. " [3]

"  Bizler insan tasarımı aletlerin tespit edebileceğinden çok daha hassas bir alemde yaşıyoruz.Gene de Kainat Çarşısında hala bizi bekleyen çarpıcı süprizler var.Eğer Planck süresi içinde (Evrenin Başlangıcından sadece 10^-43 saniye sonra) genişleme ve çökme kuvvetlerinin oranında 10^55 'te bir kadar küçük bir farklılaşma olsaydı ya genişleme çok hızlı olacak ve evrende galaksiler oluşmayacaktı, ya da daha yavaş genişleme yüzünden sonunda çok hızlı bir çöküş vuku bulacaktı." [4]

Genel Olarak akıllara takılan bir kaç sorudan biri de Şu olur .Ya sonsuz kere denenmişse bu ihtimaller ve denk gelmiş ise O zamana hassas bir ayardan nasıl bahsedebiliriz ?

Örneğin Planck Süresinin Sabitesini alalım bu Sabitedeki 10^55 ' de 1  farklılık yaşamı olanaksız kılmakla beraber eğer bir Kez yanlış değer seçilseydi evren ya içine kapanarak çökecek yada aşırı hızlanma sonucunda Galaxiler savrurulup canlılık olmayacaktı Ve Olayın püf yeri debu sabite bir kez yanlış oldumu bunu tekrar deneyebilme gibi bir şansımız yok çünkü Evren kapandımı veya Dağıldımı bu patlamayı tekrarlayabilece hiçbir mekanizma yok .

Stephen Hawking :
Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki, Big Bang'ten sonraki birinci saniyede bu oran eğer yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi. [5]

Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkanı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kuvadrilyonundan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer... Üstelik, evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır [6]
evrenin patlama hızı inanılmayacak kadar hassas bir kesinlikle belirlenmiştir. Bu nedenle Big Bang herhangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşumdur.[7]


Hugh Ross bu muhteşem hassas ayarı sayıları ile aktarır  :
"Çekim  Kuvvetinin Elektro magnetik kuvvete oranı  10^40 / 1 bile değişseydi yıldızların oluşumundaki olumsuzluklardan dolayı canlılık oluşamayacakdı . " [ 8 ]


Caner Taslaman :
 Zayıf nükleer kuvvet, güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvet ve yerçekimi kuvvetinin belli hassas ayarlamalar gözetilerek yaratılmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre uygun şekilde de yaratılmaları gerekmektedir. Bu hem galaksilerin ve yıldızların hem de tüm canlıların var olabilmesi için gerekli çok hassas bir dengedir. Bu hassas dengeye şöyle bir örnek verilebilir: Çekim kuvvetinin elektromanyetik kuvvete oranı sırf 1040’da 1 oranında bile değişseydi, yıldızların oluşumundaki olumsuzluklar canlılığın oluşumuna izin vermeyecek seviyede olurdu.

Evrende mevcut olan bu hassas ayarların hepsinin birden gerçekleşmesiyle ancak canlılığın mümkün olduğuna dikkat edilmelidir. Olasılık hesapları açısından, bu tip durumlarda, bütün olasılıkların çarpımının, amacın gerçekleşmesinin olasılığını verdiğini unutmamalıyız. Örneğin S sonucunun gerçekleşmesi ilk olarak milyarda bir, ikinci olarak katrilyonda bir, üçüncü olarak trilyonda bir olasılıklarının hepsinin gerçekleşmesine bağlıysa; S’nin gerçekleşme olasılığı milyar x katrilyon x trilyon’da 1’dir.

Bunlar da göstermektedir ki modern bilimle son dönemde ortaya çıkan veriler, tarih boyunca tasarım delili ile ortaya konan anlayışla uyumludur. Canlılığın varlığı, birkaç olasılıktan birine bağlı basit bir olasılıkla ifade edilmez; canlılığın varlığı için gerekli çok basit bir ön şart, örneğin sırf 10. maddedeki şart bile 1040 ’da 1 olasılığa denk gelmektedir ki, bu olasılık trilyon x trilyon x milyar x on milyon’da 1 demektir.
Bu veriler evrende sıradan bir düzen değil, olağanüstü bir düzen olduğunu gösterir. Doğa yasalarının tasarımı derken, sadece bu yasalardaki ve maddedeki özelliklerin hassas ayarları anlaşılmamalıdır; bu yasaların ve maddedeki özelliklerin bizatihi kendileri de tasarımı gösterir. Sadece protonun kültesinin elektronun kütlesine oranı değil, protonun ve elektronun varlıkları da tasarımı gösterir; çekim kuvvetinin elektromanyetik kuvvete oranının yanında çekim kuvvetinin ve elektromanyetik kuvvetin varlıkları da tasarımı gösterir. Bu yasalardan ve maddedeki özelliklerden birinin bile olmaması durumunda canlılık oluşamazdı. Örneğin entropi yasası bu şekilde olmasa, nefes almamıza sebep olan havadaki moleküllerin dağılımı nefes alınmasını olanaklı kılacak şekilde gerçekleşmeyecek ve havasızlıktan ölecektik. O zaman şu 10 maddede verilen örnekler gibi doğa yasaları ve maddenin özellikleri de tasarımı gösterir [9]

Ve insan kozmolojiyi araştırdıkça, inanılmazlık giderek daha belirgin hale gelir. Evrenin başlangıcı hakkındaki son bulgular, genişlemekte olan evrenin, hayranlık uyandırıcı bir hassasiyetle düzenlenmiş olduğunu ortaya koymaktadır.[10]

Prof. Roger Penrose,Teorik Fizik ve  Matematikçi :

"Demek istediğim şudur ki evrenin bir amacı vardır. Orada öyle, bir şekilde şans eseri var olmamıştır". Penrose Tüm hassas sabitlerin Rastgelelikle Oluşbilme İhtimalini 10^10^123 de bir oalrak bulmuştur. Matematikden pek fazla anlamayan arkadaşlar için Bu sayı bir şey ifade etmeyebilir ancak Bu sayı matematik Tarihi Boyunca Ortaya çıkan en devasa sayı .(11)




www.facebook.com/BilimModern
Kaynakça :

1.  Dean L.OVERMAN ,düzen ,sf.132

2.  God New Physics ,Londra J.M dentandsons ,1983

3.  Caner Taslaman ,Evrenden Allaha  kitabından .. .

4.  John Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var sf.97

5. Stephen Hawking, A Brief History Of Time, Bantam Press, London: 1988, s. 121-125

6. Hugh Ross, The Creator and the Cosmos, s. 122-23

7. Paul Davies, Superforce: The Search for a Grand Unified Theory of Nature, 1984, s. 184

8. the creator and cosmos , newpres colorado , 1993

9. Caner Taslaman Evrenden Allaha Adlı kitabından .

10.  Michael Denton, Nature’s Destiny:How The Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe, The New York: The Free Press,1998, s.12-13


11. Roger Penrose, The Emperor's New Mind, 1989; Michael Denton, Nature's Destiny, The New York: The Free Press, 1998, s. 9

Tüm Evren Sadece Bizim İçin Mi? (Alan israfı mı ?)


Evrende bu kadar fazla boşluk olması ve evrenin büyüklüğü  karşısında Dünya’nın bir toz zerresi kadar olması bazı kesimler tarafından dünyanın evren karşısındaki önemsizliğinin delili olmuştur. Ancak son yıllarda yapılan gözlem ve deneylerin sonucunda  Dünya’da yaşamın oluşabilmesi için evrenin bu büyüklüğüne ve  bu kadar fazla boşluğa sahip olmasının gerekliliği anlaşılmıştır.  Şayet evren bu kadar boşluğa ve büyüklüğe sahip olmasaydı daha  sıcak olurdu ve ısı yeterince yayılamadığından dünyada yaşam  oluşamazdı. Dünya’nın Güneş sistemindeki konumu da yaşamın oluşabilmesi için son derece hassas ayarlanmıştır. Şayet Dünyamız Güneş sisteminde üçüncü değil de ikinci ya da dördüncü sırada olmuş olsaydı içinde yaşamı ve canlılığı barındıracak özel -liğe sahip olamazdı. Yine Dünya’nın uzay içindeki konumu da  oldukça anlamlıdır. Örneğin Astronomi profesörü Guillermo Gonzalez ile teolog ve filozof olan Jay W. Richards’a göre Dünya’nın  Samanyolu galaksisi içindeki oldukça kenarda bulunan yeri insanoğlunun evreni keşfetmesi için çok ideal bir konumda olduğunu yani bu konumun tesadüfler sonucu değil özenle seçildiğini  göstermektedir. Buna göre şayet Dünya galaksinin merkezinde  olsaydı dış galaksilerin gözlemlenmesi mümkün olmayacaktı.(1)


Dünya’nın etrafındaki gezegenlerin varlığı da yaşam için son derece gereklidir. Örneğin Jüpiter gezegeninin varlığı dünyanın yörüngesinin istikrarını sağlamakta, dünyanın dengesini ve güneşe
olan mesafesini korumakta ve ayrıca dünyayı meteor ve kuyruk-lu yıldız çarpmalarına karşı en az bin defa fazla hedef olmaktan  koruyarak adeta bir kalkan vazifesi görmektedir. Dünya, atmos -feriyle, ısısıyla, konumuyla, kütlesi ve manyetik alanıyla ve daha  pek çok özelliği ile adeta yaşam için donatılmıştır.

Astronomi profesörü Guillermo Gonzalez ile teolog ve filozof olan Jay W. Richards tarafından yazılan The Privileged Planet  (İmtiyazlı Gezegen) isimli eserde içinde yaşamın oluşabile ceği mükemmellikteki bir Dünya’nın var olabilmesi için gerekli  şartlara dikkat çekilmekte ve Dünyamızın sahip olduğu bu şart ların tesadüflere meydan bırakmayacak yönüne vurgu yapılmak-tadır. Söz konusu eserde bu konuda öne çıkan bazı hassas ayarların şu şekilde özetlenmeleri mümkündür: (2)

Guillermo Gonzalez’in de dikkat çektiği gibi esasen içinde  bulunduğumuz dünyada  kâğıt kadar ince bir yeryüzü kabuğunun üzerinde yaşıyoruz… Eğer bu kabuk belirgin olarak daha
kalın olsaydı, yerkabuğunun yapı hareketlerini incelemek mümkün olmayacaktı . Yeryüzü kabuğunun kalınlığı 4 mil ile 30 mil  arasında değişmektedir. Bu kabuk bir düzineden fazla teknotik  lehvanın sürekli hareketine sahne olmaktadır. Bu dinamik jeolo -ji gezegenin iç ısısını düzenlemekte, karbonu yeniden işlemekte  ve kimyasal elementleri harmanlayarak tüm canlı organizmalar  için gerekli olan maddeleri hazırlamakta ve en nihayetinde kıtalara şekil vermektedir. Yeryüzünün derinliklerinde sıvı demirin  hareketi kompleks yaşamın oluşması için zorunlu olan koruyucu  manyetik alanı üretmektedir. Eğer dünyamız daha küçük olsaydı  bunun sonucunda manyetik alanı da küçük olacaktı, böylece yıldızımız rüzgârları atmosferimizi yok edecekti. California Teknoloji Enstitüsü fizikçilerinden Bijan Nemati ise  içinde yaşamın var olabilmesi için atmosferimizin oksijene duyduğu ihtiyacı şu şekilde ifade etmektedir: Oksijenli bir atmosfere  ihtiyacımız var. Yeryüzünün sahip olduğu oksijen/nitrojen içerikli atmosfer kompleks yaşam için gereklidir. Uzaydan gözlendiği
gibi yeryüzünün atmosferini ince mavi bir ışık şeridi sarmaktadır. % 78 Nitrojen, % 21 Oksijen, % 1 CO2  ve diğer gazlar. Gezegenin çapının % 1 den bile daha küçük bir kısmı ölçüldüğünde  atmosferin nitrojen, oksijen ve karbondiosit karışımından oluştu -ğu görülür. Bunun sonucunda atmosferimiz ılımlı bir iklim, güneşin radyasyonundan korunma, sıvı su için gerekli olan doğru
gaz karışımını ve kompleks yaşamı sağlamaktadır.

NASA’da (3)  çalışan bilim adamı fizikçi Kevin Grazier, Dünyamızın uydusu olan Ay’ın sahip olduğu büyüklüğün Dünya’daki yaşamın varlığı için önemine dikkat çekmektedir: Dünya kadar büyük bir gezegen için, ayımız gerçekten büyüktür. Bu durum  şunu göstermektedir: Eğer ayımız olmasaydı biz de var olmayacaktık.  Dünyanın dörtte biri büyüklüğe sahip olan ay, bu güçlü  çekim etkisi özelliği ile yeryüzünün dönüş eksenini yaklaşık olarak 23,5 derecede sabitler. Bu da göreceli olarak ılıman mevsim -sel değişiklikleri sağlar. Yani tüm güneş sistemindeki tek kompleks yaşam alanının oluşması için gerekli olan yumuşak iklimi  meydana getirir. Yeryüzünün atmosferine olan ilgimiz belirgin bir şekilde son  40 yıldır artmaktadır, keşif uzay araçları güneş sistemimizin derinliklerine inip araştırmalar yapmaktadır. Bu görevlerin doğruladığı üzere, güneş sistemi ailesine ait 70’ten fazla gezegen ve uy -dunun içerisinde, yeryüzü kalın bir gaz kubbesi ile çevrelenmiş 7
kütleden biridir. Bu yedinin içerisinde sadece dünyanınki kompleks hayatı destekleyecek şekildedir ve sadece dünyanın atmosferi saydam bir yapıya sahiptir. Guillermo Gonzalez’e göre: Bu öyle bir atmosfer ki içeriğinin büyük kısmını oksijen ve nitrojen ve çok az miktarda karbon  ve diğer karbon birleşiklerinden ya da atomlarından atmosfere  saydamlık özelliğini veren gazlardan oluşmaktadır.  Eğer atmos-ferimizde daha çok karbon miktarı olsaydı ince bir sis tabakamız
olacaktı. Atmosferimizde organik sisler oluşacaktı. Örneğin büyük bir uydu olan titanda olduğu gibi . Satürn’nün en büyük uydusunu sıkıca sarmış olan gaz tabakası, tıpkı Neptün, Uranüs,
Satürn, Jüpiter ve pek tabiî ki Venüs’ün sera etkisinde kaynayan  atmosferlerini andırmaktadır. Bu yaban diyarların hiçbirisi yıldız -ları bilmez ve hatta güneşin açık temiz bir görüntüsünü gözlemleme imkânı vermez.(4)

Jay Richards ise bu noktada dikkat çekici bir yaklaşımda bu lunmaktadır.  "Şimdi birdenbire titana, Venüs’e ya da gaz devi olan diğer  gezegenlerden herhangi bi risine nakledilseniz, Güneş’in net bir  görüntüsünü almak umurunuzda olmayabilir çünkü hâlihazırda  ölü olursunuz. Fakat işte burası tam da önemli noktadır. Eğer biz  doğru isek, hem yaşanabilirlik hem de bilimsel keşif aynı yerde
görülüyorsa, elde edeceğiniz sonuç bizim yeryüzünde elde ettiğimiz sonuç olacaktır. Yani bizim gibi kompleks bir yaşamı destekle -yen ve çevremizdeki evreni keşfetmemizi sağlayan bir atmosfer". (5)

a - Evrendeki Konumumuz Önemli mi ?
Guillermo Gonzales ve Jay W.Richatds ( 6) tarafından yazılan The Privileged Planet adlı kitap.Bu konuya çok ilginç bir açıdan bakmamızı sağlıyor .Yazarlar dünyanın yerinin bilimsel faaliyetler için fevkalade elverişli olduğunu keşfettiler, Onların tezine göre ,Dünya , evrenin mümkün olabilecek bütün mekanları içinde yaşanabilirliğin  Sağlanacağı çok küçük bir alanda bulunmakla kalmıyor aynı zamanda , kozmolojiden ve galaktik astronomiden yıldız astrofiziğine ve jeofizine kadar şaşırtıcı derecede müstesna bir ölçüm çeşitliliğini yapmaya da en uygun (7)konumda bulunuyor

Örneğin yıldız ışıklarının fazlalığından dolayı uzayın derinliklerini göremediğimiz bir yerde bulunabilirdik  , Galaksimizin ve dünyamızın konumu tam da bugün ki gibi  olmasaydı , önemli bilimsel araştırmaları ve gözlemlerimizi asla yapamayacaktık .

b - Bizim gibi yaşam formlarının olma olasılığı nedir ? yalnız mıyız ?

Hugh Ross  kabaca fakat ihtiyatlı bir  hesaplamayla evrende bizimki gibi ( İnsan benzeri  )  gezegenin varolma şansının  yaklaşık 10^30 da bir olduğunu bulmuştur .(8)
Şu anki  bilimsel teknoloji ile bunu biliyoruz ancak yine de  andromedadan buraya doğru bakan bizim geçmişimizi görüp acaba orda da birileri var mı diye kendine soran bilinçli varlıklar olabilir.

c-Boyut önemli mi ?


Şuan bu satırları okuduğunuz odanın ya da mekanı içindeki herşey ile aniden mikro saniyeler içinde %100 küçültsek kim için ne fark eder aynısını dünya hatta samanyolu gakaxisi için yapalım fark nedir ? boyuta bu kadar fazla takılmak akılsızlık olmaz mı ?

d - Bunlar neyi gösterir  ?



Matematikçi Roger Penrose evrende yaşamın tesadüf oluşma olasılığını 10^10^123 (123 tane sıfırlı rakamda bir) olarak hesaplamıştır. Dünyadaki her atomun üzerine bir sıfır koyabilseydik bile bu yine bu rakamı yazmaya yeterli olmazdı. Artık gerisini siz düşünün.
Allah evreni bizim onun varlığını anlayabilmemiz için bu kadar büyük yaratmıştır. Eğer evren sadece dünyadan ibaret olsaydı dünyanın tesadüf oluşmuş olması gayet normal karşılanırdı ve elimizde Allahın varlığına dair delil olamazdı. Zaten bu yüzden birçok ayette kainatın yaratılışında insanlar için deliller vardır diye vurgu yapılmıştır.

Kainatın büyüklüğü karşında insanın acizliği küçüklüğü o kadr öne çıkyor ki biz uzaydda dolanan bir kürenin etrafında birbirinin hayatını zehir etmeyi gaye edinmiş  düşünebilen canlılarız .


www.facebook.com/BilimModern




Kaynakca


1.  Guillermo Gonzalez-Jay W. Richards, The Privileged Planet, Regnery Publis -hing, Inc., Washington (2004).
 
2.  The Privileged Planet (Belgesel Metni), çev: Mustafa Ajlan Abudak, Kaynak:
http://www.bilimfelsefedin.org 
3.  ABD’nin uzay programı çalışmalarından sorumlu kurum. Ulusal Havacılık ve
Uzay Dairesi.

4.  The Privileged Planet (Belgesel Metni).

5. The Privileged Planet (Belgesel Metni).

6 .  Washington Dc , R    regnery ,2004 
7 .  A. G. E. s.xiii 
8 .  A. G. E. s.138

Neden hiçbir şey değil bir şeyler var? (Kozmolojik Argüman)

Neden hiçbir şey değil bir şeyler vardır? bu tarz sorular sormamamız gerektiğini düşünen bazı bilim adamları ve felsefi sözler de mevcut  onlara göre evrenin  varlığı için bir sebep aramaya gerek yoktur çünkü böyle bir sebep zaten yok herhangi bir akıl yürütme zincirinin bir yerden başlaması gerektiği için bizimle evrenin varlığından başlayabileceğinizi düşünmüşlerdir  E.Tryson , Bertnard Russell ın sözlerini hatırlatalım :
" evren  zaman içinde gerçekleşen şeylerden sadece bir tanesidir" (1)
Fakat evrenin  öylesine var olduğunu söylemek gibi bir cevap neden elmalar yere düşer sorusuna öyle de ondan tarzında bir cevap vermek kadar bilimseldir .Keith Ward bu konuda " herşeyin bir sebebi olduğunu ama hepsinden önemli olanın  (yani tüm kainatın bütün varlığın) bir sebebinin olmadığını düşünmek " (2) olacaktır.

Argümanımızın temel öncülleri şunlardır :

1. Evren bütün parçalarıyla sonradan olmadır (Hadis)

2. Her sonradan olanın, bir var eden (Muhdis) ihtiyacı vardır.

3. O halde, bu evreninde bir var edeni vardır.

4. O da varlığı zorunlu olan Tanrıdır.

Bazıları evrenin  kendi kendine izah ettiğine inanır  mesela Atkins buna inanır  :
"zaman mekan kendi kendini toplanmış sürecinde kendileri gibi birini oluşturur"(3)
Atkins kendi ayakkabılarına tutunarak ayağa kalkan bir kişinin yaratacagı çelişkili duruma referansla bu süreci kozmik boot strap( kozmik kendi kendini yükseltmek) diye adlandırılır.
Buna karşın Keith Ward : "kendisi ortada yokken bir etki meydanı getirmesini mantıksal olarak imkansızlığını" vurgular Atkins in kaynak görüşünde ona verdi isim deki gibi bariz bir çelişkinin oldu tespitini yapar.

modern astronominin babalarından biri olarak görülen kuarkların kaşifi nobel'in astronomifeki muadili Crafood ödülü sahibi Allan Sandage bu varlık konusunda söyle der :"böylesi bir düzrnin kaostan çıkmış olmasına ihtimal vermiyorum.
Düzenleyici bir ilke olmak zorundadır. Tanrı bana gizemli gelse de varlık mucizesinin yani neden yokluk degil varlık var?  sorusunun mumkun olan tek açıklamasıdır .(4)

Bir natüralist neden birşeyler var sorusuna öylede ondan gibi  komik bir cevap vermekden başka bir  şey yapamaz çünkü alternatifi yoktur . Tanrıyı reddetmek için gösterilen bu azim gerçekten takdire şayandır  .



Kaynakça :

1 .  is the universe  a vacuum fluctuation ? NATURE , 246 ,1973 . s 396

2 .  age s. 23

3 .  a creation rrevisited  ,HARMONDSWORTH PENGUİN ,1994 , S .143

4 .  New York Times , MART 12 ,3991 , S.B9

Bilimin Kökeni - İNANÇ -


Yaşamımızda Güneş in hergün doğuyor olması , yarın da doğacağının garantisi olamaz . Güneş ' in
yarın doğacağından (yani doğa da gerçekden güvenilir bir düzen olduğundan ) Emin olmak tamamen bir inanç meselesidir . Fakat bu inanç bilimin işlemesi ve gelişimi için zorunlu bir inançtır .

Bilimsel çalışmalar ,İnançtan ayrılmaz  .Gödel ' in İkinci teoremi bu hususta da bir delildir : Matematiğin tutarlılığına inanmadan matematik dahi yapamazsınız .

Yeni nesil ateistlerin zihnine derinlemesine kazınmış olan ve bu yüzden yazılarında kullandıkları bu iki kanaatin, yani"Bütün dinsel inançlar kör inançlardır ve bilim içinde inanç barınamaz ." tarzındaki  kanaatin yanlış olduğunu üzerine basa basa vurgulamak zorundayız .
Haught bu meseleyi gayet veciz bir biçimde toparlar : " bu açıkca gösteriyor ki  yeni nesil ateist dalganın inancı insan vidanından  söküp atma çabaları hem saçmadır hem de başarısız olmaya mahkumdur . " (1)

Bilimin varoluş sebebinin Evrende Yaratıcının kurmuş olduğu düzene duyulan inanç olması ve bu inanç çekirdeği üzerine kurulmuş bazı bilim adamlarının Bilimde inancın yerinin olmamasını söylemesi gerçekten büyük bir utanç ve ironidir.

Sahip olduğumuz en büyük teoriler günlük yaşantımıza aktardığımız uyguladığımız  herşeyde bu teoriler geçerli ve bunların jepsi sadece bir inanç üzerine kurulu ancak bu inanç  Kör ve dogmatik bir inanç değil bu bilimin kurucu inancı bu bu Evrenin belirli bir düzene sahip olduğuna dair olan inanç

J.J. Haldane  bilimsel ve dinsel yaklaşımın benzer olduğunu ileri sürerekbu noktayı şöyle açıklar :
"Bilim , akide gibi ön kabullere dayanması açısından inanca benzer .Bu ön kabuller evrenin düzenli
ve anlaşılabilirliği ile olduğu kadar  evreni düzenli bir yaratılışın neticesi olarak kabul eden teist evren anlayışının özü ile fr uyum  içindedir. "(2)



www.facebook.com/BilimModern

Dipnotlar .

1.  Haught  a.g.e. s,448

2.  Atheism and theism ,oxford ,blackwell ,1996 ,s 92


Tasarım Argümanı - Caner Taslaman





Tasarım delili ile varlıklardaki düzen ve gayesellik gibi unsurlardan yola çıkılarak, bu varlıkların Tasarımcısı’nın varlığına ve bu Tasarımcı’nın kudreti, bilgisi, hâkimiyeti gibi sıfatlarına ulaşılır. Kısacası, Kur’an’da dikkat çekilen Allah’ın birçok sıfatı bu delil ile temellendirilir. “Tasarım delili” ile kastettiğim delil; düzen ve gaye delili, inayet ve ihtirâ delili, teleolojik delil gibi farklı isimlerle tarihsel süreçte dile getirilmiştir.1 Birçok İslam felsefecisinin kelamcısının savunduğu bu delili İbn Rüşd “Kur’an delili” olarak görmüştür.2 Gerçekten de Allah’ın yarattıkları üzerinde düşünmeye, bunlardan sonuçlar çıkarmaya yönelik yüzlerce Kur’an ayetini hatırladığımızda; bunlardan Allah’ın varlığını ve sıfatlarını temellendiren “tasarım delili”nin, İbn Rüşd’ün dediği gibi “Kur’an delili” olduğunu anlarız. Burada, bu “Kur’an delili”, modern bilimin verilerinin ışığı altında bir kez daha -kısa bir şekilde- dile getirilecektir.


Allah’ın varlığını temel alan teizmin yaklaşımıyla, madde dışında hiçbir varlık kabul etmeyen materyalizmin/natüralizmin/ateizmin yaklaşımı arasındaki çatışkıyı beş husus üzerinden değerlendirebiliriz. Bu beş hususu, modern bilimin verileri ışığında formüle edilen “tasarım delili”nin perspektifiyle irdelediğimizde; teizmin yaklaşımının ateist yaklaşımdan çok daha rasyonel ve tutarlı olduğu görülecektir.




1-
Maddenin Yaratılışına Karşı Maddenin Kendiliğinden Varlığı


Bu maddede işleyeceğimiz yaklaşım, “tasarım delili” olarak değil de “kozmolojik delil” olarak ele alınır. Fakat teizm ile ateizmin bir çatışkı noktası olan bu hususa da diğer dört şıkta işlenecek olan “tasarım delili” ile beraber dikkat çekmek istiyorum. Bertrand Russell, Copleston ile girdiği bir tartışmada “İşte evren karşımızda ve hepsi budur” diyerek karşımızda duran evrenin bir açıklamaya ihtiyacı olmadan, her şeyin açıklamasını içinde barındırdığını söylemek istemiştir.3 Klasik ateist yaklaşımı ifade eden bu yaklaşıma karşı teist filozoflar “Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var” sorusuyla, karşımızda duran evrenin ve maddenin, kendi açıklamasını kendi içinde barındıramayacağını; fakat kendileri dışında bir açıklamaya ihtiyaç duyduğunu dile getirmişlerdir. Gazzali gibi filozof ve kelamcıların da savundukları ve İslam düşüncesinde “hudus delili” olarak nitelenen bu yaklaşım şöyle özetlenebilir:


1-     Her var olmaya başlayan, başlangıcı için kendisi dışında bir sebebe muhtaçtır.

2-     Evrenin bir başlangıcı vardır.
3-     O halde Evrenin var olmaya başlamasının kendi dışında bir sebebi vardır.4



Bu argümantasyonun kalbini ikinci şık oluşturmaktadır. Materyalist-ateist bir anlayışı savunanların itiraz edecekleri madde budur; çünkü onlara göre maddi evren öncesiz ve sonrasızdır, kendi açıklaması için kendisi dışındaki hiçbir sebebe ihtiyacı yoktur. Marx ve Engels gibi materyalist-ateistler de Allah’ın mı, maddenin/evrenin mi önce olduğu sorununun idealizm/dinler ile materyalizm arasındaki en temel sorun olduğunu ifade etmişlerdir.5

Bu temel tartışmada, evrenin ve zamanın başlangıcı olması gerektiği, “tamamlanmış sonsuz”un (actual infinity) bu evrende olamayacağını gösteren felsefi argümantasyonlarla gösterilmiştir.6 Bu felsefi argümantasyonlara burada girmeyeceğim, fakat modern bilimin verileriyle, tarih boyunca ateizm adına savunulan “evrenin ezeliliği” görüşünün nasıl irrasyonel bir hal aldığına kısaca değinmek istiyorum. Bilimsel alanda evrenin başlangıcı olması gerektiğiyle ilgili ilk veri Entropi Yasası ile ortaya çıktı. Özellikle Rudolf Clasius’un çalışmalarıyla 19. Yüzyılın sonlarında ortaya konan bu yasa termodinamiğin ikinci yasası olarak da bilinir ve evrenin en temel yasalarından biridir. Bu yasa, evrende düzensizliğin sürekli arttığını ve bu sürecin tek yönlü, geri çevrilemez olduğunu söyler. Tek yönlü süreçler sonun habercisidir. İnsanın yaşlanma süreci de evrendeki entropinin artışı da böyledir. Bu yasayla ilk olarak, evrenin sonunun kaçınılmaz olduğu gibi felsefi açıdan önemli bir sonuç açığa çıktı; fakat bu sonuç, aslında evrenin başlangıcı olması gerektiği gibi daha da önemli bir sonucu içinde barındırır. Bunu şöyle gösterebilirim:


1-     Evrendeki entropi geri çevrilemeyecek şekilde sürekli artmaktadır.

2-      Buna göre evrende bir gün termodinamik denge oluşacak ve “ısı ölümü” yaşanacaktır. Kısacası evren ebedi değildir, bir sonu vardır.
3-     Geçmiş zaman sonsuz olsaydı, evrende termodinamik dengeye gelinmesi ve hareketin durması gerekirdi.
4-     Şu anda hareketin devam ettiğine tanıklık etmekteyiz.
5-     Demek ki evren sonsuzdan beri var olamaz, dolayısıyla evrenin bir başlangıcı vardır.7



Evrenin bir başlangıcı olması gerektiğine en güçlü bilimsel destek ise 1920′li yıllardan başlayarak geliştirilen Big Bang Teorisi ile geldi.8 Artık içinde bulunduğumuz evrenin başlangıcı olup olmadığı değil, bu başlangıcın tam olarak ne zaman olduğu tartışma konusudur. (Farklı hesaplama yöntemleri ile 14 milyar yıl kadar önce bu başlangıcın olduğu belirlenmektedir.) Sonuçta daha önce gösterdiğimiz argümantasyonda, materyalist-ateistlerin itiraz ettiği temel şık olan ikincisinde ifade edilen “Evrenin bir başlangıcı vardır” iddiası, böylelikle bilimsel bir destek daha kazanmıştır. Big Bang Teorisi ile evrenin geçmişinin tenis topundan küçük bir tekillik olduğu; hareketsiz-ihtişamsız-başlangıçlı küçük bir nokta olduğu anlaşılmış oluyor. Maddeyi ilahlaştıran materyalist-ateistler için bunun ne kadar büyük bir düşüş olduğu açıktır. Bu tekillik yokluktan varlığa geçişin nasıl olduğunu göstermez; yokluk, bilimin konusu olamadığı için bunun bilimsel bir göstergesi olamaz. Fakat bu tekilliğin bilimsel olarak tanımsız olması; yokluğun en önemli özelliğinin de tanımsızlığı olduğunu düşündüğümüzde, bu tekilliği yokluk olarak değerlendirmemize imkân sağlar.



Evrenin başlangıcında, tekillik dediğimiz durumda, bütün fiziksel yasalar çökmüş durumdadır; yani tekilliğe dair sorular artık fiziksel değil, metafiziktir. Tekilliğin yokluk olarak değerlendirilmesi hiç de zorlama değildir; çünkü birincisi, tekilliğin olduğu aşamada uzay ve zaman yoktur, uzay ve zaman dışı bir madde ise var olamaz; ikincisi ise, fiziksel formüllerde tekillik aşamasında sonsuz değerler ortaya çıkar ve maddî hiçbir değer sonsuza eşit olamayacağı için bu durum fiziksel yasaların çöküşünü, yani fiziğin dışına çıkıp metafiziğe girdiğimizi gösterir.



Teizm, evrende görülen ihtişamı, evrenin kendi marifetine değil, evrenin Yaratıcısı’na gönderme yaparak açıkladığı, evreni başlangıçlı, bağımlı, hareket bahşedilmiş bir varlık olarak tanımladığı için; tarih boyunca teizm tarafından ortaya konan evren görüşüne Big Bang Teorisi uygun bir evren tablosu ortaya koymuştur. Eğer evrenin başlangıcındaki tekilliği bir varlık olarak kabul edersek, o zaman Big Bang Teorisi sayesinde, evrenin başlangıcı minicik bir noktaya indirilip değersizleştirilmiş ve yokluğa yaklaştırılmış olur; bu açıklamadan şüphe edenler, önce milyarlarca yıldızlı evreni, sonra da küçücük bir noktayı düşünsünler. Eğer evrenin başında tekillik olarak adlandırılan durumun “ontolojik statüsü”nü yokluğa denk görürsek; o zaman Big Bang Teorisi, yokluktan varlığa geçişi -bu geçişin nasıl olduğu gösterilemese bile- ifade eden bir teori olur. Her durumda, ister tekilliği minicik bir nokta, ister yokluk olarak kabul edelim; 20. yüzyılda ortaya konan Big Bang Teorisi’nin gösterdiği evren tablosunun; teizmin beklentileriyle, materyalist-ateist beklentilere nazaran çok daha uyumlu olduğu gözükmektedir. Aşağı yukarı bugünkü haline benzer bir şekilde evrenin ezeli olduğunu zanneden materyalist-ateist beklentiye karşın; artık, evrenin başının “ontolojik statüsü”nün minik bir noktaya mı, yoksa yokluğa mı denk geldiğinin tartışması yapılmaktadır.





2-
Doğa Yasalarının Tasarımına Karşı Doğa Yasalarının Kendiliğinden Varlığı


Materyalist-ateistler maddenin kendiliğinden var olmasının yanında, maddeye içkin olan doğa yasalarının da kendiliğinden var olduğunu savunurlar. Tasarım deliliyle ise doğa yasalarının bir tasarım ürünü olduğu; eğer bilinçli bir yaratma eylemi olmasaydı, ancak doğa yasalarının çok ince bir şekilde ayarlanmasıyla mümkün olan canlıların ve insanın var olmasının da mümkün olamayacağı ifade edilir. İlk aşamada temel soru “Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var” şeklindeydi. Burada ise “Neden kaos yerine doğa yasaları var” ve “Neden doğa yasaları, evrende gözlenen tasarımları ve tüm çeşitliliği ile canlıların meydana çıkışını olanaklı kılacak şekildedir” sorularını gündeme getiriyorum.
Bence, doğa yasalarındaki tasarımı anlamanın en iyi yollarından biri, ancak bu yasaların sayesinde, evrende gözlemlenen tüm çeşitliliğin oluşabileceğini kavramaktan geçmektedir. Bu yasalar sayesinde, evrenin daha başlangıç aşamasında günümüzde var olan tüm çeşitlilik potansiyel olarak mevcuttu. Bach’ın bir parçasından Sezen Aksu’nun bir şarkısına, notaların kendilerinden müzik aletlerine, bilgisayarlardan cep telefonlarına, Türk lahmacunundan İtalyan pizzasına, zambaklardan karıncalara kadar her şey başlangıçta potansiyel olarak mevcuttu. Başlangıç potansiyeli, evrende var olan her şeyi kapsamaktadır. Evrenin üstün bir sanatla ve kudretle tasarımlandığını anlamanın bir yolu da evrenin; bir başlangıç anını, bir de şu anda gördüğümüz durumunu hayalimizde karşılaştırmaya çalışmaktır. Bu bakış açısı sağduyulu bir yaklaşımı ve bir sanatseverin sezgisini içerir. Bu yaklaşım için olasılık hesaplarına ve evrendeki hassas ayarların gözlemlerine de gerek yoktur. Örneğin evrenin başlangıç tekilliğini, evrenin başlangıcındaki kaynayan çorbayı hayal eden, bunu yaparken Bach dinleyerek güzel bir manzaraya bakan ve çayını yudumlayan kişi; dinlediği parçanın, seyrettiği manzaranın ve içtiği çayın, evrenin başlangıç potansiyelinde mevcut ve hazırlanmış olduğunu düşününce, evrende var olan bu potansiyelin tesadüfen olamayacağını sezecektir.


Bazı kişiler, insan zihninin işin içine karışması yüzünden, insani keşiflerdeki İlahi yönü görememektedirler. Oysa insan zihninin hiçbir üretimi evrenin başlangıcında var olan potansiyelin dışına çıkamaz. Bach bestesini yapmadan önce, yaptığı beste; notaların varlığı ve bu notaların belli şekilde arka arkaya gelebilecek olmasıyla, evrende potansiyel olarak mevcuttu. Sanatçı ve bilim insanı, evrende potansiyel olarak mevcut olanı keşfeder. Bir anlamda Allah’ın potansiyel olarak yarattığı ve önceden insanlıktan gizli olan sanatları ve doğa yasalarını keşfeden kişilerdir sanatçılar ve bilim insanları. Bir parça sanatçının, bilgisayar bilim insanının keşfi olmakla beraber, bu evrenin potansiyelinde mevcut olan tüm şarkılar ve tüm bilgisayarlar; Allah’ın daha baştan, potansiyel olarak yarattığı tasarımlardır. Bu yüzden insanlığın tüm tasarımları da Allah’ın tasarımının delilleridir. Allah tüm bu tasarımların ezeli sahibidir, Allah yaratıcı tasarımcıdır; bilim insanları ve sanatçılar ise keşfedici tasarımcılardır. Demek ki müzisyenin bestesi kuşun ötüşleri kadar İlahi’dir, ayakkabı insan ayağı kadar İlahi’dir, cep telefonu insan kulağı kadar İlahi’dir. Bunlar doğa yasalarıyla beraber baştan potansiyel olarak yaratılmasalardı, biz bugün bunları gözlemleyemiyor, tatlarına varamıyor ve kullanamıyor olurduk.


Canlıların var olması için gerekli olan şartlar sıradan şartlar değildir. Ancak çok çok kritik değerlerin seçilmesi sonucunda bütün canlıların ve biz insanların varlığı mümkün olmuştur. 20. Yüzyıldaki bilimsel gelişmeler sayesinde, artık matematiksel dille de ifadesi mümkün birçok kritik değer açığa çıktı. Bu kritik değerler 1970′li yıllarda “İnsancı İlke” (Anthropic Principle) olarak isimlendirildi. Modern bilimlerdeki gelişmelerle keşfedilen doğa yasalarındaki binlerce kritik ayara şu beş örneği verebilirim:


1-      Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton ve elektronun kütleleri mevcut şekilde olmalıdır. Eğer protonun kütlesinin elektronun kütlesine oranı 1836/1 oranında olmasaydı, canlılığı mümkün kılan uzun moleküller oluşamazdı.

2-     Zayıf nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsaydı, Big Bang’de çok fazla hidrojen helyuma dönüşürdü. Eğer bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı, yıldızlardaki ağır elementlerin oluşumu olumsuz etkilenecekti ve canlılık oluşamayacaktı.
3-     Çekim kuvveti daha şiddetli olsaydı, tüm yıldızlar bu kuvvetin gücüne direnemeden karadeliklere dönüşürdü. Eğer daha zayıf olsaydı, ağır elementleri oluşturacak yıldızlar oluşamayacaktı. Her iki durumda da canlılık mümkün olamazdı.
4-     Hayat için gerekli atomlardan en önemli ikisi karbon ve oksijendir. Bu atomlardan karbonun oksijen atomunun enerji seviyesine olan oranı daha yüksek olsaydı canlılık için gerekli oksijen yetersiz olurdu. Eğer mevcut oran daha düşük olsaydı canlılık için gerekli karbon yetersiz olurdu.
5-     Zayıf nükleer kuvvet, güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvet ve yerçekimi kuvvetinin belli hassas ayarlamalar gözetilerek yaratılmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre uygun şekilde de yaratılmaları gerekmektedir. Bu hem galaksilerin ve yıldızların hem de tüm canlıların var olabilmesi için gerekli çok hassas bir dengedir. Bu hassas dengeye şöyle bir örnek verilebilir: Çekim kuvvetinin elektromanyetik kuvvete oranı sırf 1040‘da 1 oranında bile değişseydi, yıldızların oluşumundaki olumsuzluklar canlılığın oluşumuna izin vermeyecek seviyede olurdu.9



Evrende mevcut olan bu hassas ayarların hepsinin birden gerçekleşmesiyle ancak canlılığın mümkün olduğuna dikkat edilmelidir. Olasılık hesapları açısından, bu tip durumlarda, bütün olasılıkların çarpımının, amacın gerçekleşmesinin olasılığını verdiğini unutmamalıyız. Örneğin S sonucunun gerçekleşmesi ilk olarak milyarda bir, ikinci olarak katrilyonda bir, üçüncü olarak trilyonda bir olasılıklarının hepsinin gerçekleşmesine bağlıysa; S’nin gerçekleşme olasılığı milyar x katrilyon x trilyon’da 1′dir.

Bunlar da göstermektedir ki modern bilimle son dönemde ortaya çıkan veriler, tarih boyunca tasarım delili ile ortaya konan anlayışla uyumludur. Canlılığın varlığı, birkaç olasılıktan birine bağlı gerçekleşmesi sıradan bir olasılık değildir; canlılığın varlığı için gerekli çok basit bir ön şart, örneğin sırf 5. maddedeki şart bile 1040‘da 1 olasılığa denk gelmektedir ki, bu olasılık ise “trilyon x trilyon x milyar x on milyon’da 1″ demektir.


Bu veriler evrende sıradan bir düzen değil, olağanüstü bir düzen olduğunu gösterir. Doğa yasalarının tasarımı derken, sadece bu yasalardaki ve maddedeki özelliklerin hassas ayarları anlaşılmamalıdır; bu yasaların ve maddedeki özelliklerin bizatihi kendileri de tasarımı gösterir. Sadece protonun kültesinin elektronun kütlesine oranı değil, protonun ve elektronun varlıkları da tasarımı gösterir; çekim kuvvetinin elektromanyetik kuvvete oranının yanında çekim kuvvetinin ve elektromanyetik kuvvetin varlıkları da tasarımı gösterir. Bu yasalardan ve bunlarla ilgili kritik değerlerden birinin bile olmaması durumunda canlılık oluşamazdı.


Materyalist-ateizmin kör tesadüfleri, birçok canlıyı meyve verecek şekilde maddeye içkin böylesi kritik ayarların varlığını açıklayamaz. Oysa tasarım deliliyle; doğa yasalarının ve gözlenen çeşitliliği oluşturacak şekilde potansiyeli mümkün kılan böylesi kritik ayarların varlığı rasyonel bir açıklamaya kavuşur.




3-
Fiziki Dünya’daki Tasarımlara Karşı Fiziki Dünya’daki Tesadüfî Oluşumlar


Daha önceki şıkta, maddeye içkin olan ve evrenin her yerinde geçerli olan doğa yasalarının tasarımı ele alındı. Bu şıkta ele alınacak olan ise maddeye içkin olmayan, bu evrende, başka türlüsünün olmasının da mümkün olduğu oluşumların da ancak tasarımla açıklanabilecek olmasıdır. Örneğin tamamen aynı doğa yasaları altında, galaksilerin ve canlıların oluşumuna imkân veren mevcut kritik hızda evrenin genişlemiyor olması mümkündü. Tektanrılı dinlerin Allah inancında, doğa yasalarının yanında fiziki dünyadaki tüm oluşumların da Allah tarafından meydana getirildiği savunulur. Evrene içkin yasalar (“zorunluluk” alanı diye de anılmıştır) ile fiziki dünyadaki oluşumlar (ateistlerin “tesadüf” alanı diye gördüğü) mahiyet olarak farklı olduğu ve her iki alanda da tasarımın örnekleri karşımıza çıktığı için bu iki alanı farklı iki şıkta ele alıyorum. İnsancı İlke ile ifade edilen; canlıların ve insanın var olabilmesi için gerekli kritik değerler, bu iki alanla da ilgilidir. Modern bilimin bize sunduklarıyla öğrendiğimiz fiziki oluşumlardaki kritik ayarlara şu beş örneği verebilirim:


1-     Evreni meydana getiren patlama biraz daha şiddetli olsaydı, evrendeki tüm madde dağılırdı; eğer patlama biraz daha yavaş olsaydı, bütün madde hemen kapanacaktı. Her iki durumda da ne galaksiler ne yıldızlar ne dünyamız ne de canlılar oluşurdu. Patlamanın galaksileri, yıldızları, dünyamızı ve canlıları oluşturacak şekilde olmasının olasılığı; havaya atılan bir kalemin sivri ucu üstünde durmasının olasılığı kadar bile değildir.

2-     Evrende entropi sürekli artmaktadır. Bu ise evrendeki başlangıç anında çok düşük entropili bir başlangıcın olması gerektiği anlamını taşır.
3-     Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton, nötron ve elektronların kendi anti-maddelerinden daha fazla olmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre belirlenmiş oranlarda yaratılmış olmaları da gerekmektedir.
4-     Dünyamızın çevresindeki manyetik alan da çok özel olarak ayarlanmıştır. Eğer bu manyetik alan daha güçlü olsaydı, Güneş’ten gelen canlılık için yararlı ışınları da engelleyebilirdi. Eğer bu manyetik alan daha zayıf olsaydı, Güneş’ten gelen zararlı ışınlar yaşamın oluşmasına olanak tanımazdı.
5-     Yaşam için bütün şartları yerine getiren dünyamızın, yaratılma zamanı da yaşama tam uygun olarak seçilmiştir. Dünya eğer daha önce yaratılsaydı canlılık için gerekli ağır atomlar (karbon, oksijen gibi) yeterli miktarda bulunmayacaktı. Eğer dünyamızın yaratılışı daha sonraya kalsaydı, Güneş sistemimizi oluşturacak yoğunlukta hammadde kalmamış olacaktı.10



Örnek 5 maddedeki fiziksel oluşumların hepsi canlılığın oluşumu için olmazsa olmaz şartlardandır. Bunlardan bir tanesini bile değiştirmemiz canlılığı imkânsız kılacaktır. Bunlar gibi canlılığın oluşumu için gerekli daha birçok olmazsa olmaz şartın hesaba katılması gerekir; verilen 5 örneğin geniş bir kümenin ufak bir dilimi olduğu unutulmamalıdır. Daha önce doğa yasalarının hassas ayarıyla ilgili verilen örneklerin de canlılığın varlığı için olmazsa olmaz şartlardan olduğunu hatırlayalım. Bu da, doğa yasalarındaki hassas ayarlarla ilgili olguların oluşma olasılığının, her birinin birbirleriyle ve fiziksel oluşumlardaki olmazsa olmaz şartlarla çarpılması gerektiği anlamına gelmektedir.


Fizikî dünyadaki canlıların varlığı için gerekli oluşumlardan sadece iki tanesini ele alarak, evrende ne kadar hassas/kritik ayarların gerçekleştirildiğini göstermek istiyorum. Bunlar gibi binlerce olmazsa olmaz şart olduğunu ve olasılık hesapları açısından bunların hepsinin birbirleriyle çarpılması gerektiğini lütfen unutmayın: Birinci örnek olarak, evreni meydana getiren başlangıçtaki patlamanın şiddetindeki kritik ayarı ele alalım. Evrenin genişleme hızını bu başlangıç belirlemektedir; genişleme hızındaki ufak bir değişiklik, sadece canlıların oluşamaması değil, aynı zamanda galaksilerin ve yıldızların da oluşamaması anlamına gelmektedir. Bu genişleme hızındaki kritik ayar 1060‘da 1′dir; yani, 1060‘da 1′lik bir değişiklik bile galaksilerin ve canlılığın oluşamaması anlamına gelmektedir.11 1060, Dünya’mızdaki tüm atomların toplamından da büyük bir sayıdır: Trilyon x trilyon x trilyon x trilyon x trilyon’a eşittir. Eğer Dünya’daki trilyonlarca atomun içine bir atom saklasanız ve Dünya’daki atomlardan rastgele bir atom çeken kişinin, bu atomu 1 kerede bulmasını bekleseniz; bu olasılık bile 1060‘da 1′den büyüktür.


İkinci örnek olarak ise evrenin başlangıç entropisindeki olağanüstü düzeni örnek olarak ele alalım. Entropi Yasası’na göre evrendeki düzensizlik anlamına gelen entropi, zamanın ilerlemesiyle tek yönlü olarak, tersinemez bir şekilde artar. Bu, zamanın başlangıcına doğru geri gittiğimizde sürekli entropinin düşmesi gerektiği anlamına gelir. Evrenin düşük entropili başlangıcı hem galaksilerin ve Güneş sistemimizin, hem de canlılığın oluşabilmesinin olmazsa olmaz şartıdır. (Entropi Yasası’nın yasa olarak varlığı doğa yasalarının tasarımı başlığına girer. Fakat bu yasanın varlığı başlangıç entropisinin düşük olmasının gerekliliğinden farklıdır. Bu yasanın varlığı evrenin başlangıcının düşük entropisini zorunlu kılmaz. Birincisi yasanın tasarımı, ikincisi ise evrendeki fiziksel bir oluşumun tasarımıdır ve bunların her ikisi de canlılığın olmazsa olmaz şartıdır.12 Roger Penrose, evrenin başlangıç entropisinin hassas ayarını gösteren matematiksel betimlemeye, fizik biliminde bildiği hiçbir verinin yaklaşamayacağını söyler: Şu anda evrendeki yaklaşık 1088 olan entropi miktarı, evren eğer Büyük Çöküş ile çökerse 10123‘e çıkacaktır. (Penrose bu hesabı Bekenstein-Hawking entropi formülünü kullanarak yapar.)13 Evrenin Büyük Çöküş’ünde, her bir baryon için 1043 entropi olacaktır, buna göre toplam 1080 adet baryonlu evrenin entropisi 10123 olarak bulunur.14 Evrenin başlangıcındaki entropinin hassas ayarı, evrenin muhtemel sonunun entropisinden yola çıkılarak hesaplanır.


Aslında evrenin başlangıcı, pekâlâ aynı hacimdeki bu sonun entropisine sahip olabilirdi; böylesi bir durumda ne galaksimiz, ne dünyamız, ne de bu makaleyi yazan ve okuyanlar var olabilirdi. Evrenin başlangıç entropisindeki hassas ayarı hesaplayan Penrose, sonucu şöyle değerlendirmektedir: “Yaradanın ne kadar isabetle hedefini belirlediği görülüyor, yani doğruluk oranı şöyledir; 1010123‘te 1.”15 Ortaya çıkan bu sayının iki üslü yazılma sebebi, bu sayıyı üssüz olarak yazmaya (1′in arkasına sıfırlar koyarak), evrendeki tüm hammaddenin bile yetersiz kalacak olmasıdır. Bu sayıyı üssüz olarak yazmak için evrendeki tüm parçacıkların (1080 kadar) ve tüm ışık taneciklerinin (1088 kadar) her birinin üstüne katrilyon (1015) tane sıfır yazsaydık bile; ancak 10104 tane sıfır yazabilirdik. Oysa 10123 tane sıfır yazabilmek için bu evrenimiz gibi on milyon (107) kere trilyon (1012) daha fazla evrene sahip olmamız ve o evrenlerin proton, nötron ve fotonlarını, katrilyonlarca sıfır yazılabilen defterler olarak kullanmamız gerekirdi ki; ancak evrenin başlangıç entropisinin hassas ayarını ifade eden bahsedilen sayıyı üssüz olarak yazmayı başarabilelim. Görüldüğü gibi, bırakın başlangıç entropisindeki kritik ayarın tesadüfen gerçekleşmesini, bu ayardaki hassasiyeti ifade eden sayının 1′in arkasına sıfırlar konularak yazılması bile mümkün değildir. Evrenin başındaki bu hassas ayarın bir Düzenleyici’si olmaksızın açıklanması mümkün değildir. Evreni bir Tasarımcı’nın eseri olmayan bir varlık olarak görenlerin apriori beklentisi, bir düzenin bulunmadığı kaotik bir evren olmalıdır. Oysa var olan olgular, sıradan bir düzene bile değil; olağanüstü düzenlemelere işaret etmektedir.





4-
Canlıların Tasarımına Karşı Canlıların Tesadüfî Oluşumu


Buraya kadar canlılığın ortaya çıkması için her biri önşart olan; 1- evrenin varlığı, 2- doğa yasalarının tasarımı, 3-fiziki dünyadaki gerekli oluşumların tasarımı ele alındı. Bunları bilinçli, kudretli, bir Gücün tasarımı dışında “zorunluluk” ve “tesadüf” ile açıklamaya çalışan materyalist-ateist açıklamaların başarısızlığına dikkat çekildi. Fakat materyalist-ateistlerin, önceki üç aşamayla ilgili sorunlarını yok farz etseydik; bu durumda bile “bilinçle ve üstün bir kudretle gerçekleştirilmiş bir tasarıma” atıf yapılmadan, dünyamızdaki canlılık olgusunun açıklanması yine de mümkün olamazdı. Canlılardaki tasarımla ilgili sayısız delili anlatmaya hiçbir kitabın sayfaları yetişmez. Burada, sadece, canlıların temel yapı taşlarından olan ve ancak mikroskopta gözükebilen en basit canlılarda bile binlercesi olan proteinlere değineceğim ve bu konuyla ilgili yaşayan en ünlü ateist Richard Dawkins’in yanılgısına cevap vereceğim.


Olasılık hesapları, tasarım ile tesadüf şıklarından hangisinin daha tutarlı olduğunu anlamamız için bize objektif matematiksel veri sunmaktadır. Proteinlerin yapısı, olasılık hesaplarının kolayca uygulanmasına olanak tanımaktadır. Her canlı hücre proteinlerden oluşur. Proteinler gerek enzim olarak gerek diğer vazifelerle hücrelerdeki faaliyetleri gerçekleştiren temel birimlerdir. Hücre ile fabrika arasında kurulan analojide, proteinler makineye karşılık gelmektedir. Proteinler amino asitlerin arka arkaya gelmesiyle oluşurlar. Canlı bünyesinde 20 tane amino asit kullanılarak protein oluşur. Bu 20 amino asidin belirli bir sırada olması proteinin oluşması için mutlak şarttır. Amino asitlerin arka arkaya rastgele gelmesiyle oluşan proteinoitler ile hücrede belirli bir vazifesi olan proteinler arasındaki fark çok büyüktür. Amino asitler sol-elli ve sağ-elli amino asitler olarak ikiye ayrılır. Amino asitlerin rastgele bileşimi olan proteinoitler, her iki tür amino asitten oluşuyorken, proteinler sadece sol-elli amino asitleri ihtiva ederler. Bundan daha önemlisi proteinler belirli vazifeyi yapmak için belirli bir dizilimde olmalıdır. Ortama belli bir enerjinin verilmesiyle amino asitlerin proteine dönüşme olasılığı, dinamitle patlatılan tuğlaların üst üste düşerek bir ev oluşturması kadar düşüktür.16



Canlılarda 55 amino asidin arka arkaya gelmesiyle oluşan Ferrodexin (Clostridium pasteurianum’da bulunur) proteini gibi kısa sayılan proteinlerin yanı sıra 6049 amino asidin arka arkaya gelmesiyle oluşan Twitchin (Caenorhabditin elegans’da bulunur) proteini gibi uzun proteinler de vardır.17 Olasılık hesaplarına örnek olması için insan vücudunda bulunan, 584 amino asitli orta büyüklükteki Serum Albumin proteinini ele alalım. Bu proteindeki amino asitleri sırf sol-elli olmasının olasılığı şöyle hesaplanır:


Bir amino asidin sol-elli olma olasılığı: ½

İki amino asidin sol-elli olma olasılığı: ½ x ½


Üç amino asidin sol-elli olma olasılığı: ½ x ½ x ½
584 amino asidin sol-elli olma olasılığı:  (½)584


Ayrıca tüm amino asitler, protein zincirindeki diğer amino asitlerle birleşmek için peptid bağı denilen kimyasal bir bağ kurmak zorundadırlar. Oysa doğada, amino asitler arasında kurulabilecek başka kimyasal bağ türleri de vardır; peptid bağlar ve diğer bağlar kabaca eşit ihtimalle kurulur.18 584 amino asitli Serum Albumin proteini için 583 tane peptid bağı gereklidir. Bunun olasılığı şöyle gösterilebilir:


İki amino asidin peptid bağıyla bağlanma olasılığı: ½

Üç amino asidin peptid bağıyla bağlanma olasılığı: ½ x ½
Dört amino asidin peptid bağıyla bağlanma olasılığı: ½ x ½ x ½
584 amino asidin peptid bağıyla bağlanma olasılığı: (½)583


Bu tek proteinin amino asitlerinin, sırf sol-elli olması ve de peptid bağı yapmasının olasılığı ise şöyledir:


(½)584 x (½)583 = (½)1167 (Yaklaşık) (1/10)351



Bu olasılığın tesadüfen gerçekleşmesinin matematiksel olarak imkânsız olduğunu şöyle düşünerek anlayabiliriz: Evrendeki 1080 proton ve nötronu, fotonlarla ve elektronlarla toplarsak 1090‘dan küçük bir sayı elde ederiz. Evrenin yaşı olan 15 milyar yıl x 365 gün x 24 saat x 60 dakika x 60 saniye = 473.040.000.000.000.000 saniye; evrenin başından şu ana kadar geçen zamanı ifade eder. Bu sayıya yuvarlak olarak 1018 saniye diyebiliriz. Bu iki sayıyı çarparsak 1090 x 1018 = 10108 eder. Bu sayı, evrendeki her proton, nötron, elektron ve foton, evrenin her saniyesi bir deneme yapmış olsalar, oluşacak deneme sayısıdır.19 Saniyede yapılan denemeleri en yüksek kimyasal hız olan 1012 (bir trilyon) olarak alırsak; 10108 x 1012 = 10120 eder, oysa 584 amino asitli bir proteinin sırf sol-elli amino asitlerden kurulu olması ve peptid bağı oluşturması gibi basit iki aşamanın oluşma olasılığı 10351‘de 1′dir. Bu, bütün uzayın elektron, proton, nötron ve fotonlarının her biri canlılardaki 20 amino asitten birine dönüşselerdi ve evrenin oluşumundan itibaren her biri saniyede 1012 deneme yapsalardı bile; tek bir 584 amino asitli proteinin amino asitlerini, sol-elli olarak oluşturmaya ve peptid bağı yapmaya imkân bulamayacaklarını gösterir. Bu sonuç gerçekten çok ilginçtir. Kopernik devrimi ile dünya, evrendeki merkezi yerini kaybetmiştir ama dünyamızda ancak mikroskopla görülebilen bir canlıda bile binlercesi olan proteinlerin tek bir tanesinin en sıradan özelliklerinin tesadüfen ortaya çıkması için tüm evrenin tüm maddesini seferber etmemiz bile bu proteinin nasıl oluştuğunu açıklamaya yetmemektedir. Biyolog Steven Rose, daha basit bir proteini amino asit dizilimleri açısından ele almakta ve bu proteinin amino asit uzunluğunda 10300 olası form olabileceğini, bu olası formlar gerçekten var olsalardı ağırlıklarının 10280 gram olacağını; oysa evrendeki tüm maddenin tahmini ağırlığının 1055 gram olduğunu söyler.20 Bu da belirli bir proteinin tesadüfen elde edilmesinin ne kadar imkânsız olduğunu gösterir.




Proteinlerin amino asitlerinin doğru sırada olması protein açısından hayati öneme sahiptir. Serum Albumin proteini için bunun olasılık hesabı şöyledir:


Bir amino asidin doğru yerde olma olasılığı: 1/20

İki amino asidin doğru yerde olma olasılığı: 1/20 x 1/20
Üç amino asidin doğru yerde olma olasılığı: 1/20 x 1/20 x 1/20
584 amino asidin doğru yerde olma olasılığı (1/20)584 (yaklaşık) (1/10)759



Proteinlerin amino asit dizilimlerinde belli bir bölgenin aktif taraf olduğu, bu yüzden bu bölgenin dışındaki amino asit değişimlerinin önemsenmemesi gerektiği söylenebilir. Bu yüzden elde ettiğimiz olasılık yükselebilir. Fakat son protein çalışmaları, aktif olmayan bölgedeki birkaç değişikliğin de proteinin fonksiyonunu kaybetmesine sebep olduğunu göstermiştir.21 Diğer yandan proteinin hücrede gerekli yerde, gerekli sayıda olması gibi ele almadığımız hayati özellikler olasılığa dâhil edilirse; o zaman ise olasılık daha da düşer.


Amino asitlerin doğru sırada olmasının olasılığını daha önceden elde edilen 10351‘de 1 sayısıyla çarparsak, belirli bir proteinin hem sol-elli amino asitlerden oluşmasının, hem peptid bağı kurmasının, hem de amino asit dizilimini doğru oluşturmasının olasılığını elde ederiz. Bu da 10351 x 10759 = 101110‘da 1 gibi, olasılık olarak imkânsız kabul edilen bir sayıya denk gelmektedir; matematikte genelde 1050‘de 1′den küçük olasılıklar bile imkânsız olarak kabul edilir.


Doğal seleksiyon, canlıların yaşam mücadelesi sonucunda oluşur ve ancak çoğalan canlılar için geçerli olabilir. Oysa en basit canlı formu bile proteinler olmadan canlı olamaz. Daha canlı vasfına sahip olmayan, oluşmamış bir molekül için doğal seleksiyon mekanizması geçerli değildir. İlk canlının ortaya çıkmasıyla ilgili kimyasal evrim sürecine, biyolojik evrimle analoji kurularak doğal seleksiyon mekanizması uygulanamaz; bu mekanizma sadece üreyen canlılar içindir. Ludwig von Bertalanffy bu konuda şöyle der: “Doğal seleksiyon daha iyi olanın yaşayacağını söyler, bu yüzden kendine yeten, kompleks, rekabet edebilen sistemleri öngörür ve bu yüzden seleksiyon, bu sistemlerin orijininin açıklamasını veremez.”22 Richard Dawkins doğal seleksiyonun, aşılması imkânsız görülen dağların bayırlarının aşılmasını gerçekleştiren baskı unsuru olduğunu söylemiştir.23 Oysa canlılık oluşmadan önce böylesi bir mekanizmanın varlığını savunmak olanaksızdır. Yani, materyalist-ateist Evrim Teorisi anlayışının, gösterilen olasılık sorununu aşmaya yarayabilecek bir mekanizması yoktur. Tek alternatifleri, tasarıma karşı tesadüftür; bahsedilen olasılıklar için ise tesadüfün alternatif olması matematiksel açıdan imkânsızdır.

Doğal seleksiyon ile neden işe yarayan bir proteine sahip bir canlının yaşam mücadelesinde avantaj sağladığı ve doğal seleksiyona uğramadığı açıklanabilir. Fakat bu proteinin, canlının bedeninde nasıl oluştuğu veya bu canlının nasıl meydana geldiği doğal seleksiyonla açıklanamaz. Protein tam olarak oluşmadan işe yaramaz ve avantaj sağlamaz; bu yüzden Dawkins’in olasılık hesaplarında yaptığı şimdi bahsedeceğim aldatmacadaki gibi, proteinlerin oluşumuna doğal seleksiyonun müdahalesi mümkün değildir. Her harfin bir amino aside karşılık geldiğini düşünerek, bir proteinin bir kısmının kodunun şöyle olduğunu düşünün: “ME THINKS IT IS LIKE A WEASEL.”24 Bu cümle aslında Dawkins’in kullandığı örnek cümledir ve o da bunu Shakespeare’in bir oyunundan alıntılamıştır, anlamı ise “BENCE BİR GELİNCİĞE BENZİYOR” şeklindedir. Dawkins, maymunun tuşlara rastgele bastığında bu cümleyi yazma olasılığını sorgulamaktadır. Tuşlara rastgele basıldığında bir harfin doğru yerde olma olasılığının 1/30 olup, 28 harfli bir dizi için bunun (1/30)28 olduğunu ve bunun gelişigüzel bir şekilde oluşmasının imkânsızlığını kabul etmektedir. Daha sonra ise maymunun rastgele tuşlara basarak bir tümce oluşturduğunu ve bu tümcenin yavruladığını (canlıların çoğalmasına benzetme yaparak) düşünmemizi ve bilgisayarın yavrulardan hedefe en çok benzeyenini sürekli seçmesini ister.25 Böyle bir düzenekle hedefe 40 küsur denemede ulaşacağımızı söyler.

Dawkins haklıdır, böyle bir düzenekle hedefe 40 küsur defada ulaşırız, ama proteinlerin oluşumu için bu benzetmeyi kullanması yanlıştır. Verdiği örnekte bilgisayar hedef diziyi bilir ve her sırada hedef harf gelince, o harfi yerinde durdurur. Oysa hedefi bilmek ve doğru bulununca durdurmak; hedefi bilerek yapılan bir eylemdir. Proteinlerin rastgele oluşumlar olduğunu söyleyen birinin, hedefin bilinmesini işin içine karıştırmaması gerekir. Dawkins’in örneğindeki aldatmacayı şöyle bir benzetmeyle anlatabilirim: Biri size 50 basamaklı bir sayıdan oluşan kasadaki şifreyi, hiçbir hile yapmadan rastgele denemelerle günlerce uğraşarak açamayacağınızı söylüyor. Dawkins diye biri ise rastgele denemelerle kasayı açabileceğinizi; her bir basamakla ilgili doğru sayıyı girdiğinizde bir kırmızı ışık yanarsa, 200-300 denemede kasayı açacağınızı söylüyor. Oysa her basamak doğru girildiğinde kırmızı ışık yansa, hiçbir şifre hiçbir kasayı koruyamazdı; bahsedilen kasa ancak tüm basamakların doğru girilmesiyle açılabilir. Dawkins, doğal seleksiyonu bilinçli bir güç gibi sunmaya çalışmakta, doğru basamağa doğru harf gelince (kendi Shakespeare’ den aldığı örnekte) veya doğru sayı doğru yere gelince (benim kasa örneğimde) onu durduran güçlerle doğal seleksiyon arasında benzerlik kurmaktadır. Oysa bu benzetme, hem doğal seleksiyonun avantaj sağlayan, fonksiyonu olan özelliklerle ve canlı bireylerle alakalı olmasına aykırıdır hem de doğal seleksiyonun bilinçli bir güç gibi ilerde oluşacak avantajları baştan “hedefi bilerek” koruduğunu söylediği için kendi natüralist anlayışına terstir.

Olasılık hesaplarından anlayan herkes bilir ki; bir maymunun 28 defa rastgele tuşlara basmasıyla bir diziyi yazmasının olasılığı, 28 defa tuşa bastığında kaç dizi oluşması muhtemel ise, o kadarda 1′dir. 50 basamaklı bir kasayı rastgele denemelerle açma olasılığı; 10 tane rakam olduğundan 1050 tane sayı girilebilir, bunlardan biri kasayı açacağı için olasılık 1050‘de 1′dir. Materyalist-ateist anlayış açısından proteinlerin oluşumuna hiçbir bilinçli güç müdahale etmediğinden, bu anlayışın olasılık sorununu aşmasının hiçbir mantıklı yolu yoktur. Alternatif olarak ileri sürülen doğal seleksiyonu; adeta Allah’ın vasıflarını vererek bilinçli, tercihler yapabilen, hedefi bilen bir güce çevirmek sadece bir aldatmacadır. Doğada gerçekten de doğal seleksiyon vardır; kuş gribi tavukların hepsini yok ederse, kartallar serçeleri avlayarak yok ederse bunlar doğal seleksiyon örnekleri olacaktır. Fakat bu; ne kuş gribinin, ne kartalların, ne tavukların, ne de serçelerin nasıl var olduklarının açıklamasıdır. Tavukların bağışıklık sisteminde yarar sağlayan bir proteinin oluşumu veya serçelerin kartaldan korunmasını sağlayan bir vücut yapısının proteinlerinin oluşumu; bu canlıların, neden doğal seleksiyona uğramadıklarını açıklayabilir. Bu açıklama, bahsedilen proteinlerin neden doğal seleksiyona karşı bahsedilen canlıları koruduklarını açıklayabilir; fakat bu da bu proteinlerin nasıl oluştuğunu açıklamaz, çünkü verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi proteinin oluşumu önce, doğal seleksiyona karşı sağladığı yarar sonradır. Diğer yandan, daha ilk canlı oluşmadan önce doğal seleksiyonun hiçbir etkisi olmaz; çünkü daha önce de vurgulandığı gibi, doğal seleksiyon canlıların yaşam mücadelesinde oluşur ve çoğalan canlılar için geçerlidir. Bu yüzden, ilk canlı oluşmadan önceki süreçle ilgili olarak doğal seleksiyonlu açıklamalar yapmanın hiçbir tutarlılığı yoktur.



Tasarım delili için ise bir sorun yoktur, çünkü bu delile göre hedefini bilen, bilinçli, olasılıklar arasında istediğini seçen Allah evreni ve canlıları tasarlamıştır. Doğal seleksiyon ve tesadüflerin başaramayacağı şeyi, bilinçli ve amaçlarına göre seçimler yapan bir Güç başarabilir. Bu yaklaşıma göre olasılık kümesinin bu kadar büyük olması ve bu büyük kümeden işi gören olasılığın gerçekleştirilip, diğer büyük kümenin saf dışı bırakılması tasarımı gösterir. Bilinçle tuşlara basan bir kişi Shakespeare’in tüm eserini yazabilir; gerekli kasa şifresini bilen biri binlerce basamaklı şifreyi rahatlıkla açabilir. Saf dışı bırakılan şıkların çokluğu kompleksliği gösterir, saf dışı bırakılan şıklar ne kadar çoksa, yani olasılık kümesi ne kadar büyükse komplekslik o kadar artar. Komplekslik ne kadar büyükse tasarımın delilleri o kadar kuvvetlidir. Canlıların bedenindeki proteinlerin ve proteinlerin şifresinin olduğu DNA gibi moleküllerin kompleks yapılarının keşfi, bu yüzden tasarım delilinin gücünü kat ve kat artırmıştır.


Canlılar dünyasında defalarca -benzer- kompleks çözümlerin oluşmasından beslenme, korunma, ortakyaşam ve üreme gibi başlıklar altında incelenebilecek sayısız örnekler dünyamızdaki olağanüstü tasarımın örnekleridir.26 Bu uzun konuyu hızla geçerek tasarım delili açısından önemli bulduğum son bir şıkka daha dikkat çekmek istiyorum.






5-
Zihnin Tasarımına Karşı Zihnin Tesadüfî Oluşumu


Materyalist-ateist yaklaşımın başarılı olabilmesi için daha önceki dört şık gibi “zihnin” de tesadüfle açıklanabilmesi gerekirdi. Oysa zihnin evreni anlayabilmesinin tesadüfî olasılıkların arka arkaya gelmesiyle mümkün olmadığı, ancak dış dünya ve zihin arasında koordinasyonu sağlayan ve bilince gerekli özelliklerini veren bilinçli, üstün bir Kudret ile zihnin açıklanabileceğini söyleyen tasarım delili bu hususta da tek rasyonel ve tutarlı açıklamadır.


Her adım attığımızda ileri gideceğimizi bilmemiz, yağmurun yağışında ne olduğunu anlamamız, yanımızda yürüyen eşimizin veya çocuğumuzun bir anda yok olmasına ihtimal vermememiz, sabah kalktığımızda ayaklarımızın yerinde olmasından şüphe etmememiz hep zihnimizin evreni anlaması sayesindedir; birçok kişiye çok basit ve sıradan gelebilecek bu örnekler, aslında, zihnimizin evreni anlamasını sağlayan birçok önşartın mevcut olması sayesindedir. Zihnin evreni anlayabilmesi, birbirlerinden farklı, fakat her biri de zaruri şu şartların yerine gelmesi ile mümkündür:




1-Evren anlaşılır olmalıdır:
Eğer evren düzensiz, kaotik bir yer olsaydı, insan bebeklikteki şaşkınlığından hiçbir zaman çıkamazdı. Eğer evrendeki oluşumlar düzenli ama zihnin anlayabileceğinden çok daha karmaşık olsalardı, evrenin anlaşılır olması yine mümkün olamazdı. Sonuçta, doğa yasalarının varlığı ve anlaşılmayacak kadar karmaşık olmamaları sayesinde evreni anlarız, bu yasaların bu şekilde varlığı, zihnin evreni anlayabilmesinin önşartlarıdır. Yüksekten atılan eşyaların düşmesi gibi yerde duran eşyalar belirsiz bir şekilde uçsaydı, her sabah kalktığımızda yattığımızdan farklı bir mekânda uyansaydık, odada duran su bir anda kaynamaya, eşyalarımız bir anda yok olmaya başlasaydı, kısacası hiçbir doğa yasasının olmadığı bir evrende yaşasaydık; zihnin, ne dil gibi düşünmesini sağlayan bir aracı kullanması, ne de toplumsallaşma mümkün olurdu, sonuçta zihnin evreni anlaması da söz konusu olamazdı.



2-Zihin doğuştan (apriori) zaman ve mekân sezgilerine sahip olmalıdır:
Kant’ın gösterdiği gibi zihin, doğuştan apriori olarak zaman ve mekân sezgilerine sahiptir. Kant, uzay ve zaman sezgilerinin deneyden değil akıldan geldiklerini ispatlamak için çeşitli deliller öne sürer. Küçük çocuklar mesafeler hakkında hiçbir fikre sahip olmadan, hoşlarına gitmeyen şeylerden uzaklaşmak ve hoşlarına giden şeylere yaklaşmak isterler. Öyleyse bunların yanlarında, önlerinde, dışlarında olduğunu apriori olarak bilirler. Ayrıca çocuk, dış dünyanın farkına varmadan “önce” ve “sonra” duygusuna sahiptir; eğer olmasaydı dış dünyayı algılamaya başlayamaz, tüm algıları karmakarışık olurdu. Uzay ve zamanı hesaba katmadan hiçbir şeyi idrak edemeyiz. Bu imkânsızlık da bu sezgilerin dışarıdan gelmeden önce zihinde var olduklarını gösterir. Ayrıca aritmetik ve geometrinin hakikatlerinin hiçbir deneye başvurulmadan doğruluğunun bilinmesini de Kant, uzay ve zaman algılarının zihinde, doğuştan, apriori olarak olduklarının bir delili kabul eder. Eğer doğuştan bu sezgilere sahip olmasaydık, duyu organlarıyla gerçekleşen algılarımız kaotik bir karmaşa içinde olacak ve bir şey ifade etmeyecekti. Zihnin sahip olduğu bu apriori koşullarla ancak deneyim mümkündür.27

Zihnin sahip olduğu bu apriori koşulların genetikle aktarılması için DNA’nın içinde nükleik asitlerle kodlanmış olması gerekir. Hiç kimse zihnin bu özelliklere nasıl sahip olduğunun biyokimyasını gösteremediği gibi, genetik olarak bu özelliklerin nasıl aktarıldığı da gösterilememiştir. Fakat şurası kesindir: Zihin baştan hem “tam zaman”, hem “tam mekân” algılarının ikisine birden sahip olmalıdır. Yarım mekân algısı, dörtte üç zaman algısı diye bir şey düşünülemez; ayrıca zaman ve mekân algılarından biri, diğerinin yokluğunda bir işe yaramaz. Zihinde bu iki apriori koşul tam ve beraber olmazsa, Kant’ın gösterdiği gibi deneyim gerçekleşemez.28 Bu yüzden, bu apriori sezgilerin biyolojik olarak bir karşılığı varsa; bu karşılığın “indirgenemez kompleks” nitelikte olması gerekir. Bu iki sezginin beraberce ve tam olarak, doğuştan mevcut olmaları gerekir. Doğal seleksiyonun, bu sezgilerin önce % 5′ini koruduğunu sonra biraz arttırdığını veya önce zaman sezgisini koruduğunu, sonra yanına mekân sezgisini eklediğini söyleyemeyiz! Doğal seleksiyonun canlılarda % 5′lik bir görmeyi koruduğu, bu özelliğe sahip olmayan canlıların elendiği iddia edilebilir. Fakat zaman sezgisinin % 5′i veya tek başına mekân sezgisi bir işe yaramayacağı için; bu sezgilerin adım adım geliştiği ileri sürülemez. E. coli bakterisinin 4289 proteinin, hareketini sağlayan kamçısını oluşturan 50 kadar proteinin sırf yerli yerinde olmasının olasılığı 1066‘da 1′dir. Duyu algılarını içine alan ve adeta bir kap vazifesi gören ve onları düzenleyen zaman ve mekân algılarının, sırf zihinde doğru konumda bulunmalarının olasılığının, E. coli’nin kamçısındaki proteinlerin doğru yerinde bulunma olasılığından çok daha düşük olduğunu rahatlıkla tahmin edebiliriz. Bu tahminimiz radyo ve televizyonun içyapılarını bilmeyen birinin, televizyonun radyodan daha karmaşık olduğunu anlaması üzerine; televizyonun parçalarının rastgele bir araya gelme olasılığının, radyo parçalarının rastgele bir araya gelme olasılığından daha düşük olduğunu tahmin edebilmesine benzer.


3-Zihin matematiksel olarak düşünebilecek yetenekte olmalıdır:
Evrenin anlaşılır olması ancak zihindeki çeşitli yeteneklerle mümkündür. Zihnin evreni anlamasını sağlayan en önemli yeteneklerinden biri ise matematiksel düşünme özelliğidir. Daldan beş domates koparan çiftçinin ikisiyle yemek yapınca kaç domates kalacağını bilmesinden, sabah koyunlarını götüren çobanın kaç koyunla dönmesi gerektiğini sayarak kontrol etmesinden, köprülerin, cep telefonlarının, yapay zekâların yapımına kadar insan zihni hep matematiği kullanır. İnsanın diğer hayvanlara hükmetme ve dünyayı tüm canlılardan daha fazla değiştirebilme becerisinin altında yatan en önemli faktörlerden biri de insan zihninin matematiksel yeteneğidir. Arıların petekle ilgili hesaplarında da müthiş bir matematiksel hesaplama mevcuttur. Fakat bu tip örnekleri, insanın matematiksel düşünme ve düşünce aracılığıyla üretme, kontrol etme, hareket etme yeteneklerinden ayırt etmek gerekir; arılardaki gibi matematiksel hesaplamayla ilgili özellikler, bu hayvanların genlerinde doğuştan kodludur, bu hayvanlar düşünerek bu özelliklere sahip olmazlar. Yoksa arılar, peteğin inşa edileceği en verimli şekil ve açıları hesap edecek matematiksel bir düşünme yeteneğine sahip değildirler. İnsan zihninin matematiksel düşünme yeteneği diğer tüm canlılara göre çok üst düzeydedir ve bu yeteneğin nasıl oluştuğu ile ilgili materyalist-ateist bir açıklama getirilememektedir. Ancak bu yeteneğin insana avantaj sağladığı ve doğal seleksiyon, seksüel seleksiyon gibi mekanizmalarla bu yeteneğin ortaya çıktığını ifade eden açıklamalar mevcuttur. Bu açıklamalar, ateist çevrelerin sıkça tekrarladıkları mantıksal bir yanlışın ilave örnekleridir. Bir özelliğin canlıya avantaj sağladığı için doğal seleksiyona uğramadığı veya türün dişilerinin bu avantaja sahip bireylerle çiftleşip (seksüel seleksiyon) bu avantajı yaygınlaştırdıklarını söylemek, bahsedilen avantaj getiren özelliğin nasıl ortaya çıktığını göstermez; sadece ortaya çıkan özelliğin neden yok olmadığını gösterir. Eğer sorulan soru “Matematiksel özelliğe sahip insanlar neden doğal seleksiyona uğramadı” olsaydı, bahsedilen cevaplar geçerli olabilirdi. Ama soru “İnsan zihninin matematiksel düşünme gibi kompleks ve üst seviyede önemli bir özelliği nasıl oluşmuştur” şeklindedir. Bu soruya ise materyalist-ateist anlayışın verebileceği bir cevap yoktur.



4-Zihin gelişmiş dil kullanma yeteneğine sahip olmalıdır:
20. yüzyılda felsefenin üzerinde en çok odaklandığı sorunların başında dil konusu gelmektedir. Wittgenstein gibi bu yüzyılın en ünlü felsefecileri, ünlerini, bu soruna odaklanarak elde etmişlerdir. Bu dönemde, dilin öğrenilmesi ile ilgili yerleşmiş kalıpları kökten sarsan Noam Chomsky’nin fikirleri devrim niteliğinde oldu. Chomsky, insan zihninin doğuştan özel yetenekleri olmadan, dil öğrenme gibi kompleks bir işi, bebeklik çağında gerçekleştirmesinin mümkün olmadığını söyledi.29 Eğer kendi bebekliğimize geri gidersek, hatırlayamadığımız bu dönemde, dil öğrenmek gibi zor bir işi, azmetmeden -azmetmeyi öğrenmeden azmetmemiz mümkün değildi- ve zihinsel yeteneklerimiz gelişmeden -ancak dili kullanabilince bu yeteneklerimiz gelişir, öncesinde mümkün değildir- becerebilmiş olmamızın ne kadar olağanüstü olduğunu; bunu doğuştan zihnimizin özel yetenekleri olmadan gerçekleştirmemizin mümkün olmadığını anlarız. Özellikle belirli bir öğretim süreci bile olmadan dil konuşma alışkanlığının edinilmesi, insan zihninin doğuştan bu zor işe ne kadar hazırlıklı olduğunu göstermektedir.

İnsan, diğer bütün canlılardan farklı olarak, sonlu sayıdaki kelimeyle, sonsuz duruma uygun ifade ediş biçimleri kullanabilir. İnsanın bu yeteneği, matematik yeteneği gibi, hiçbir hayvanla kıyaslanmayacak boyutta gelişmiştir. Dünyadaki hiçbir canlının iletişimi, dille her duruma uygun ifadeler oluşturan insanla kıyaslanamaz. İnsanı insan yapan unsurların başında dil gelmektedir; gerek kendimiz üzerine, gerek evren üzerine düşünmemize imkân veren, kültür oluşturma ve iletmemize olanak sağlayan mevcut şekilde dil kullanma yeteneğimizdir.   Bu özellik biz insanlara doğada büyük avantaj sağlar ve doğal seleksiyona karşı direnmemize, bedensel hassaslıklardan doğan eksikliklerimizi kapamamıza olanak verir.


5- Zihnin hafıza ve duyu algılarını değerlendirme gibi birçok özelliği olmalıdır:
İnsan, dil kullanma ve kültür oluşturma yetenekleriyle diğer canlılardan ayrılır. Fakat bu özelliklere uygun bir hafızaya sahip olmasaydık, örneğin yirmi-otuz kelimeden fazlasını aklımızda tutamasaydık, bu kadar gelişmiş bir dil kullanma ve düşünme yeteneğine sahip olamazdık. Aynı şekilde zihnin en önemli fonksiyonlarından birisi dış dünyadan gelen görme, işitme, dokunma ve tatma gibi duyu algılarını değerlendirmektir. Gözün görme duyusuna katkısından, kulağın işitme duyusuna katkısından daha önemlisi beyinde görme ve duyma fenomenlerinin nasıl oluştuğudur; ne yazık ki beyinde duyu algılarının nasıl değerlendirildiğine dair çok az şey biliyoruz. Fakat biliyoruz ki duyu verileri, trilyonlarca nöronlu ve katrilyonlarca sinapslı beynimizde değerlendirilmeden, zihnimiz mevcut yeteneklerine sahip olamazdı. Hayvanlar dünyasında birçok canlının gelişmiş hafıza yetenekleri olduğunu biliyoruz. Ayrıca insandan daha uzağı gören, daha keskin koku alma yeteneği olan, dokunma duyuları daha gelişmiş hayvanlar var. Bu yüzden bu maddede değindiğim zihin özelliklerinde -matematiksel düşünme ve dil yeteneğinde olduğu gibi insanla diğer canlılar arasında uçurum olduğunu söylemiyorum. Bu özellikler, insan zihninde insanın ihtiyaçlarına tam cevap verecek niteliktedir ve bunlar olmadan insan zihninin dış dünya ile kendini anlaması ve düşünmesi mümkün değildir.




6- Zihin bilinç özelliğine sahip olmalıdır:
Bilincin, buraya kadar sıralanan tüm zihin özelliklerinden hem daha farklı, hem daha önemli olduğunu düşünüyorum. Elbette bilinç, zihnin doğuştan sahip olduğu özelliklerle, matematiksel ve mantıksal yeteneğiyle, dil yeteneğiyle, duyu algıları ve hafızayla ilişkilidir. Fakat bilinç, maddî süreçlere indirgenemediği gibi bahsedilen bu özelliklere de indirgenemez. O zaman bilinç, tüm bu özelliklerden farklı bir zihin özelliğidir ve şüphesiz zihin özellikleri içinde tartışılması en zor olan da odur. Bilinç, sadece karmaşık zihinsel süreçlerde gözükmez, aslında en basit zihinsel deneyim bile bilinçle ilgilidir. Ayağımızın altından gıdıklandığımızı düşünelim; ayağımızın altına dokunulması, sinirlerin bu olayı beyne iletmesi gibi fiziksel olayların dışında bir de “bilincinde” olduğumuz bir gıdıklanma deneyimi vardır ki, artık bunu tek başına hiçbir maddî süreçle ve hatta zihinsel başka özellikle (dil yeteneği, hafıza gibi) açıklayamayız. Çok rahatlıkla bir robot yapıp, ayağının altına dokunulduğunda kendisine kayıtlı gülme sesini dışarı yayınlamasını ve ayağını çekmesini programlayabiliriz; fakat gıdıklanmanın “bilincinde” olmayla ilgili süreci maddî hiçbir forma sokamadığımız için bilgisayara “gıdıklanmayı” yaşatamayız. Böylesi basit bir deneyimimizde bile var olan bilinç, evreni anlayabilmemizi sağlayan en temel zihinsel faktördür. Evrenin ve zihnin bahsedilen tüm özellikleri, ancak zihnin “bilinç” özelliğiyle buluştuğunda; evreni anlamamız, o farkındalığa sahip olmamız gerçekleşir.30



Materyalist-ateist bir yaklaşımla zihnin tüm bu özelliklerini açıklamak mümkün değildir. Bu özelliklerin matematik yeteneği ve dil kullanma yeteneği gibi olanlarında insanla diğer canlılar arasında büyük bir uçurum vardır. Bu uçurumun kapanması ne tesadüfle, ne de doğal seleksiyon ile mümkündür. Doğal seleksiyona dayalı Evrim Teorisi’ni ilk olarak ortaya koyan iki kişiden biri olan Wallace’ın bile vurguladığı gibi; doğal seleksiyonla insan zihnini açıklamak mümkün değildir.31 Üstelik zihinde, gerekli özelliklerin hepsinin birden olmasının yanı sıra, evrenin de anlaşılır olması gerekmektedir ki zihin dış dünyayı anlayabilsin. Zihnin evreni anlaması; evrende ve zihinde bahsedilen özelliklerin olması ve evren ile zihin arasında uyumun sağlanması sayesinde mümkün olmuştur. Bunun tek mantıklı açıklaması; hem evreni hem zihni hem de ikisi arasında uyumu sağlayan bilinçli, kudretli bir Gücün varlığı sayesinde bunun gerçekleştiğini söylemektir. Zihnin varlığı ve evreni anlayabilmesi için gerekli şartların oluşturulmuş olması; tasarım delilini destekleyen, çok önemli, önceki dört başlıkta dikkat çekilenlere ilave edilmesi gerekli beşinci bir fenomendir.



Tasarım Delili ile İlgi Tartışmalar ve Son Sözler


Buraya kadar, evreni ve canlıları sadece doğanın içinde kalarak açıklamaya çalışan materyalist-ateist anlayış ile bunların üstün bir kudret ve bilinçle Allah tarafından tasarlandığını söyleyen tasarım delili karşılaştırıldı. Bu karşılaştırma beş konuya odaklanarak yapıldı: 1-Maddenin yaratılışı, 2-doğa yasalarının tasarımı, 3-fizikî dünyadaki tasarımlar, 4-canlıların tasarımı, 5-zihnin tasarımı. Bahsedilen konuları irdeleyerek neden tasarım delilinin başarılı olduğunu, materyalist-ateist anlayışın ise başarısız olduğunu göstermeye çalıştım.



Materyalist-ateist anlayışı savunanlar, modern bilimin verileriyle tasarım lehine çıkan sonuçtan kaçınmak için, İnsancı İlke’yi tasarım delilinden farklı yorumlamaya çalışmışlardır. İnsancı İlke’nin bu tarzdaki yorumu, Zayıf İnsancı İlke’ye (Weak Anthropic Principle) dayandırılarak savunulmaya çalışılmıştır. Zayıf İnsancı İlke şöyle ifade edilebilir: Evrendeki yerimizin zorunlu olarak ayrıcalıklı olduğunu, gözlemciler olarak varlığımızla uyumlu olacak şekilde hesaba katmak zorundayız. Tasarım deliline karşı bu ilke yorumlanmak istendiğinde; bizleri var eden koşullar dışında bir şeyi gözlemleyemeyeceğimiz, bu yüzden bizleri var eden bu koşullara şaşırmamız ve tasarım gibi anlamlar yüklememiz söylenir.

İnsancı İlke’yi bu şekilde yorumlayanlara karşı John Leslie’nin kullandığı hoş bir örneği aktarayım:32 Düşünün ki kurşuna dizilmenize karar veriyorlar ve sizi götürüyorlar ve çok keskin 100 nişancı çok yakın mesafeden birçok defa size ateş ediyor, fakat ölmüyorsunuz. Bunun sonucunda “Ben hayatta olduğuma göre şaşılacak bir şey yok, eğer hayatta olmasaydım şu anda bu durumu gözlemlememiş olurdum” mu dersiniz, yoksa “100 keskin nişancı, bu kadar çok ateş edip, beni bu kadar yakın mesafeden vuramadıklarına göre, bu durumun, silahlarında gerçek mermi olmaması gibi bir açıklaması olmalı” mı dersiniz? Hiç şüphesiz bizim varlığımız için gereken kritik değerlerin tesadüfen oluşmasının olasılık olarak imkânsızlığı, 100 keskin nişancının çok yakın mesafeden isabet ettirememelerinin çok çok üzerindedir. Kendi hayatta oluşumuza dayanarak, 100 keskin nişancının çok yakın mesafeden isabet ettirememe nedeninin “tesadüfî isabet ettirememe” olduğunu iddia etmenin, saçma olduğunu anlayabiliyorsak; İnsancı İlke’nin sunduğu varlığımıza sebep olmuş olağanüstü kritik değerleri “tesadüfe” bağlamanın çok daha saçma olduğunu rahatça anlayabiliriz.


İnsancı İlke’nin sunduğu verileri, “insanın gözlemci olarak seçici özelliği” ile açıklamakla yetinip, bunların tasarım delili için kullanılmasına karşı çıkanların yaptığı mantık hatasını göstermek için Swinburne, şöyle bir örnek verir:33 Hasta ruhlu birinin, bir adamı kaçırdığını ve onu güçlü bir silahın karşısına kaçamayacak şekilde bağladığını düşünün. Daha sonra on desteyi karıştıran bir makine yapıyor ve bu makineyi de silaha bağlıyor. Kurbana da diyor ki makine her desteden bir kart açacak ve eğer her desteden çıkan kâğıt kupa as olmazsa silah ateş açıp seni öldürecek. Bunun üzerine makine çekiliş yapıyor ve tüm kâğıtlar kupa as çıkıyor, sonra tekrar tekrar aynısı yapılıyor ve makine hep, her destede kupa as gösteriyor ve adam ölmüyor; hasta ruhlu kişi de adamı bırakıyor. Bu adam, doğal olarak, bir destenin kupa as gösterme olasılığı 1/52, on destenin aynı anda kupa as gösterme olasılığı (1/52)10 olduğundan ve de bu olay tekrar tekrar yapılmasına karşın makine hep on kâğıdı birden kupa as olarak gösterdiğinden; bu makinenin hileli olduğunu veya destedeki tüm kâğıtların kupa as olduğunu düşünüyor. Fakat İnsancı İlke’nin verilerini gözlemci etkisiyle açıklayan bir natüralist bu olayı duyunca, İnsancı İlke’yi açıklama şeklinden aldığı ilhamla kurbana “Eğer sen kupa asları görmeseydin ölmüş olurdun, böylece bunları bize burada anlatamazdın. Burada bunları bize anlatabildiğine göre başka türlüsü zaten olamaz; bunda şaşırılacak bir şey yok. Tesadüfen kartlar böyle gelmiş, bir hile arama” diyor.34 Eğer bu benzetmede, kendisine kartlarla ilgili anlatılanın yanlış olduğunu anlayan adamın haklı olduğunu anlıyorsanız; İnsancı İlke ile ilgili verileri, “gözlemcinin kendisine uygun şartları seçmesi” ile açıklayan materyalist-ateist açıklamaların da yanlış olduğunu anlayabilirsiniz.

İstanbul, Nişantaşı’nda, Güzelbahçe Kliniği’nde doğan birisi “Bu klinikte doğma olasılığım milyarda bir, bundan dolayı bu klinikte doğmam özel bir tasarıma işaret ediyor” dese; bu, elbette kendi gözlemci etkisiyle olasılıkları seçen birinin, bunu, özel bir tasarıma atfetmesindeki yanlış mantığa işaret ediyor olur. Çünkü bu şahıs, dünyadaki milyarlarca ayrı evde veya klinikte de doğabilirdi; Nişantaşı’ndaki kliniği “belirtecek” (özel kılan) bir durum olmadığı için bu mantık tamamen yanlıştır. “Belirtme” ile kasıt, bir durumla, ondan “bağımsız” olarak var olan bir model arasındaki eşleşmedir. Burada kilit kavram “bağımsız” olmaktır. Olasılık açısından olması düşük, hem de “belirtili” (“bağımsız” olarak var olan bir modelle eşleşebilen) olaylar tasarımı gösterir.35 Az önce söz edilen örnek, oku bir yere saplanmışken, daha sonra okun vurduğu yerin etrafına hedef çizip; kendisinin ne kadar keskin nişancı olduğunu savunan bir insanın durumuna benzer. Fakat aynı klinikte, sezaryenle doğan birini düşünelim. Bu kişi büyüdüğünde, doğduğu kliniğe gelse, kendinin sezaryenle doğmasında kullanılan aletleri, çocuğu anne karnında gösteren cihazları ve diğer doğum ekipmanlarını incelese ve bu klinikteki aletler doğum olayı için tasarlanmış dese; buna karşılık, “Sen bu doğum ekipmanları sayesinde doğdun, sezaryen olmasaydın ölecektin, şimdi gözlemci etkisiyle seçerek bu aletlerin tasarlandığını söylüyorsun, oysa böyle bir şey yok” diye cevap verilse, herhalde bu cevabın saçmalığını anlarız. Bu cevabı saçma kılan şey, bizim gözlemimizden tamamen bağımsız bir şekilde doğum diye “belirtili” bir olay ve bu olayın aşamaları ile komplikasyonlarına uygun aletlerin olması ve böyle aletlerin bilinçli insan müdahalesi olmadan rüzgâr, sel ve benzeri doğa olaylarıyla tesadüfen oluşup, bu kliniğe gelmesinin imkânsızlığıdır. Sonuçta olasılık hesapları açısından “tesadüfen” oluşması çok düşük aletler, bu aletlerin varlığından “bağımsız” bir olguyla (doğum) eşleştirilebildiği için, bu kliniğin ve aletlerin tasarlanmış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu sefer hedef bellidir, ok belli hedefi vurduğu için iyi nişancılıktan bahsedilebilir.


Elinizde şu anda okuduğunuz derginin bilinçle yazıldığını, rastgele kelimelerin arka arkaya gelmesi veya mürekkebin dökülmesiyle oluşmadığını anlamanız; bu metinden “bağımsız” olarak var olan Türkçe sözlerin ve Türkçe gramerin bu dergide buluşması ile açıklanabilir. Mürekkebin rastgele dökülmesi veya bir matbaanın rastgele harfleri arka arkaya basmasıyla bu kadar çok Türkçe sözcüğün, Türkçe gramerine uygun şekilde bir dergide buluşması mümkün değildir. Bu dergiden “bağımsız” olarak Türkçe kelimeler ve Türkçe gramer vardır; yani hedef “bağımsız olarak belirli”dir ve bu dergi o hedefle eşleşebildiği için bu derginin rastgeleliklerle oluşmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu da, kilit kavram olan “bağımsızlık/belirtililik” ile “olasılık hesapları açısından gerçekleşmesi çok düşük olan (kompleks olan)” bir olgunun bir araya gelmesinin (belirtili komplekslik) neden tasarımı gösterdiğinin; şu anda elinizde okumakta olduğunuz bir örneğidir. Hiç şüphesiz canlılar dünyasındaki olgular ve canlıların genlerindeki bilgiler, bu dergiden kat kat daha komplekstir; üstelik bunların fonksiyonelliğinin eşleşeceği “bağımsız” olgular da saymakla tüketilemeyecek kadar çoktur.



Tasarım delilini destekleyen birçok olguda “bağımsız” bir hedef vardır ve o hedefe uygun yapı, tesadüfen bir kez bile oluşması olasılık hesapları açısından mümkün olmasa da (kompleksliğiyle) vardır. Örneğin olasılık hesapları açısından incelediğimiz Serum Albumin proteininin hücre içinde yerine getireceği vazife bu proteinden “bağımsız” olarak vardır ve bu protein kompleks bir şifrenin bir kasaya uyması gibi vazifesine uyar. Türlerin dişi ve erkeklerinin birbirlerine uyumları, türlerin beslenme ve korunma gibi özelliklerinin diğer canlıların özelliklerine uyumlu olmaları, bedendeki kompleks yapıların çevreyi algılayacak veya çevrede hareket edecek şekilde olmaları ve tüm bu “bağımsız” olaylarla eşleşebilen özelliklerin, olasılık olarak evrende tesadüfen bir kez bile oluşamayacak, yani kompleks olmalarına rağmen var olmaları; bunların bilinçle ve kudretle oluşturulmuş tasarımlar olduğunu gösterir.



İnsancı İlke’nin verileri tasarım delilinin gücüne güç katar, yeter ki bu ilkenin yanlış yorumları düzeltilsin. Gözlediğimiz olgulardaki komplekslik, olasılık olarak bu kompleksliğin tesadüfen oluşamayacak olması ve bu kompleksliğin fonksiyonel yapısı (bağımsız olarak belirli olaylarla eşleştirilebilmesi) tasarım delilinin gücünün hiçbir itirazla karşı konamayacak kadar yüksek olduğunu gösterir. Tasarım delili birçok ayrı alandan gelen sayısız verilerin bir araya gelmesiyle, “birleşmeli tümevarım” (consilience of induction) yöntemi temelinde, evrenin ve dünyamızın üstün bir bilinçle, kudretle, güçle yaratıldığını göstermektedir; İslam inancının merkezi olan Allah inancının en temel özellikleri/sıfatları bu yaklaşımla temellenmektedir.





1 Bu delilin değişik adlandırmalarla anılması; kimi zaman evrendeki düzenin, kimi zaman gayenin, kimi zaman evrenin insan ve diğer canlılara uygun bir tarzda düzenlendiğinin ön plana çıkartılması bir şey değiştirmez. “Tasarım delili” ifadesini tüm bunları kapsayan geniş bir anlamda kullanıyorum. 2 Hüseyin Sarıoğlu, İbn Rüşd Felsefesi, Klasik, İstanbul, 2003, s. 221-226.
3 Bertrand Russell, Why I am not a Christian, Routledge, 2004.
4 Ebu Hamid Muhammed Gazzali; El-iktisad Fi’l-itikad, Çev: Kemal Işık, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara (1971).
5 Karl Marx – Friedrich Engels, Felsefe İncelemeleri, Çev: Sevim Belli, Sol yayınları, İstanbul 1997, s. 22.
6 Bu konuyla ilgili olarak bakınız: Caner Taslaman, Big Bang ve Tanrı, İstanbul Yayınevi, İstanbul, 2006, s. 75-84; William Lane Craig, Kalam Cosmological Argument, Wipf and Stock Publishers, Eugene, 1979, s. 3-49, 175-202.
7 Bu konuyla ilgili bakınız: Caner Taslaman, Modern Bilim Felsefe ve Tanrı, İstanbul Yayınevi, İstanbul, 2008, 11-46.
8 Bu teorinin ortaya konuş süreci ve delilleriyle ile ilgili olarak bakınız: Caner Taslaman, Big Bang ve Tanrı, s. 30-114.
9 Bu konuyla ilgili örnekler bulabileceğiniz iki kaynak: John Leslie, Universes, Routledge, New York, 1989; Hugh Ross, The Creator and the Cosmos, Navpress, Colorado, 1993.
10 Bunlara daha fazla örnek için bakınız: Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, 3. bs., İstanbul Yayınevi, İstanbul, 2009, s. 248-254.
11 Paul Davies, God and The New Physics, Simon and Schuster, New York, 1984, s. 179.
12 Caner Taslaman, Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı, s. 34-41.
13 Roger Penrose, The Road to Reality, Jonathan Cope, London, 2004, s. 728.
14 Roger Penrose, Kralın Yeni Usu 3: Us Nerede, Çev: Tekin Dereli, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara, 2003, s. 50.
15 Roger Penrose, Kralın Yeni Usu 3: Us Nerede, s. 51.
16 Paul Davies, The Origin of Life, Penguin Books, London, 2003, s. 69-70.
17 Wen-Hsiung Li, Molecular Evolution, Sinauer Associates Publishers, Massachusetts, 1997, s. 279.
18 Stephen C. Meyer, “Fizik ve Biyolojide Tasarım Kanıtları: Evrenin Kökeninden Hayatın Kökenine”, Çev: Orhan Düz, Tasarım, Gelenek Yayınları, İstanbul, 2005, s. 79.
19 Caner Taslaman, Big Bang ve Tanrı, s. 188.
20 Steven Rose, Lifelines, Oxford University Press, Oxford, 1998, s. 255.
21 D. D. Axe, Extreme Functional Sensitivity to Conservative Amino Acid Changes on Enzyme Exteriors, Journal of Molecular Biology, 301/3, s. 585-596.
22 Charles B. Thaxton-Walter L. Bradley, Information and The Origin of Life, s. 177.
23 Richard Dawkins, Climbing Mount Improbable,W. W. Norton, New York, 1997, s. 198.
24 Richard Dawkins, Kör Saatçi, Çev: Feryal Halatçı, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara, 2002, s. 59-64.
25 Richard Dawkins, Kör Saatçi, s. 61.
26 Bu konularda verdiğim örnekler için şu kitabımı okuyabilirsiniz: Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 269-295.
27 Immanuel Kant, Arı Usun Eleştirisi, Çev: Aziz Yardımlı, İdea, İstanbul, 1993, s. 86.
28 Kant, bu apriori sezgi biçimlerini dış dünya algısının nasıl oluştuğunu göstermek için kullandı, bunları tasarım delili ile ilişkilendirmedi. Fakat insan zihninin evreni anlamak için gerekli tüm özellikleriyle beraber bu özelliklerini de zihnin tasarımının delilleri olarak görüyorum.
29 Noam Chomsky, Dil ve Zihin, Çev: Ahmet Kocaman, Ayraç Yayınevi, Ankara, 2001; Noam Chomsky, Language and Problems of Knowledge: The Managua Lectures, MIT Press, Massachusetts, 1988.
30 Caner Taslaman, Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı, s. 111-129.
31 Stephen Jay Gould, Darwin ve Sonrası, çev: Ceyhan Temürcü, TÜBITAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara, 2000, s. 38.
32 John Leslie, Anthropic Principle, World Ensemble, Design, ‘American Philosophical Quarterly’ 19 (1982), s. 141-151.
33 Bu örneği biraz değiştirip aktarıyorum.
34 Richard Swinburne, The Existence of God, Clarendon Press, Oxford, 1991, s. 173; Richard Swinburne, The Evolution of The Soul, Oxford Press, Oxford, 1997, s. 138.
35 William A. Dembski, “Üçüncü Tür Açıklama: Bilimlerdeki Zeki Tasarım Kanıtlarının Saptanması”, Çev: Orhan Düz, Tasarım, Gelenek Yayınları, İstanbul, 2004, s. 32; Bu konu için ayrıca aynı yazarın Intelligent Design ve No Free Lunch kitaplarına bakınız.k