Aramızda Kalsın Tanrı Var

  • Evren ardında hiçbir şey olmayan nihai gerçekliğin ta kendisi mi, yoksa ‘ötesinde’ bir hakikat mı saklı? Biz de Richard Feynman gibi: “Tüm bunların anlamı ne?” diye sormalı mıyız? Ya da Bertrand Russell “evren işte burada hepsi bu” derken haklı mıydı?
  • “Başarılı olmak için doğru sorular sorulmalıdır” Aristo
  • Önyargı? Kimse ondan kaçamaz; ne yazar ne de okuyucu. Kainatın ve yaşamın bize sorgulattığı, soru, cevap ve kısmi cevaplardan oluşan bir dünya görüşümüz var ki, bu noktada hepimiz ön yargılıyız. Dünya görüşümüz çok keskin formüle edilmemiş olabilir, hatta onun farkında bile olmayabiliriz, ama o her şeye rağmen yine de oradadır. Dünya görüşümüz elbette ki tecrübe ve derin düşünceyle şekillenir. Hatta kesin bir delil karşısında değişebilir veya en azından değişmelidir.
  • “Bizim bilimimiz Tanrı’nın bilimidir. Bütün bilimsel serüvenin sorumlusu da O’dur… Evrenin bilimsel tanımında var olan dikkat çekici düzen, tutarlılık, güvenilirlik ve harikulade karmaşıklık hepsi Tanrı’nın fiillerindeki düzenin, tutarlılığın, güvenilirliğin ve karmaşıklığın bir yansımasıdır.” Sir John Houghton
  • “Yıllardır Tanrı’ya tüm tabiatın ardındaki büyük tasarımcı olarak inandım… bilim alanında yaptığım tüm çalışmalar o zamandan beri sadece imanımı artırmaya yaradı. Ben Kutsal Kitabı benim temel otorite kaynağım olarak kabul ediyorum” Sir Ghillean Prance [God and Scientists, derleyen Mike Poole.]
  • Galileo’nun sorgulayan zihninin ardındaki motivasyom kaynağı, onun şu kanaatiydi: “Tanrı insana ‘duygu, akıl/idrak ve zekayı bahşetmiştir’ öyleyse onları atıl bırakmamalı, kullanarak bilgi edinmeliyiz.”
  • Johannes Kepler kendi motivasyonunu şöyle izah ediyor: “Dış dünyadaki bütün araştırmaların ana amacı, Tanrı’nın bize matematiksel bir dille vahyetmiş olduğu akli düzeni keşfetmektir. Bu aynı zamanda Tanrı’nın bize yüklediği bir sorumluluktur.”
  • “Bir yaratıcı olmalı. Başta Big Bang dalgası (1992) ve müteakip bilimsel buluşlar açıkça Kutsal Kitap’taki yaratılış bölümünün ilk birkaç ayetiyle örtüşüyor ve sonradan yaratılışa işaret ediyorlar.” Henry F. Schaefer III
  • “‘Her şey nasıl başladı?’; ‘Niçin buradayız?’; ‘Hayatın anlamı ne?’ gibi başlangıca ve sona dair temel bazı sorulara cevap verme yetisine sahip olmaması, bilimin de bir sınırının olduğunu açıkça gösterir.” Sir Peter Medawar
  • “Kuantum teorisinde matematiksel olarak formüle edilen doğa kanunları, artık o noktadan sonra, elementer partiküllerin kendileri ile değil bizim onlar hakkında bilgimizle ilgilidir.” Werner Heisenberg, [The Physicist’s Conception of Nature, London, Hutchinson, 1958, p15]
  • İmmünolog George Klein, ateizmin kesinlikle bilimsel bir dayanağı olmadığını, onun a priori bir inanç olduğunu söyler. Kendisinden bir agnostik gibi bahseden arkadaşının mektubu üzerine şunları yazmıştır: “Ben agnostik değilim, ateistim. Benim tutumum bilimsel değil inanca dayalı bir tutumdur. Bir Yaratıcı olmadığı ve Tanrı’nın yokluğu benim çocukluk imanım ve olgunluk inancımdır, sarsılmaz ve kutsaldır” [The Atheist in the Holy City, MA, MIT Press]
  • Ateist ön kabüllerle yapılan bilim, teist ön kabüllerle yapılan bilimle hemen hemen aynı sonucu verecektir.
  • “Her bilim dalı dünyadaki olayların bir yönünü ele alır ve onun nasıl işlediğini gösterir. Böyle bir alanın dışında kalan her şey, bilim kapsamının da dışında kalır. Tanrı, evrenin bir parçası veya (araştırılacak) bir yönü olmadığından, Tanrı hakkında söylenenler, gerçek manada bilime ait ifadeler olamazlar.” Austin Farrar
  • Bilim size, birinin içeceğine sitrikinin koyduğunuzda onun öleceğini söyleyebilir. Fakat bilim, mirasına konmak için büyük annenizin içeceğine sitrikinin koymanın etik olarak doğru olup olmayacağını söyleyemez.
mathilda (makbule) teyze'nin keki
  • MATİLDA TEYZE’NİN KEKİ
    Farz edelim ki Matilda Teyzem güzel bir kek pişirmiş olsun ve dünyanın en seçkin bilim adamlarından oluşan bir topluluğa bu keki analiz etmeleri için vermiş olalım. Ben, bu toplantının başkanı olarak, onlardan keki açıklamalarını isteyeyim; onlar da üzerinde çalışsınlar. Gıda bilimciler bize bu kekteki kalori miktarını ve onun besleyici etkisini anlatacaklar; biyokimyacılar kekteki proteinlerin, yağların ve benzerlerinin yapısı hakkında bilgi verecekler; kimyacılar içerdiği elementlerden ve aralarındaki bağlardan bahsedecekler; fizikçiler kekteki temel partikülleri analiz edecekler; matematikçiler de şüphesiz bu partiküllerin davranışını açıklayan zarif formüller önereceklerdir.
    Şimdi bu uzmanlardan her birinin kendi disiplinine göre kek hakkında yapmış olduğu eksiksiz açıklamalar neticesinde kekin tamamıyla izah edilmiş olduğunu söyleyebilir miyiz? Bize kekin nasıl yapıldığı ve değişik bileşenleri arasındaki ilişkilerin nasıl olduğu konusunda kesin açıklamalar yapıldı fakat ben bu uzman heyete son bir soru daha sorsam ve desem ki: ‘Kek niçin yapıldı?’ Ne diyebilirler? Oysaki Matilda Teyze’nin yüzündeki tebessüm, cevabı bildiğini göstermektedir; çünkü keki o pişirdi ve bunu bir amaca binaen yaptı. Gerçek şu ki, dünyadaki bütün gıda mühendisleri, biyokimyacılar, kimyacılar, fizikçiler ve matematikçiler bu soruya cevap vermekten acizdirler. Bilim adamlarının kendi disiplinlerinin bu soruya cevap veremeyeceğini ifade etmeleri o disiplini aşağıladıkları anlamına gelmez. Onların disiplinleri kekin yapısı ve doğası hakkındaki sorulara cevap verebilir ki bu ‘nasıl’ sorusunu cevaplamaktır; fakat kekin yapılış amacının ne olduğuna ilişkin ‘niçin’ sorusuna cevap vermez. Aslında, bu soruya cevap vermenin tek yolu, Matilda Teyze’nin bize kekin yapılış sebebini bildirmesidir. Eğer o bize bu sorunun  cevabını açıklamazsa bilimsel analizlerin hiçbiri bizi bu konuda bilgilendiremeyecektir.
    • Aristo dört sebep olduğunu görmüştü: Maddi sebep (kekin yapılmış olduğu maddeler); biçimsel sebep (kekin materyallerin içinde şekillendiği form); müessir sebep (Aşçı Matilda Teyze’nin pişirme işi); ve gaye sebep (kekin yapılış gayesi). İşte Aristo’nun bu dördüncü sebebi, bilimin kapsamı dışında kalan sebeptir.
ford spor araba otomobil alegori
  • Ford marka bir otomobili ele alalım. Dünyanın ilkel kalmış yerlerinden birinde yaşayan, onu ilk kez gören ve modern mühendislik hakkında hiçbir şey bilmeyen birinin, o aracın motorunun içinde aracı hareket ettiren bir tanrının (Bay Ford’un) olduğuna inanması mümkündür. Hatta aynı adam, motorun içinde bulunan Bay Ford kendisinden hoşnut olursa aracın güzelce gideceğini, Bay Ford onu sevmez ise aracın gitmeyeceğini düşünebilir. Elbette daha sonra mühendislik çalışarak ve aracı parçalarına ayırarak, içinde Bay ford olmadığını da keşfedebilir. Hatta arabanın nasıl çalıştığını açıklamak için, Bay Ford’a ihtiyacı olmadığını anlamak için çok da zeki olmasına gerek bile yoktur. İçten yanmalı motorların genel prensiplerini anlamak aracın nasıl çalıştığını açıklaması için ona yeter. Buraya kadar tamam… Fakat sonradan o kişi, motorun çalışma prensiplerinin anlamanın başlangıçta onu tasarlayan Bay Ford’un varlığına inanmayı gereksiz hale getirdiğine  karar verirse, bu çok büyük bir hata olur -felsefi terminolojiyle bir kategori hatası yapmış olur.- Mekanizmayı tasarlayan bir Bay ford olmasaydı, onun anlamaya çalışacağı bir şey de olmayacaktı.
  • Tıpkı bunun gibi evrenin işleyişinin dayandığı genel prensipleri bildiğimiz için, evreni tasarlayan, yapan ve idame ettiren Yaratıcı bir Zat’ın varlığına inanmanın anlamsız ya da gereksiz olduğunu zannetmek de benzer bir kategorik hatadır. Başka bir deyişle, evreni işleten mekanizmalarla onu var eden ya da idame ettiren sebebi birbirine karıştırmamalıyız.
  • Isaac Newton evrensel kütle çekim kanununu keşfettiğinde: “Gezegenlerin hareketlerine dair mekanizmayı keşfettim, bu yüzden o mekanizmayı tasarlayan fail bir Tanrı yoktur.” demedi. Tam aksine, o mekanizmanın nasıl işlediğini anladığı için onu tasarlayan Tanrı’ya olan hayranlığı daha da artmıştı.
  • Richard Dawkins gibi bazı etkili yazarlar, Tanrı’yı bilime alternatif bir izah aracı olarak algılama konusunda ısrar ediyorlar (halbuki bir kanaate teolojik düşüncenin hiçbir yerinde rastlanmaz). Dolayısıyla, Dawkins burada Donkişot gibi yel değirmenlerine saldırmış oluyor (yani, ciddi hiçbir düşünürün zaten inanmadığı garip bir Tanrı anlayışını reddediyor). Böylesi bir saldırı, en kibar şekilde ifade etmek gerekirse, entelektüel gelişmişliğin bir göstergesi olarak kabul edilemez.
  • James Clerk Maxwell Cambridge’deki ünlü Cavendish Fizik Laboratuarı’nın kapısının üzerine şu sözü nakşetmiştir: “Tanrı’nın eserleri mükemmeldir ve o eserlerden hoşnut olanlar tarafından dikkatlice tefekkür edilirler.” [Mezmurlar 111,2]
  • Bir saatin tüm parçalarını tek tek incelemek, entegre olmuş bir bütün olarak saatin nasıl çalıştığını kavramamıza yetmez.
  • “İndirgemeciliğin en başarılı olanarında bile neredeyse her zaman çözümlenememiş bir fazlalık kalır” Karl Popper [Scientific Reduction and the essential Incompleteness of All Science, Studies in the Philosophy of Biology]
  • Bu sayfayı okuduğunuz sayfayı düşünün. Bu sayfa, mürekkeple basılmış bir  kağıttan oluşur (veya önünüzdeki bilgisayar ekranında noktalar dizisinden de oluşuyor olabilir). Kağıt ve mürekkebin, fizik ve kimyasının (veya bilgisayar ekranındaki piksellerin) prensip olarak bile, sayfadaki harflerin şekillerinin önemine dair asla bir şey söyleyemeyeceği gayet açıktır; fakat bunun fizik ve kimyanın bu sorunun üstesinden gelebilecek kadar ilerlemiş olup olmamasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu bilim dallarının gelişmesi için 1.000 sene daha beklesek bile, sonuçta hiçbir değişiklik olmayacaktır çünkü o harflerin şekilleri, fizik ve kimyanın yapabileceğinden daha üst seviye ve tamamen yeni bir izah gerektirmektedir. Aslında, tam izah yalnızca dil ve yazarlığın daha üst seviyedeki kavramlarıyla yani bir insanın mesaj iletmesi sayesinde yapılabilir. Kağıt ve mürekkep bu mesajın taşıyıcılarıdır, ama mesaj bunlardan otomatik olarak ortaya çıkmamaktadır. Ayrıca, dile gelindiğinde, benzer şekilde birbirini izleyen seviyeler vardır. Bir dilde bulunan kelimeleri o dilin fonetiğinden  çıkaramazsınız veya dil bilgisi kurallarını o dilin kelimelerinden çıkaramazsınız vs…
  • İngiliz teolog ve bilim adamı Arthur Peacocke, “fizik ve kimya, modern makinelerin (DNA, RNA ve protein) bilgiyi nasıl taşıdıklarını gösterseler bile, “bilgi” kavramı ya da mesajın taşınması kavramı hiçbir şekilde fizik ve kimyanın kavramları cinsinden ifade edilemez…” der. [The Experiment of Life, Toronto, Univesity of Toronto Press]
  • “Sevinçleriniz ve dertleriniz, anılarınız, hırslarınız, kişiliğiniz ve iradeniz gerçekte geniş bir sinir hücresi ağının ve onlarla bağlantılı moleküllerin davranışından başka bir şey değildir.” Francis Crick [The Astonishing Hypotesis -The Scientific Search for the Soul]
    O zaman, aşk ve korku için ne düşüneceğiz? Onlar da anlamsız birer nöral (sinirsel) davranış biçimi mi? Veya güzellik, doğruluk, dürüstlük, sadakat kavramlarına ne mana vereceğiz? Rembrandt’ın bir resmi, tuval üzerine serpilmiş boya moleküllerinden başka bir şey değil mi yani?
  • “Evrenin mahiyeti ve kökeni üzerinde derin düşünen ve bu hususta yazı yazanların nerdeyse tamamı için evren, kendisinden öte, fiziksel olmayan, yüce bir kudret ve akıl sahibi olan bir kaynağa işaret ediyor gibi gözükmektedir. Bilhassa Plato, Aristo, Descartes, Leibniz, Spinoza, Kant, Hegel, Locke ve Berkeley gibi klasik felsefecilerin tamamı, evrenin başlangıcının aşkın bir gerçeğe dayandığını görmüşlerdir. Her biri bu gerçeğe farklı açılardan yaklaşıp farklı fikirlere sahip olsalar da, evrenin kendi kendi kendini açıklayamayacağı ve kendinden öte bir açıklamaya ihtiyaç duyduğu hususunda ortak kanıda oldukları aşikardır.” Keith Ward
  • “Astronomi bizi benzersiz bir olaya, hiçten yaratılan bir evrene yönlendiriyor. Bu öyle bir evren ki hem hayatın oluşabilmesi için tam tamına uygun şartları sağlayacak çok hassas bir dengeye sahip hem de temelinde (‘tabiatüstü’ denebilecek türden) bir plan yatıyor.” Arno Penzias
  • “Evrene bakıp birçok fiziksel ve astronomik olayın bizim faydamıza olacak şekilde birlikte çalıştıklarını anladıkça, evren sanki bizim gelişimizi hep bekliyordu gibi görünüyor.” Freeman Dyson
  • “Bizim bu evrendeki varlığımızın kör talihin bir cilvesi, tarihi bir tesadüf ya da dev kozmik dramada kazara meydana gelen bir şey olduğuna asla inanmam. Bizim evrene gelişimizin çok derin bir anlamı olmalı… buraya gelmemi gerçekten planlanmış.” Paul Davies
  • “Evrenin en anlaşılmaz yöne onun anlaşılabilir olmasıdır” Albert Einstein
  • Bilimsel çalışmalar, inançtan ayrılamaz. Gödel’in İkinci Teoremi bu hususta bir delildir: Matematiğin tutarlılığına inanmadan matematik dahi yapamazsınız.
  • Gerek gezegenlerin Güneş etrafında nasıl döndüğünü açıklamak, gerek tutulmalar ve benzeri bütün astronomik olayları tahmin etmek için kullandığımız (daha doğrusu uzmanların kullandıkları) bu kanuna o kadar alışmışız ki, onun ardında bile saklı bir inanç olduğunu fark etmeyiz. Bugün olanların yarın da olacağına dair inancımızdır söz konusu olan. Bu, Bertrand Russell’ın klasik ‘tümevarımcı hindi’ hikayesinde açıkladığı felsefenin meşhur tümevarım problemidir. Hikayenin kahramanı bir hindidir. Hindi, Noel öncesi düzenli olarak beslendiği için her gün besleneceğine dair akıl yürütür. Fakat hindiyi Noel günü büyük bir felaket beklemektedir çünkü tümevarımın tehlikeleriyle Noel günü bir anda karşılaşacaktır! Paul Davies bu hikayeyi şöyle yorumluyor: “Yaşamımızda Güneş’in her gün doğuyor olması, yarın da doğacağının garantisi olamaz. Güneş’in yarın doğacağından (yani doğada gerçekten güvenilir bir düzen olduğundan) emin olmak tamamen bir inanç meselesidir. Fakat bu inanç, bilimin gelişimi için zorunlu olan bir inançtır.” [The Mind of God]
  • “Fiziksel partiküllerin kesin matematiksel kurallara sürekli bir uyum göstermesi, bu karşılıklı ilişkiyi ancak zorunlu yolla sağlayan kozmik bir matematikçi var ise mümkün olabilir. Fizik kanunlarının varlığı… bu tarz kanunları formüle eden ve fizik alemini o kanunlara boyun eğdiren bir Tanrı’nın olduğuna kuvvetle işaret eder.” Keith Ward
  • “Tanrı kavramını anmadan evrenin başlangıcı hakkında konuşmak çok zor. Benim evrenin kökeni hakkındaki çalışmalarım bilimle din arasındaki sınırda bulunuyor ve ben bu sınırın bilim tarafında durmaya çalışıyorum. Kuvvetle muhtemeldir ki, tanrı bilimsel kanunların tarif ettiği tarzda hareket etmemektedir.” Stephen Hawking, [ABC Televizyonu, 20/20, 1989]
  • “Bilim, ‘akide gibi’ önkabullere dayanması açısından inanca benzer. Bu ön kabuller, evrenin düzeni ve anlaşılabilirliğiyle ilgili olduğu kadar evreni düzenli bir yaratılışın neticesi olarak kabul eden teist evren anlayışının özüyle de uyum içerisindedir. Üstelik öyle görünüyor ki, teistler algılanan düzen nasıl mümkün olabilir sorusunun üzerinden gidip, evrenin varlığına ve tabiatına dair izahlarla birlikte en temel tanımları arayarak bilimsel dürtüyü teşvik ediyorlar.”  J.J. Haldane
  • “Evrenimiz, zaman zaman gerçekleşen şeylerden sadece bir tanesidir” E. Tryson
  • Evrenin öylesine var olduğunu söylemek, tıpkı neden elma yere düşer sorusuna, ‘öyle de ondan’, tarzında cevap vermek kadar bilimseldir ancak.
  • Bir röportajında Paul Davies şöyle söyler: “Hayatın ya da evrenin kökenini illa ki tabiatüstü bir şeylerle açıklamaya gerek yok. Ben bu tarz ilahi onarıcı fikirden hiçbir zaman hoşlanmadım. Bütün her şeyi varlığa getirecek derecede zeki bir matematiksel kanunlar kümesine inanmak bana daha ilham verci geliyor.”
    Davies gibi bir bilim adamının, varlığın nasıl başladığı sorusuna cevabını, hoşlandığımız ya da hoşlanmadığımız şeyler üzerine bina ediyor olması garip doğrusu. Bu, birinin: “Bahçemin derinliklerinde perilerin yaşadığını düşünmekten hoşlanıyorum” demesinden daha mantıklı değildir. Dahası o, burada görülen aklı (bir şahsiyete değil de) matematiksel kanunlar kümesine atfediyor ve ilham vericiliklerine dayanarak onların akıllı olduklarına inanıyor! Bu hüsnükuruntu değil de nedir?
  • Çoğumuzun basit aritmetik kanunları tecrübe ettiği bu dünyada, mesela “1+1=2” kanunu kendi başına hiçbir şeyi varlığa getirmemiştir. Mesela benim banka hesabıma herhangi bir para yatırmamıştır. Bankaya önce 1.000 dolar yatırırsam ve daha sonra buna 1.000 dolar daha koysam, aritmetik kanunları banka hesabımın nasıl 2.000 dolar olduğunu rasyonel olarak açıklayabilecektir. Fakat eğer ben bankaya hiçbir şey yatırmayıp, banka hesabımda para oluşturma işini aritmetiğin kanunlarına bırakırsam, daima parasız kalırım. Katı natüralist dünya görüşünde akıllı matematiksel kanunların kainatı ve hayatı kendi kendine var ettikleri iddiası ancak hayal mahsülü olabilir; üstelik de en kötüsünden. Hatta öyle ki buna bilim-kurgu demek bilimin adını lekelemek olacaktır. Üstüne basa basa tekrarlamakta beis yok, teoriler ya da kanunlar hiçbir şeyi var edemezler.
  • “Böyle bir düzenin kaostan çıkmış olmasına ihtimal vermiyorum. Düzenleyici bir ilke olmak zorunda… Tanrı bana gizemli gelse de varlık mucizesinin -yani neden yokluk değil varlık var sorusunun- mümkün olan tek açıklamasıdır.” Allan Sandage
  • “Bana göre bilimsel açıdan inceleyecek olursak köken meselesi cevapsız kalır. bu yüzden, bir miktar dinsel ya da metafiziksel açıklamalara ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ben Tanrı mefhumuna ve onun varlığına inanıyorum.” Charles Townes
  • Dünyada hayatın var olabilmesi için öncelikle bol miktarda karbon tedarikine ihtiyaç vardır. Karbon ya üç helyum çekirdeğinin birleşiminden oluşturulur ya da helyum ve berilyum çekirdeklerinin birleşiminden. Seçkin bir matematikçi ve astronom olan Sir Fred Hoyle, bunun olabilmesi için, nükleer temel hal enerji seviyelerinin birbiriyle uyumlu bir şekilde hassasça ayarlanmaları gerektiğini keşfetti. Bu fenomene ‘rezonans’ adı verilir. Eğer sapma herhangi bir yönde %1 oranında dahi olsa, evrende hayat devam edemez. Hoyle, daha sonraları, hiçbir şeyin, ateizmin bu buluşu sarstığı kadar sarsmadığını itiraf edecektir. “Fiziğin yanında biyoloji ve kimyayla da uğraşan süper bir akıl” varmış gibi görünen hassas ayarın bu derecesi onu ikna etmeye yeterli oldu ve ona “tabiatta kör kuvvet diye bir şey yok” dedirtti.
  • “Teorik fizikçi Paul Davies; eğer güçlü nükleer kuvvetin, elektromagnetik kuvvete oranında, 10 üzeri 16’da 1 kadar bir farklılık olsaydı hiçbir yıldız oluşamazdı der. Aynı şekilde elektromagnetik kuvvet sabitesinin, çekim kuvvet sabitesine oranı da benzer bir hassas denge içinde olmalıdır. Orandaki 10 üzeri 40’ta 1 artış sadece küçük yıldızların var olmasını sağlarken, aynı oranda bir azalma da sadece büyük yıldızların var olmasına olanak verecekti. evrende büyük ve küçük yıldızlar birlikte bulunmak zorundadır, çünkü büyük olanlar kendi termonükleer fırınlarında element üretirken, sadece küçük olanlar bir gezegende hayatın devam edebilmesi için yeterince uzun süre yanabilirler. Davies’in verdiği misale göre, bu, keskin bir nişancının gözlemlenebilir evrende yirmi milyar ışık yılı uzaklıktan bir bozuk parayı vurması için gereken isabet hassasiyeti demektir.” [God and the New Physics]
  • Eğer Planck süresi içinde (evrenin başlangıcından sadece 10 üzeri eksi 43 saniye sonra) genişleme ve çökme kuvvetlerinin oranında 10 üzeri 55’te 1 kadar küçük bir farklılaşma olsaydı, ya genişleme çok hızlı olacak ve evrende galaksiler oluşmayacaktı, ya da daha yavaş genişleme yüzünden sonunda çok hızlı bir çöküş vuku bulacaktı. [A.H. Guth, ‘Inflationary Universe’, Physics Review D, 23, 1981, s.348]
  • Dünya ile Güneş arasındaki mesafe tam da şimdi olduğu gibi olmalıdır. Daha yakın olursa su buharlaşacağından ve daha uzak olursa çok soğuk olacağından hayat mümkün olamaz. Sadece %2 oranındaki farklılık sonucunda büyüt hayat sona erer. Yüzey çekimi sıcaklıktaki yüzde 1 ila 2’lik değişiklikler, dünyada hayat için gerekli olan -gaz karışımı oranını içeren- atmosferin var olabilmesi için de kritik önem taşır. Gezegenimiz yörüngesinde belli bir hızda gitmelidir: Bu hız daha yavaş olursa gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı çok daha büyük olur, daha hızlı olursa rüzgarın hızı bir felakete dönüşür. Listeyi bu şekilde uzatabiliriz. Hayatın mümkün olabilmesi için var olması gereken benzer hassas ayarlı parametreleri listeleyen astrofizikçi Hugh Ross [The Cosmic Blueprint adlı eserden] kabaca fakat ihtiyatlı bir hesaplamayla evrende bizimki gibi bir gezegenin var olma şansının yaklaşık 10 üzeri 30’da 1 olduğunu bulmuştur.
  • “Küçük vahamız üzerindeki gökyüzüne bakınırken bizler aslında anlamsız bir uçuruma bakmıyoruz; keşfetme kapasitemizle tam uyumlu olan harika bir arenayı seyrediyoruz. Belki de herhangi bir sayı dizisinden çok daha kıymetli eski bir kozmik işarete bakıyoruz; bu öyle bir işaret ki, hayatı netice vermesi ve hayal edebildiğimiz her şeyden ölçülemez derecede daha engin, daha kadim ve daha ihtişamlı bir zekayı gösterdiğinin keşfedilmesi için maharetle hazırlanmış bir evreni nazara veriyor.” [Guillermo Gonzale & Jay W.Richards, The Privileged Planet]
  • Şunu belirtelim, şimdiye kadar kullandığımız argümanların hiçbirisi, ‘bilim açıklayamıyor öyleyse Tanrı var’ tarzı ‘boşlukların tanrısı’ argümanları değildir. Biz bilimin açıklayamaması dolayısıyla değil, aksine bilimsel açıklamalar sayesinde, bu hassas ayarlardan haberdar olduk. Unutmayalım bizim peşimizde olduğumuz cevap, “Bilim neye işaret ediyor?” sorusunun cevabıdır.
  • Antropik ilkenin tam olarak söylediği, hayatın var olması için belli başlı zorunlu şartların gerçekleşmiş olması gerektiğidir.Fakat bu zorunlu şartların niçin oluşturulduğunu veya nasıl oluşturulduğunu ve hayatın nasıl ortaya çıktığını söyleyemez. Dawkins zorunlu şartların (izah için) yeterli olduğunu düşünmekle büyük bir hata yapıyor. Çünkü zorunlu şartlar, hayatın ortaya çıkması için yeterli değildirler. Mesela Oxford’da en iyi dereceyi yapabilmek için öncelikle o üniversiteye girmek gerekir. Fakat her öğrencinin bildiği gibi, o üniversiteye girmek sadece ilk şarttır, derece için tek başına yeterli değildir. Antropik ilke, hayatın menşeini açıklayamaz; ancak böyle bir izaha duyulan ihtiyacı nazara verir.
  • [Çoklu evren hipotezine dair] Occam’ın Usturası prensibine hiç uymayan ve tesbit edilemeyn evrenler içeren bir izah getirmekle artık bilimden çıkıp metafiziğin alanına girilir. Yani bu teorinin içerisinde çok az kanıt ama çok fazla spekülasyon vardır.
  • “Evrenimizdeki düzeni açıklamak için, tek bir Tanrı yerine, trilyon kere trilyon evren olduğunu varsaymak irrasyonelliğin zirvesini gösterir.” Richard Swinburne, ["Is There a God?", Oxford University Press, 1995]
  • “İşte size, Tanrı’nın varlığına ait güncellenmiş ve cilalanmış kozmolojik bir kanıt, Paley’in tasarım argümanı… Evrenin hassas ayarı, tasarıma ait prima facia (aksi kanıtlanmadıkça doğu sayılan) bir kanıttır. Kendi tercihinizi yapın: Sayısız evren gerektiren kör şans mı yoksa sadece bir tane evren gerektiren tasarım mı… Çoğu bilim adamı, eğer görüşünü itiraf edecek olsa, reyini tasarım argümanından yana kullanırdı.” Edward Harrison – Masks of the Universe
  • “Bazı insanlar bir maksada binaen yaratılmış dünya fikrinden rahatsızlık duyarlar. Bu yüzden de maksatla çelişen şeyler bulup, görmedikleri şeylere ait spekülasyonlar üretmeyi tercih ederler.” Arno Penzias [Denis Brian - Genius Talk]
  • Christian de Duve şöyle yazar: “Teori doğru çıksa dahi, bundan Rees ve Weinberg’in çıkarttığı sonuç, beni Fransızca’da ‘balık boğulması’ diye ifade edilen bir halden dolayı etkilemiştir. Balığı boğmak için okyanuslardaki bütün suyu kullansanız da bu, onun varlığını güçlendirmekten başka işe yaramaz. Bir kişi ne kadar çok evren varsayarsa saysın, bizimkinin önemi bu sayının büyüklüğüyle azalmayacaktır… Bana göre en önemli şey, hayatın ve aklın bir şekilde var olması sonucu doğruan düzenlenmiş birliktir.” Dolayısıyla çoklu evren argümanı dahi, yukarıda belirtilen tasarım argümanlarını zayıflatamaz.
  • Çoklu evren teorisinin başka bir versiyonu olan kuantum mekaniğinin çoklu dünya yorumuna göre, mantıksal açıdan olası tüm evrenler vardırlar. Bu teoriyi değerlendiren Notre Dame Üniversitesi’nden filozof Alvin Pantinga, eğer tüm olası evrenle varsa o halde Tanrı’nı var olduğu  bir evren de olmak zorundadır der; çünkü onun varlığı da mantıksal olarak mümkündür. Burada kalmayan Plantinga, Tanrı’nın her şeye gücü yeten olduğu için her bir evrende var olması gerektiğini iddia eder, dolayısıyla ona göre sadece bir evren vardır ve o da bu evren olup Tanrı onu Yaratan (Halık) ve Ayakta Tutan’dır (Kayyum’dur).
  • 1991’de yayımlanan Royal Institution Christmas Lecturers’da Richard Dawkins şöyle der: “Canlı nesneler… tasarlanmış gibi görünürler; insanda sanki tasarlanmış olduklarına dair çok güçlü bir izlenim uyandırırlar.
  • Bilim keşfettikçe, mucizeler artar. Güvercinin yön bulma, küçük kuğuların göç etme içgüdüsünden, yarasaların yankıya dayalı yer bulma sisteminden, zürafanın beynindeki kan basıncı kontrol merkezinden, ağaçkakanın boynundaki kaslardan kim etkilenmez ve bunlar her gün sınırsız listeden sadece birkaç örnek. Canlılar dünyası, insan aklını aciz bırakan karmaşıklıkta mekanizmalarla doludur.
  • Richard Dawkins biyolojiyi “belirli bir maksatla tasarlanmış olduğu izlenimi veren karmaşık varlıkların incelenmesi” olarak tanımlar. [The Blind Watchmaker] Fakat o ve onun gibi bilim adamları için, her şey bu kadarla sınırlıdır (yani bir tasarım izlenimi, herkesin kabul ettiği tasarıma dair güçlü bir izlenim, fakat gerçek bir tasarım değil). Francis Crick, biyologları, bu izlenimlerini, onun tahminine göre altta yatan gerçeklikle karıştırmamaları yönünde uyarır: “Biyologlar sürekli olarak gördükleri şeylerin tasarlanmadığını, sadece evrildiğini hatırlamalıdırlar.” [‘Lessons from Biology’, Natural History]
    Bu tür yargılar bize şu basit soruyu sorduruyor: neden? Eğer ördek gibi görünüyorsa ve ördek gibi yürüyorsa ve ördek gibi ses çıkarıyorsa, neden ona ördek demeyelim? Neden bu bilim adamları aşikar olan çıkarımı yapmaktan uzak durup canlı varlıkların, gerçekten tasarlanmış oldukları için bu denli tasarlanmış gibi göründüklerini söyleyemiyorlar?
  • “Bir çalılıktan geçerken, ayağım bir taşa çarptı ve bana, bu taşın nasıl buraya geldiği soruldu diyelim. Muhtemelen vereceğim cevap, aksine bir şeyler bilmeme rağmen taşın ezelden beri orada olduğunu söylemek olurdu ve bu cevabın ne kadar saçma olduğunu ve bu cevabın ne kadar saçma olduğunu göstermek pek de kolay olmazdı. Ama diyelim ki, yerde bir saat buldum ve bu saatin nasıl olup da buraya geldiğini araştırmak gerekiyor… daha önce vermiş olduğum cevap gibi, bildiğim kadarıyla saatin ezelden beri orada olduğunu söyleyemem. Çünkü saati yapan bir usta olmalı: Bir zanaatkar… olmalı… ve bu öyle bir zanaatkar olmalı ki, saati aslında bizim bulabileceğimiz bir gaye için yapmış; onun yapımına vakıf olan ve özelliklerini tasarlayan biri olmalı… Saatteki mekanizmaya ait her bir işaret, tasarıma ait her bir gösterge, tabiattaki olaylarda da vardır. Yalnız bir farkla: Tabiatta olanlar tüm hesaplamaları aşan çok çok üstün bir seviyededir.” William Paley
  • “Nasıl ki bir saatin parçalarını bir araya getirme sürecini kavramak, bu süreç ne kadar  otomatik görünürse görünsün, o saatin ustası olmadığı anlamına gelmez ise aynı şekilde evrenin veya canlı sistemlerin çalışma mekanizmalarından bazılarını anlamak bir tasarımcının varlığını mümkün omaktan çıkarmaz.” Sir John Houghton
  • “Darwinizmle ateizm arasında ciddi bir mantıksal boşluk bulunur. Dawkins bu boşluğu aşmak için, kanıttan ziyade retorik kullanmayı tercih etmiş görünüyor.” Alister McGrath
  • Strickberger’in itiraf ettiği gibi evrim teorisinin oluşumunda rol oynayan etkenlerden birisi Tanrı’yı yok etme arzusudur.
patatesler  tavsan
  • “Evet, sağduyumuzun da söyleyeceği gibi, Darwin teorisi küçük ölçekte geçerli olabilir ama büyük ölçekte doğru değildir.Tavşanlar biraz farklı olan diğer tavşanlardan geliyorlar, ilkel bir çorba ya da patatesten değil. İlk olarak nerede ortaya çıktıkları hala cevaplanmamış bir soru olarak öylece ortada duruyor, evrensel çaptaki diğer pek çok soru gibi.” Sir Fred Hoyle
  • “Senin sekiz çocuğunun her biri diğerinden tamamen farklı: Birbirine tam olarak benzeyen hiçbir özellikleri yok. Paki, bu nasıl mümkün olabilir? Sen farklı kalıtsal yolla gelen farklı özellikleri taşıyorlar dersin -tamam- fakat zamanda geriye, daha geriye hatta en geriye git ve en sonunda farklılıkların kaynağı olan ilk çifte gel, bu durumda mantıksal olarak senin türüne ait ilk ERKEK ve DİŞİ’nin, senin türlerinin aralarında en az benzerlik olan fertlerinin en uç farklılıklarının hepsini taşıması gerekir ya da bu farklılıkları onlarda doğuştan olan bir kanunun ortaya çıkarması gerekir.”Joseph Hooker
  • Biyokimyager Michael Behe şimdiye kadar 30.000’den fazla E.coli bakteri neslinin üzerinde araştırma yapıldığına ve bunun bir milyon insan yılına eşit bir süre olduğuna ve sonuçta evrimin: çoğunlukla “dejenerasyon” ürettiğine dikkat çeker.
  • “Pek çok türün fosil tarihi bilhassa türlerin kademeli bir şekilde evrimleştiği fikriyle çelişen iki özellik gösterir:
    1- Durgunluk (stasis): pek çok tür, yeryüzünde yaşadıkları müddetçe doğrusal bir değişim göstermemişlerdir. İlk ortaya çıktıkları zamanla kayboldukları zamanki fosil kalıntıları hemen hemen aynıdır; biçimsel değişim genelde çok kısıtlı ve yönsüzdür.
    2- Aniden ortaya çıkma: Hiçbir bölgede türler atalarının düzenli bir değişim geçirmesiyle tedrici şekilde ortaya çıkmaz; bir kerede ‘tam teşekküllü” olarak belirirler.” Stephen Jay Gould
  • Gözlemlenemeyen bir Tasarımcı olduğunu varsaymak gözlemlenemeyen makro evrim adımları olduğunu varsaymaktan daha az bilimsel değildir. Şu gayet açık ve nettir ki ‘boşlukların evrimi’ en az ‘boşlukların tanrısı’ kadar yaygın bir inanç türüdür.
  • “Eğer biri size yeryüzünde hayatın 3,45 milyar yıl önce başladığını bildiğini söylerse ya aptaldır ya da yalancıdır. Bunu kimse bilemez.”  Stuart Kauffman
  • “İlk üreyen organizmanın evrimiyle ilgili bir natüralist teori geliştirmek için, işe nereden başlayacağımıza bile karar vermek son derece zor hale geldi.” Anthony Flew
  • Ağırlığı bir gramın trilyonda birinden bile hafif olan en ufak bakteri hücrelerinin bile “cansız dünyada eşi yoktur. İnsan eliyle yapılmış herhangi bir makineden çok daha komplikedir. 100 bin kere milyon atomun bir araya gelmesiyle oluşmuş; mükemmel şekilde dizayn edilmiş binlerce girift moleküler makine içeren gerçek bir mikro minyatür fabrika gibidirler.” Michael Danton - Evolution:A Theory in Crisis
  • “İlkel bir hücrenin nasıl bir yapıya sahip olduğuna dair hiçbir fikrimiz yok. Bildiğimiz en basit canlı sistemi bakteri hücresidir…. ki onun da bütün kimyasal planı diğer hücrelerinkine benzer. Mesela insan hücresiyle aynı genetik koda sahiptir ve aynı dönüşüm mekanizmalarını kullanır. Dolayısıyla üzerinde inceleme yapmak için bulabildiğimiz en basit hücrelerde bile ilkellik namına hiçbir şey yoktur… gerçek anlamda ilkel yapılara özgü en ufak bir ipucu dahi bulunamaz.” Jacques Monod
  • Malumdur ki bir kapanın beş ya da altı parçasından her biri aynı anda mevcut olmalıdır ki kapan çalışsın. Behe’nin de dikkat çektiği gibi “ilk sistemde ard arda gelen çok küçük ve yavaş değişimler sonucu (yani aynı mekanizmayla çalışmaya devam eden işlevi geliştirerek) indirgenemez kompleks bir sistem ortaya çıkmaz. Çünkü indirgenemez kompleks bir sistemin öncülü işe yaramaz, tek bir parçası dahi eksik olan böyle bir sistem, yapısı nedeniyle çalışamaz.” [Intelligent design creationism and its critics, ed. Robert T. Pennock, Cambridge, MA, MIT Press, 2001]
  • “Sadece enerji vererek bir proteinin oluşmasını beklemek, bir tuğla yığını altına kurulmuş dinamiti patlattıktan sonra o tuğlalardan bir ev oluşmasını beklemeye benzer. Tuğlaların yerden kalkması için gereken enerji verilebilir, fakat enerjiyi tuğlalara kontrollü ve düzenli bir yöntemle dağıtmadıkça kaotik bir yığından başka bir şeyin ortaya çıkması ancak çok çok küçük bir ihtimaldir.”Paul Davies
  • Hayat, bildiğimiz gibi yüz binlerce protein gerektirir ve by proteinlerin şans eseri üretilme olasılığı “10 üzeri 40.000’de 1” ihtimalden azdır. Sir Fred Hoyle, verdiği meşhur bir örnekte, hayatın kendiliğinden ortaya çıkma ihtimalini, fırtına esnasında bir hortumun bir hurdalıktan geçmesi neticesinde, Boeing 747 tipi bir uçağın meydana gelmesi ihtimaline benzetir.
  • Robert Shapiro şuna dikkat çekmiştir, ‘proteinler’ DNA’da kodlanmış olan direktifleri takip ederek inşa olsalar bile kimyasal olarak DNA’dan oldukça farklı ve büyük moleküllerdir: “Yukarıda bahsi geçen konu, eski bir bilmeceyi hatırlatıyor: Hangisi önce gelir? Tavuk mu yumurta mı? DNA, protein inşası için gereken formülü içerir. Fakat bu bilgi, proteinlerin yardımı olmadan kopyalanamaz ya da tekrarlanamaz. Hangi büyük molekül önce ortaya çıkmıştır; proteinler mi (tavuk mu) yoksa DNA mı (yumurta mı)?
  • “Canlı ve cansızlar arasındaki boşluğu doldurmaya engel olan en büyük problem hala geçerliliğini koruyor. Bütün canlı hücreler DNA’da depolanmış bilgiyle kontrol ediliyorlar ve bu bilgi RNA’ya aktarılıp ardından proteinlere dönüşüyor. Bu komplike sistemdir (bu sistemi oluşturmak ya da bu sistemin çalışabilmesi için) bu üç molekülün her biri aynı anda diğer ikisine de ihtiyaç duyar. Örneğin DNA bilgi taşır fakat bu bilgiyi kullanamaz veya RNA ve protein olmadan kendini kopyalayamaz.” Kenneth R. Miller & Joseph Levine – Biology: The Living Science
  • “DNA bir bilgisayar programı gibidir, fakat bizim yaratabileceğimiz bir softwareden çok çok ileridedir.” Bill Gates [The Road Ahead, Boulder, Blue Penguin, 1996, s.228]
  • Hayatın kökeni konusunda çeşitli teoriler var; ama bu teorilerin hepsi, temel soruların en başında gelen şu soru larşısında çöküyor: Genetik Kod, çevirisini de yapacak olan bütün mekanizmalarıyla beraber ilk kez ortaya nasıl çıktı?
  • “Biyogenez (hayatın kökeni) problemine eğilirken Darwinizm, sadece hayatın zaten devam ettiği aşamada (hayat varken) yarar sağlar. İlk defa hayatın nasıl başladığını açıklayamaz.” Paul Davies
  • Materyalist bir kişi, tabi süreçlerin her şeyden sorumlu olduklarını söylemek zorundadır çünkü onun kitabında geçerli olan başka bir alternatifi yoktur. ‘Boşlukların evrimi’ ile bir sonuca varmak en az ‘boşlukların tanrısı’ kadar kolaydır. Hatta ‘boşlukların evrimi’ne sığınmanın ‘boşlukların tanrısı’na sığınmaktan daha kolay olduğu da söylenebilir çünkü ilki ikincisinden çok daha az eleştiri alacaktır.
  • “Günümüz biyoloji bilgisinin büyük kısmı ideolojiktir. İdeolojik bir düşüncenin en önemli göstergesi ondan çıkarım yapılamaz ve test edilemez olmasıdır. Ben böyle mantıksal açıdan kör uçlu (ya da çıkmaz) teorilere ‘ters teoriler’ diyorum çünkü gerçek teorilerin tam aksi yönde etki ederler: Düşünmeye sevk etmek yerine düşünmeyi engellerler. Örneğin Darwin’in çok büyük bir teori olarak düşündüğü doğal seleksiyon yoluyla evrim teorisi son zamanlarda işte böyle ters teori gibi işlemeye başladı çünkü can sıkıcı deneysel yetersizlikleri örtmek ve en çok sorgulanması gereken ya da en azından yanlış bile olmayan bulguları meşrulaştırmak için kullanılıyor. Protein, ‘kütle etki yasasına’ karşı mı koyuyor; cevap hazır ‘evrim öyle yaptı’! Komplike karmakarışık kimyasal reaksiyonlar bir tavuğa mıdönüşüyor; cevap gene ‘evrim’! İnsan beyni bilgisayarın taklit edemeyeceği mantıksal prensiplerle mi çalışıyor. Bunun cevabı da ‘evrim’!” Robert Laughlin – A Different Universe: Reinventing Physics from the Bottom Down
  • “Şayet maymun nanosaniyede bir tuşa bassa bile, onun Hamlet’i yazması öyle uzun bir zaman alırdı ki evrenin tahmini yaşı bile onun yanında hiç kalırdı… Oyun yazmanın pratik yolu bu değildir.” Gian-Carlo Rota
  • Russell Grigg, Could Monkeys Type the 23rd Psalm adlı makalesinde bir maymunun her saniye rastgele bir tuşa bastığı takdirde ‘the’ kelimesini yazması için gereken ortalama sürenin 34.72 saat olduğunu gösterir. Bu durumda Zebur’un 23. bölümü gibi uzun bir şey (toplam 603 harften, mısra numaralarından ve boşluklardan oluşan kısa bir İbranice bölüm) yazması da ortalama “10 üzeri 1017” yıl alacaktır. Yapılan son tahminlere göre evrenin yaşı bile “10 üzeri 9’un 4 ile 15 katı” yıl arasında bir yerdedir. Bu sonuç Zebur’un 23. bölümünün kesinlikle kompleks bir nesne olduğunu gösterir; çünkü Dawkins’in tanımına göre,  kompleks nesneler “sırf tesadüf eseri oluşma şansı son derece ufak olan, önceden tayin edilmiş bir özelliğe” sahiptir.
  • “Evren ne kadar geniş tahayyül edilirse edilsin hayatın rastgele bir başlangıcı olamaz. Bir maymun ordusu daktilo tuşlarına rastgele vursa da, Shakespeare’in eserini elde edemezler bunun çok basit bir sebebi vardır; o da gözlemlenebilir evrenin tamamı, gereken maymun kalabalığını, daktiloları ve yanlışlarla dolu kağıtları atmak için gereken çöp sepetlerini alabilecek kapasitede değildir. Aynı şey canlılar için de geçerlidir. Hayatın, cansız bir maddeden kendi kendine ortaya çıkma ihtimali, yanında 40.000 sıfır koyduğumuz sayıda 1’dir… Bu, Darwin ve bütün evrim teorisini gömecek kadar büyük bir rakamdır. Ne bu Dünya’da ne de başka bir gezegende ‘ilkel çorba’ mevcut değildi ve eğer hayatın başlangıcı tesadüf değilse, o zaman kasıtlı bir aklın eseri olmalı.” Sir Fred Hoyle & Chandra Wickramasinghe, Evolution From Space, Cosmic Life Force
  • [Richard Dawkins’in bir analojisine dair] Michael Behe o analojinin “belli bir fonksiyonu hedefleyen doğal seleksiyonu örneklemek amacıyla kullanıldığına dikkat çeker. Peki yanlış şifre girildiği bir kilidin ne gibi bir fonksiyonu olabilir? Diskleri bir süre rastgele çevirdikten sonra BDNUEFEQİKCOĞABFNRİROL gibi (her iki harften birinin doğru olduğu) bir dizilişle, harflerin yarısını elde ettik diyelim. Dawkins’in analojisine göre bu, rastgele harf dizisinde bir gelişmedir ve bir şekilde kilidi açmamıza yardım edecektir. Ama gerçekte, eğer üretken başarınız o kilidin açılmasına bağlıysa bu durumda, yarısını doğru bilmekle, hiçbir sonuç elde edemezsiniz. İronik olan ise hem Sober hem de Dawkins’e göre şifreli bir kilit son derece spesifize olmuş indirgenemez kompleksliktedir ve böyle sistemlerin neden tedricen fonksiyonel hale gelemeyeceğini çok güzel bir şekilde gösterir.”
  • “Dawkins’in insanları hayret ve şaşkınlıktan kurtarma stratejisi işe yaramadı, sadece hayretin yönünü değiştirdi. Artık, hedeflenen kompleks bir sonucun kendiliğinden ortaya çıkmasına değil hedeflenen sonucu zaman içinde programlı etkin bir kanunun kendiliğinden var olduğuna hayret edilmeye başlandı.” Keith Ward
  • Allan Sandage 50 yaşında dine dönüşünü şu sözlerle ifade ediyor: “Dünya, her bir sistemi ile ve bu sistemlerin aralarındaki bağlantı ile, sadece tesadüfe hamledilemeyecek kadar komplekstir. Her bir organizmada hayatın varlığının tüm o düzeniyle en güzel şekilde oluşturulduğuna ikna oldum”
  • Antony Flew 50 yıl boyunca ateist olarak yaşadıktan sonra inanmaya başlamasının sebebini, biyologların DNA araştırmalarına bağlar ve şöyle devam eder: “Bu araştırmalar, hayatın ortaya çıkması için gereken düzenlemelerdeki olağanüstü komplekslilik nedeniyle bu işin içinde zekanın olması gerektiğini ispatlamıştır.”
  • Arkeologumuz iki çizikle karşılaştığında onun hemen bir zeka ürünü olduğu sonucuna varabiliyorken; bazı bilim adamlarının 3,5 milyar harflik biri dizinden oluşan insan genomuyla karşılaştıklarında onun sadece şans ve zorunlulukla açıklanabileceğini söylemeleri sizce de şaşırtıcı değil mi?
  • “Bir ateistle inançlı bir kimse arasındaki farklılık, ‘nihai gerçeği sorgulamak mantıklı mı değil mi’ sorusuna verdikleri cevaptan ziyade ‘hangi gerçek nihaidir?” sorusuna verdikleri cevaptan kaynaklanır. Ateistin nihai gerçeği evrendir; teistin nihai gerçeği ise Tanrı’dır.” Austin Farrer
  • “Dünya, her bir sistemi ile ve bu sistemlerin aralarındaki bağlantılar ile, sadece tesadüfe hamledilemeyecek kadar komplekstir. Her bir organizmada hayatın, tüm o düzeniyle en güzel şekilde var olduğuna ikna oldum.” Allan Sandage
  • Helga Thoene, J.S.Bach’ın Violin Partita in D-minor’ünde dikkat çekici bir ikili kod keşfetmiştir. Alfabedeki harflere karşılık gelen sayılardan oluşan muntazam bir taslak bu müziğe uyarlandığında şu sözün ortaya çıktığı bulunmuştur: Ex Deo nascimur, in Christo morimur, per Spiritum Sanctum reviviscimus. Elbette Sonata’dan zevk alabilmek için bu gizli yazıyı bilmek gerekmez (asırlardır insanlar böyle bir mesajın içinde saklı olduğunu bilmeden bu müziği dinlemişlerdi). Fakat sadece müzikoloji kriterleri ile değerlendirilen bu harika müziğin içine tamamen farklı bir mesajı kodlayan Bach’ın dehası da yadsınamaz.
    İsteseniz kendinizi tamamen natüralist bir bilimle sınırlayabilirsiniz. Ama o zaman ortaya çıkan mesajı açıklama şansınızın kalmadığını da kabul etmeniz gerekir. Bu durumdaki bir müzikolog, müziğin nasıl bestelendiğini açıklayabilir ama metni (Bach’ın yerleştirdiği mesajı) açıklayamaz ve görmezden gelir. İşte yeni Ateistler aynen bu durumdadırlar. Hayatı, iletişimi ve düşünceleriyle zengin bir kurguya sahip insanda gizlenen ‘metni’ görmezden geliyorlar.
  • …Toplantının ardından da Dawkins’in kendisine, evreni LGM (Little Green Man) ile açıklamanın bir Yaratıcı’yı kabul etmekten daha mantıklı olduğunu ifade etmişti. Yani Dawkins’e göre açıklama ne olursa olsun, yeter ki Tanrı olmasın.
  • “Bilimin, etrafımda gördüğüm gerçek dünya ile ilgili çizdiği resmin yetersiz kalışı beni hayrete düşürüyor. Bilim bize gerçekle alakalı pek çok bilgi verip, deneyimlerimizi muhteşem ve tutarlı bir düzene koysa bile bizi çok yakından alakadar eden ve kalbimize dokunan bazı şeyler hakkında delirtici şekilde sessizliğe gömülüyor. Kırmızı ve mavi, acı ve tatlı, fiziksel acı ve fiziksel zevk ile ilgili tek kelime edemiyor; güzel ve çirkin, iyi ve kötü, Tanrı ve sonsuzluk ile ilgili hiçbir şey bilmiyor. Bazen bu lanlardaki sorulara cevap veriyormuş gibi görünse de cevapları genellikle o kadar aptalca oluyor ki cidiye bile alamıyorsunuz.” Erwin Schrödinger [Nature and Greeks, Cambridge University Press]
  • Eğer evrenin ardında bir Akıl var ise ve o Akıl bizim burada olmamızı istediyse sorulması gereken en önemli soru şudur: Neden buradayız? Varlığın amacı nedir? İşte insanın kalbine en çok tesir eden soru… Evrenin bilimsel analizi bize bu cevabı veremez; yani Matilda Teyze’nin keki neden yaptığını, bilimsel analizle değil, ancak bambaşka bir şey ile açıklayabiliriz. Kekin bilimsel izahı belki onun insan için faydalı olduğunu söyleyebilir; hatta onun insanların besin ihtiyacına göre hassas bir şekilde ayarlandığı için onlara özel tasarlanmış bir şey olduğunu da söyleyebilir. Diğer bir deyişle bilim kekin ardında bir amaç olduğu sonucuna dikkat çekebilir; fakat bu amacın tam olarak ne olduğunu söylemekten acizdir. Bunu kekin içinde aramak çok saçma olur. Bize bunu sadece Matilda Teyze’nin kendisi anlatabilir. Gerçek bilim bu noktadaki yetersizliği yüzünden utanmamalı, sadece böyle sorulara cevap verecek yetilere sahip olmadığının bilincine varmalıdır. Bu nedenle, evrenin amacının ne olduğunu ve bizi burada niye bulunduğumuzu bulmak için, sadece evreni oluşturan teme bileşenlere (madde, yapı ve süreçlere) bakmak metodolojik açıdan ciddi bir mantıksal hata olurdu. Nihai cevap ancak, evrenin dışında olmalıdır; tıpkı Matilda Teyze’nin kekle olan ilişkisi gibi evrenle de aynı cinsten ilişkisi olan bir Zat’tan gelmelidir bu cevap.
    Evrenin ardında soyut bir kavram ya da kör bir fiziksel güç değil Tanrı vardır. tanrı, Yaratıcı bir Zat’tır. Tıpkı Matilda Teyze kekin bir parçası olmadığı gibi Tanrı da yarattığı evrendeki maddenin bir parçası değildir.
  • Bir yaratıcı var ise, evrenin yapısını anlayarak O’nu dolaylı yoldan tanıyabilmemiz dışında, O da bizimle doğrudan konuşmuş mudur? Kendisini anlatmış mıdır? Eğer bir Tanrı var ise ve bizimle konuştuysa bizim hakikat arayışımız için en önemli şey O’nun bize söyledikleri olacaktır.
  • Hepimiz kaçınılmaz biçimde başlangıç noktası olarak kullanacağımız bir varsayım seçmek zorundayız. İnsan zekası sonuç itibariyle varlığını ya aklı olmayan maddeye, ya da bir Yaratıcı’ya borçludur. Bazı insanların ikinci yerine birinci varsayımı tercih etme sebeplerinin zekaları olduğunu ileri olduğunu ileri sürmeleri epey gülünç doğrusu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder