Bir Çarpıtma Örneği :Kerem Çankoçak
Natüralizmin Başrahipleri örneğin Michael Ruse kendi kitabında Evrim teorisini tartışılmaz bir gerçek yerçekimi ya da günlük yaşantımızda deneyimlediğimiz bir olay kadar net ve tartışılmaz gerçek olduğunu iddia etmektedir. Doğalcıların /Ateistlerin yüce Kutsal Teorisini eleştiren ya da buna teşebbüs eden herkes onlar için bilim düşmanıdır. Bilim çarpıtmacısıdır.Buna tenezzül dahi edilmez edilemez.
Eğer gerçekten bilim çarpıtmacısı arıyorsak o kadar uzaklara gitmeye gerek olduğu kanatinde değilim. Çeşitli konferanslarında 'Tasarımcıyı kim tasarımladı ?' ya da 'evrenler yaratan fizikciler var.' diyen Ateist fizikci Kerem Çankoçak buna çok iyi bir örnektir. Son Odtüdeki konuşmasından önce katıldığı Çanakkale Asos'daki felsefe etkinliklerinde -Felsefe bilmeyen ve tasarımcıyı kim tasarladı diyebilecek kadar felsefeden uzak birinin Üstelik felsefeciolmadığı halde hangi mantıkla felsefi bir etkinlikte konuşmaya gittiği ayrı bir utanç elbette- Hassas Ayar ın Aslında Dindarların uydurması olduğu böyle bir şey olmadığı yalanını söyleyerek Bkz : (http://www.youtube.com/watch?v=TUrVq1NlCBQ ) Konudan uzak ve ilgisiz kişilerin önünü kapayan , Bilimi çarpıtan - Ki aynı etkinlikte aynı konu hakkında ateist bir felsefeci Hassas ayar hakkında konuşmuş ve bunun olduğunu kabul edip sonsuz evrenler ile savunmaya geçişmişti. - Kerem Çankoçak'ı esefle kınıyoruz.
Eğer gerçekten bilim objektif bir uğraşsa ve gerçeğe giden yol kaçınılmaz bir şekilde ondan geçiyorsa neden Yolumuzu kapatıyorlar ?
Bilim çarpıtmacısı biz değil miydik ? Stenberg'e mi özeniyorsun Kerem ? Annen sana yalan söylememeyi öğretmedi mi ? Yoksa Tanrıyı kim tasarladı dediğinde aslında düştüğün yanlışın bile farkında değil misin? Enis Doko malum şahsı Üstü kapalı eleştiriyor . Hatta pek de üstü kapalı diyemeyeceğim(http://www.youtube.com/watch?v=N70HnCjiwF4&list=UUP5WT6v1sy21tmtc8G3dh_w Saniyesini veremeyeceğim )
bu da Asosdaki türk ateist fizikcinin Hassas ayara karşı Sonsuz evren savunması ve Hassas ayarı kabul ettiği konuşma
(http://www.youtube.com/watch?v=Sukriy_i7Sc )
Hani Tanrı Ölmüştü-Lee Strobel
Jonathan Wells, Stephen C. Meyer, William Lane Craig, Robin Collins, Guillermo Gonzalez, Jay Wesley Richards, Michael J. Behe, J.P. Moreland
Orijinal İsmi: The Case for a creator: A Journalist Investigates Scientific Evidence That Points Toward God (Zondervan, 2004)- “Zamandan ve mekândan münezzeh olanı deney tüpüne koyamazsınız”
Eugenie Scott, (“Keep Science Free from Cretionism” Insight, Şubat 21, 1994) - …Bertrand Russel’ın, bilimin bize, nasıl “amaçsız” ve “anlamdan
yoksun” bir dünya bıraktığını anlattığı karanlık tabloyu görmezlikten
geliyordum…
(Bertrand Russel, Why I Am Not a Christian, Simon&Schuster, 1957, 106) - Eşim Leslie, artık iyi bir Hıristiyan olarak yaşamaya karar
verdiğini söyledi bana. İlk tepkimin bir çeşit sorgu olduğunu söylemeye
gerek yok.
Öyle kibarca bir sorgu falan da değildi. Suçlayıcı ve kızgın bir tarzda başlamıştı: “Sana ne oluyor böyle?” bu denli rasyonel bir insanın, bu denli irrasyonel bir şeyin arkasından nasıl gidebildiğini anlayamıyordum.
Takip eden aylar boyunca Leslie’nin karakterinde belirgin değişiklikler gözlemledim. Gitgide daha sevecen, ilgili ve içten olmaya başlamıştı. Bu sefer, aynı soruyu daha yumuşak ve meraklı bir tonda sordum: “Sana ne oluyor böyle?” Onu iyi yönde değiştiren bir şeyler vardı. - Her bilimsel bilgi prensip olarak yeni kanıtlarla beraber değişime açıktır.
- “Yaşam formlarının karmaşıklığının, tesadüfî mutasyonun ve doğal seleksiyonun sonucu olduğu iddiasına şüpheyle yaklaşıyoruz”
(“A Scientific Dissent From Darwinism” başlıklı aralarında Nobel ödüllülerinde olduğu birçok bilim adamının iki sayfalık ilandan, The Weekly Standard, 1 Ekim 2001) - Bana lisede ve üniversite sıralarında, evrimi araştırırken kimse, saygın pek çok bilim adamının bu fikirde olmadığını söylememişti. Yalnızca dünyadan haberi olmayan dar kafalı dindarlar buna karşı çıkıyor zannederdim. Tarihçi Peter Bowler’in ortaya koyduğu gibi aslında bilim camiasında bu teoriye karşı 1900 yılı gibi erken bir tarihten itibaren sağlam eleştiriler gelmekteydi. Tabii bundan da bana kimse söz etmemişti.
- [Geçerliliği olmayan Miller deneyine binaen]
- İyi de Miller deneyinin halen ders kitaplarında yer almasının bir nedeni olmalı herhalde? Nedir sizce bu?
Jonathan Wells
+ Gitgide şunu daha iyi anlıyorum ki bu, ampirik bilim maskesi ardına saklanmış materyalist felsefedir. Bunu göstermekte ısrar ediyorlar, çünkü hayatın başlangıcına dair başka bir materyalist izahları yok. Eğer sen başka bir izah getirmeye kalkarsan –mesela akıllı tasarım gibi- seni bilimsel olmamakla suçluyorlar. - “Bilimin, hayatın nasıl başladığına dair en ufak bir fikri bile yok”, “Genel kabul görmüş bir teori bile yok. İlk dönemlerin çorak dünyasından hayatın narin kimyasına adım atmayı akıl almıyor” Greeg Easterbrook. (The New Convergence)
- “Sanırım hayatın natüralistik bir biçimde ortaya çıktığına
inananlar, mantıken bir akıllı tasarımcının olduğunu çıkarsayanlara
nazaran çok daha fazla imanlarıyla hareket ediyorlar” Walter Bradley
(Lee Strobel, The Case for Faith, 108) - Kendini Katoliklikten ayrılmış olarak tanımlayan ülkenin önde gelen
bilim habercilerinde John Horgan 2002’de, bilim adamlarının uzayın nasıl
yaratıldığı veya “bizim ufak gezegenimizdeki cansız maddelerin nasıl
bir araya gelerek canlıları oluşturduğu” konusunda bir fikirlerinin
olmadığını itiraf ediyordu.
(John Horgan, “A Holiday Made for Believing” New York Times, Aralık 25, 2005) - DNA’nın moleküler yapısını keşfeden Nobel ödüllü biyokimyager
Francis Crick (ki kendini manevi anlamda şüpheci olarak tanımlıyor)
dünyayı yaptığı açıklamasıyla şaşırtmıştı: “Halen mevcut tüm bilgiyle
donanmış dürüst bir adamın varması zorunlu sonuç şudur: ‘Şu an için
hayatın kökeni, bir mucizeymiş gibi gözükmektedir. Onun devamı için çok
fazla şartın karşılanması gerekmektedir’”
(Francis Crick, Life Itself, New York: Simon and Schuster, 1981, 88) - “Eğer doğal bir açıklama getirilemiyorsa ve getirilme şansı da
varmış gibi gözükmüyorsa; doğaüstü bir açıklamanın aranmasının makul
olacağını düşünüyorum. Sanırım eldeki veriler ışığında en mantıklı
çıkarım budur” Walter Bradley
(Lee Strobel, The Case for Faith, 108) - “Kambriyen bir jeolojik dönemdir. Bundan 540 milyon yıl önce
başladığı tahmin ediliyor. Kambriyen patlaması ise ‘Biyolojik Big Bang’
olarak adlandırılır çünkü bugün halen canlı olan büyük hayvan
filumlarının çoğunun aniden ortaya çıkışını gösterir. O dönemde ortaya
çıkan bazılarının ise bugün soyu tükenmiştir” dedi Wells.
“Kayıtların bize gösterdiği durum şudur: Kambriyen’den önce yalnızca bazı denizanaları, süngerler ve solucanlar vardı ve sonra Kambriyen’in başında ‘boom!’ bir anda eklem bacaklıların temsilcileri, modern böceklerin, pavuryaların temsilcileri, modern deniz kestanesi ve deniz yıldızının dahil olduğu yumuşakçalar, modern omurgalıların dahil olduğu kordatlar ve bunun gibi daha bir çok şey ortaya saçılıyor. Memeliler daha sonra geliyor fakat onların da dâhil olduğu büyük aile yani kordatlar Kambriyen’in başında oradalar” - …insanlara çizgiler başka şey olur, balıklarda solungaç. O çizgiler
solungaç yarığı falan da değildir. Onlara solungaç benzeri yapılar demek
de delilden evrim teorisine gitmek yerine evrime iman edip sonra delil
aramaya çıkmanın bir sonucudur.
İngiliz embriyolog Lewis Wolpert’in belirttiği gibi, benzerlik bizim hayal gücümüzün bir ürünü.
[Lewis Wopert, The Triumph of the Embryo, (Oxford, Oxford University Press, 1991), 185] - “Anatomik olarak benzer iki organizmayı incelediğinizde, çoğunlukla genetik olarak da benzer olduklarını görürsünüz. İyi ama bu ortak bir kanıt mıdır? Bir tasarımcı farklı organizmalar yaratmak için benzer yapı malzemeleri kullanabilir, tıpkı inşaatçıların sonuç itibarıyla birbirinden tamamen farklı gözükecek köprüleri yaparken aynı maddeleri –demir çubuklar, çimento v.s- kullanması gibi.” Wells
- “Eğer türler, fark edilemeyecek şekilde ince merhaleler vasıtasıyla diğer türlerin soyundan geliyorlarsa, her yerde sayısız geçiş türleri görmemiz gerekemez mi?” Darwin, 1859
- “Fosil kayıtlarının olmaması, farz edilen atalar ile onlardan
türeyenlerin arasındaki ilişkiyi resmetmeyi de fiilen imkânsız
kılıyordu. Antropologların işi, Savaş ve Barış romanının içinden rast gele otuz sayfa seçildiğini varsayarsak, bunlara bakıp, romanın planını çıkarmaya benziyor.”
Constance Holden, “The Politics of Paleanthropology” Science 213 (1981) - [Bazı ufak kalıntılardan devasa çıkarımlar yapılmasına binaen]
“Darwinistler ikna edici açıklamalar yapacaklarına, bulunan fosilleri hazır mamul hikâyenin uygun yerine monte etmeye çabalıyorlar. Anlatan kişinin eğilimlerine göre de hikâye şekilden şekle giriyor. Bir antropologun dediği gibi süreç ‘hem siyasi hem de sübjektif’ çünkü ‘paleoantropoloji ilmi bir forma sahip ama ilmi bir özden yoksun’”
Bkz: Ian Tattersall, “Paleoanthropolgy and Preconception” - Ne zaman bir evrim ikonunun geçersizliği anlaşılsa, Darwinistler adeta vecd halinde ilk önce tüm hikayenin bundan ibaret olmadığını haykırır, sonra da son bulguların makro evrimi desteklediğini iddia eder dururlar. Hikayeler yeniden yazılır, yeni anlatıcılar bulunur. Evrim teorisi artık orijinal ikonlarıyla taşınamaz hâle gelmiştir. Teorinin kendini sorgulamak yerine ise yapılan, yeni modeller dizayn etmektir.
- “Benim fikrime göre, Darwinci evrim iflas etmiştir. Darwinizm hakkındaki deliller sadece yetersiz olmakla kalmıyor, aynı zamanda sistematik olarak da çarpıtılmışlar. Çok uzak olmayan bir gelecekte, bilmiyorum belki yirmi, otuz yıl içerisinde, insanların geçmişe bakıp şaşkınlıkla, ‘nasıl böyle bir şeye inanabilmişler’ diyeceklerinden şüphem yok. Darwinizm bilim görüntüsü altında materyalist felsefeden ibarettir ve bu artık anlaşılmaya başlandı” Wells
- “Bilim bizi “İlk Olay”a götürdü, fakat daha da ötesine gidip “İlk Sebep”e ulaştıramadı.” Allan Rex Sandage (1985 yılındaki bilim ve din konulu bir konferanstan)
- “Benim bilimden öğrendiğim şudur: Dünya bilimle açıklanamayacak
kadar karmaşık. Varlık sırrını ancak tabiatüstü bir şeylerle
anlayabiliyorum” Allan Rex Sandage
[Sharon Begley, “Science Finds God”, Newsweek (Temmuz 20, 1998)] - Sandage’ın dediği gibi; “Pek çok bilim adamını inanca, kendi elleriyle yaptıkları zorluyordu”
[Allen Sandage, “A Scientist Reflects on Religion Belief” www.leaderu.com/truth/1truth15.html] - “Dünyanın tasarlanmış gibi görünmesinin sebebi sakın gerçekten tasarlanmış olması olmasın!” Stephen Meyer.
- “Bilimin doğal hayat hakkında pek çok önemli şey öğretebileceğine dair bir kuşkumuz yok. Fakat asıl sorun şu, ‘bu şeyler kendilerinin ötesinde olan bir şeye işaret ediyor mu?’ bence cevap evet. Bilim bize pek çok gerçek şey öğretiyor ve bu gerçek şeyler de Tanrı’ya işaret ediyor” Stephen Meyer.
- “Elde edilen bulgular, son 50 yıl içinde Tanrı inancı için güçlü bir kanıt haline dönüştü. Sadece Tanrı inancı, bütün bu bulguları, zorlamasız ve akli olarak en ikna edici bir şekilde açıklayabiliyor.” Stephen Meyer.
- “Evrenin bir başlangıcı olduğu doğruysa, bugün modern kozmologların da hemfikir olduğu gibi, o zaman bu bulgu, evrenin dışında, ondan bağımsız bir sebep var demeye gelir. Eğer fizik kanunları, son dönemdeki fizikçilerin keşfettiği gibi, tam da hayatın oluşmasına olanak sağlayacak şekilde düzenlendiyse, o zaman, onları tam da o şekilde tasarlayan bir tasarımcı olması gerekir. Eğer hücrede bir bilgi varsa, moleküler biyolojinin gösterdiği gibi, o zaman bu akıllıca yapılmış bir tasarım gerektirir. İlk defa hayatı oluşturmak, biyolojik bir bilgiyi gerektirir; veriler, madde âleminin ötesinde, ona kaynaklık eden, akıllı bir sebebin olduğunu gösteriyor” Stephen Meyer.
- “Bilim göklerde işlerin nasıl gittiğini anlatır, İncil’se göklere (cennete) nasıl gidileceğini” Galileo
- Nobel ödüllü Arno Penzias Big Bang hakkında şunları söylemişti,
“Elde ettiğimiz en iyi veri, Kutsal Kitaplardan başka dayanacak bir
şeyimizin olmadığıdır”
[Bkz. Malcolm W.Browne, “Clues to Universe Origin Expected”, Annual Review of Astromy and Astrophyics 20 (1982)] - “Bu biyolojik makineler, işleyebilmek için çok çeşitli parçalarına
aynı anda ihtiyaç duyar. Türlerin rastgele evrimleşmesine dayanan
Darwin’in doğal seleksiyon süreci böylesine bir sistemi nasıl meydana
getirebilir? Doğal seleksiyon, canlıların sadece fonksiyonel parçalarını
muhafaza eder; bu da organizmaların bir sonraki nesilde var olmasını
sağlar.
Basitleştirilemez şekilde kompleks olan sistemlerle ilgili problem, bütün parçaları aynı anda bir araya gelip çok sıkı bir koordinasyon içinde çalışmadıkları takdirde işlememeleridir. Dolayısıyla doğal seleksiyon böyle bir sistemi inşa edemez, ancak bir zamanlar inşa edildiklerini söylemekle kalır. Ve evrimin, bütün sistemi bir kerede yaratmak için böylesine dev bir sıçrayışı kazara yapması gerçekten imkânsız” Stephen Meyer. - “İlahi dinler, sadece maddeden ibaret olmadığımızı –Marvin Minsky’nin sözleriyle- ‘etten yapılmış bilgisayar’ değil, Tanrı’nın suretinde yapıldığımızı anlatır” Stephen Meyer.
- “Big Bang’i meydana getiren, evreni var eden sebep; maddeden, zamandan ve mekândan bağımsız olmalı. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam’da Tanrı bunlardan münezzehtir” Stephen Meyer.
- “Big Bang’in teizmi desteklediğine verilecek belki de en iyi örnek, konunun bazı ateist fizikçilerde sebep olduğu açık huzursuzluktur. Bazen, bazı bilimsel düşünceler, kendi değerlerinin çok ötesinde bir azimle ve kararlılıkla savunulmaya devam ediliyor ki bu durum, bunun gerisindeki motifin kişinin kendi teorisini destekleme arzusundan ziyade, çok daha derinlerdeki psikolojik gelgitlerle alakalı olduğunu düşündürüyor” Astrofizikçi C.J.Ihsam [Creation of the Universe as a Quantum Process]
- “İlk başta bir patlama vardı. Bu bizim dünyada gördüğümüz gibi, belli bir merkezden başlayarak gittikçe daha büyük alana yayılan bir patlama değildi. Aksine bu, aynı anda her yerde birden olan bir patlamaydı ve tüm uzayı bir anda maddeler ve onlardan oluşan diğer maddeler kaplamıştı” Nobel ödüllü fizikçi Steven Weinberg. [The First Three Minutes]
- “Maddeler yoluktan birdenbire, sebepsiz yere, ortaya çıkmaz. Ateist Quentin Smith kitabında şöyle demişti ‘Akla en yatkın şey, bizim yokluktan, nedensiz ve amaçsız olarak var olduğumuzdur’ Bir insanın böyle bir şeyi en mantıklı açıklama olarak ileri sürebilmesi beni hayrete düşürüyor” William Lane Craig
- “Tüm evrenin nasıl var olduğunu kavrayabilmek için kuantumun ötesinde ama onu da kapsayan bir şeye ihtiyaç vardır. Bir anda yine köken meselesine dönmüş bulunuyoruz” William Lane Craig
- “Erken dönemde Müslümanlar ve Hıristiyanlar matematiksel muhakemeyi
kullanarak sonsuz bir geçmişin olmasının mümkün olup olmadığını anlamaya
çalışmışlardı. Sonuçta evrenin yaşının sınırlı olduğu görüşüne
vardılar, yani onun bir başlangıcı olmalıydı.
Size sonsuz sayıda misket vermeye çalıştığımı farz edelim.
Bunun bir yolu tüm misketleri size vermektir ve böylece bana hiç misket kalmayacaktır.
Bunun diğer yolu sadece çift sayılı misketleri vermektir ve böylece elimizdeki misket sayısı eşit olacak ve başlangıçtaki sayı ile aynı olacaktır.
Bir diğer şekilde de dört ve üzeri sayılı misketleri vermektir. Bu durumda sende sonsuz bende üç misket olacaktır.
Görüldüğü gibi sonsuz sayılarla yapılan işlemlerde sonuçlar çelişkilidir. Bu nedenden dolayı matematikçiler sınır üstü aritmetikte toplama ve çıkarma yapmazlar. Görüldüğü gibi sonsuzluk fikri tümüyle kuramsaldır ve sadece zihnimizde mevcuttur.
Örnekteki misketlerin yerine geçmiş olayları koyunca oluşacak karmaşadan dolayı evrende sonsuz sayıda olayın olması mümkün değildir. Muhakkak bir başlangıç olmalıdır. (Sonsuzda Geri dönüş İmkânsızlığı)” William Lane Craig - Kozmoloji âlemindeki pek çok gelişme gizli saklı bilimsel dergilerin sayfaları arasında kaybolup gitmekte. Bunlardan pek azı halkın bilgisine sunuluyor. Linde ve Guth gibi bilim adamlarının adını kimse bilmez ama Stephen William Hawking konuştuğu zaman herkes dinler.
- “Israrla her şeyde bir kasıt aramaya meyilli olan insanın, amaçsız bir evren tarafından rastgele yaratılmış olması kulağa fazlaca garip gelmiyor mu?” Sir John Templeton
- “Evrenin, en ufak sayısal değişikliklere karşı bile oldukça hassas olan mevcut yapısının, bilinçli bir tasarım neticesi olduğu izlenimine kapılmamak son derece güç. Bu sayısal değerlerin görünüşteki mucizevi uyumluluğu hâlâ kozmik tasarım fikrinin en kuvvetli delili olmaya devam ediyor” Fizikçi Paul Davies
- “Görünüşte birbirleriyle irtibatsız ve rastgele olan bütün fizik sabitlerinin garip bir ortak özelliği var. Bu sabitler evrende hayatın oluşabilmesi için tam da olmaları gereken değerdeler” Patrick Glynn
- “İnce bir hüner eseri olan doğal çevreyi ne kadar araştırırsak, bilinçli bir tasarımcının varlığı o kadar zorunlu hale geliyor” Walter Bradley
- “Bilimsel çalışmalarım sırasında daha kuvvetli bir şekilde inanmaya başladım ki dâhice tasarlanmış olan bu fiziki evren öylesine hayret vericidir ki bunun sadece tesadüfî bir olay olarak izah edilmesi imkânsızdır. Evrendeki varlığımızın, garip bir talihin garip bir cilvesi, tarihsel bir kaza eseri ya da kozmik dramadaki tesadüfî bir görüntü olduğuna inanmam imkânsız” Paul Davies [The Mind of God]
- “Fred Hoyle ve ben birçok meselede ayrı düşeriz. Fakat dünyamızın sağduyulu ve tatmin edici bir yorumunun dâhice bir elin dizaynını gerektirdiği hususunda hemfikiriz” Owen Gingerich (Harvard University). [Dare a Scientist Believe in Design]
- “Eğer bizim evrenimiz yegâne evrense –ki bir başkasının varlığına dair herhangi bir bilimsel veri yok- evrende var olan hassas mı hassas ayar Tanrı’nın varlığını gösteren gerçek birer delildir.” John Leslie (Oxford University)
- “İnsanın ortaya çıkışını netice veren evren, bize birisi tarafından yönetildiğini ima ediyor. İnsanın fiziksel olarak evrenin merkezinde olmasa bile, onun (evrenin) amacının merkezinde olduğu açıktır” Robert Augros & George Stanciu [The New Story of Science]
- “Hayatın
varlığını sürdürebilmesi için nasıl olması gerekiyorsa tam da o
özellikleri olan bir evrenimiz var. Bu eşzamanlı/uyumlu oluşlar,
tesadüflerin bir sonucu olamayacak kadar şaşırtıcı, Paul Davies’in
deyimiyle tasarımın etkisi inanılmaz derecede şaşırtıcı.” Robin Collins
[The Cosmic Blueprint: New Discoveries in Nature’s Creative Ability to Order the Universe] - Kendisini bir ateist olarak tanımlayan Nobel ödüllü fizikçi Steven Weinberg boş uzayın enerji yoğunluğunu ifade eden kozmolojik sabit karşısındaki şaşkınlığını “dikkat çekecek derecede hassas bir şekilde bize göre ayarlanmış” şeklinde ifade eder.
- “Evrenin şu anki halde bulunabilmesi için hidrojenin helyuma çok hassas bir şekilde dönüşmüş olması gerekiyor. Daha özel olarak, öyle bir şekilde ki, kütlesinin tam tamına %0,7’si enerjiye dönüşmeli. Bu değeri azıcık düşürdüğümüzde –diyelim ki 0.0072den 0.006’ya- hiçbir dönüşüm vuku bulmaz: Bu durumda Evren yalnızca hidrojenden oluşacak ve başka hiçbir şey var olmayacaktır. Bu değeri azıcık artırırsanız –mesela 0.0082e getirirseniz- bağlar o kadar verimli olacak ki tüm hidrojen tükenecektir. Her iki durumda da, sayılardaki en ufak bir değişiklik evrenin oluşmamasını netice verecektir” Bill Bryson, A Short History of Nearly Everything, 16
- “Çoklu evren teorisi dini bir bağlamdan gelseydi gülüp geçilecek kadar komik varsayımlara dayanıyor. Bu teori herhangi bir dindeki kadar inançsızlıkla taassubu gerektirir. Şöyle der gibidir: Elli milyar galaksi genişliğinde görünmez nesnelerin varlığına inanan kiliseye katılın.” Gregg Easterbrook, “The New Convergence”.
- “Her önemli buluştan sonra fizikçilerin ortak tepkisi, tabiattaki zarafet ve incelik karşısında duyulan hayranlık ve şaşkınlık karışımı bir histir: “Bunu, bu şekilde yapmayı hayatta düşünemezdim” Eğer doğa, bizi dâhiliği ile hayrette bırakan mekanizmaları yürütebilecek kadar “akıllı” ise, bu fiziksel evrenin ardında akıllı bir tasarımın varlığı için ikna edici bir kanıt değil mi? Eğer dünyanın en dahi insanları bile doğadaki derin işleyiş ve mekanizmaları ancak güçlükle çözebiliyorlarsa, bütün bu işlerin, kör tesadüfün bir ürünü, sersem bir kazanın sonucu olduğunu farz etmek nasıl mümkün olabilir? Fizik kanunlarını ortaya çıkarmak çeşitli açılardan bir bulmacayı doldurmaya benzer. Bulmacada, kelimelerin kazara birbirleri ile uyumlu bir şekilde bir araya geldiklerini asla düşünmeyiz.” Paul Devies, [Superforce: the Search for a Grand Unified Theory of Nature.]
- “Fiziksel dünyanın bilimsel anlayışımızla gözler önüne serilen müthiş düzeni, ilahi olanı gerekli kılıyor” Vera Kistiakowski [Massachusetts Institute of Technology]
- “Kanıtlar incelendikçe, bir tür doğaüstü aracının (daha doğrusu Aracı’nın) bu işe dâhil olmasının zorunlu olduğu düşüncesi belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Farkında olmaksızın, bir “Üstün Varlık”ın varlığına dair bilimsel kanıtlara parmak basmış olabilir miyiz? Sahneye çıkan ve bütün kozmozu bizim için hikmetle süsleyen, Tanrı mıydı?” George Greenstein [Astronom, The Symbiotic Universe]
- “Astronomi bizi benzersiz bir olaya, yoktan yaratılan bir evrene, yaşamın var olması için gerekli bütün şartları sağlayacak çok hassas dengeye sahip bir evrene ve altında yatan bir plana (“doğaüstü” denebilecek bir plana) sahip bir evrene götürüyor” Arno Penzias (Nobel ödüllü)
- “… Radyoaktivitenin ateşlediği dev ama çok hassas dengeye sahip bir ısı motoru… daha yavaş çalışıyor olsaydı… kıtalar şimdiki haline gelemezdi… Demir hiçbir zaman erimeyebilir ve sıvı çekirdeğe batabilirdi. Manyetik alan hiçbir zaman oluşamazdı… Eğer daha fazlar adyoaktif yakıt olsaydı ve bu yüzden motor daha hızlı çalışsaydı, volkanik küller Güneş’in ışığını kapatacaktı: atmosfer aşırı derecede yoğun olacaktı ve yeryüzü günlük depremler ve volkanik patlamalarla sarsılacaktı” Frank Press & Raymond Siever, [Earth (New York: W.H.Freeman, 1986), s.3]
- -Dünyayı tanrı ya da tanrıça olarak görmek- “Bu tıpkı saati yapanı görmek yerine, hayret verici özellikleri nedeniyle bir saati tanrılaştırmak gibidir” Jay Wesley Richards
- Dairesel
olarak dönen bir gezegende canlı organizmalar yetiştirebilmek için,
Güneş gibi doğru kütle, doğru ışık, doğru kompozisyon, doğru uzaklık,
doğru yörünge, doğru galaksi ve doğru konum gibi hayli olağandışı
özelliklere sahip bir yıldız gerekmektedir. Bu durum Güneş’imizi ve
Dünya’mızı gerçekten de nadir ve nadide yapmaktadır.
Dünyanın eğiminin tam da 23,5 derece olması iklimlerin istikrarını sağlar. Ayın büyüklüğünün tam mevcuttaki gibi olması günün süresi ile gece ve gündüzün ısı farkının olması gerektiği kadar olmasını sağlar. - Tektonik tabakalar gezegendeki yaşamın ana şartı olabilir. Güneş sistemindeki bütün gezegenler ve uydular içinde kaymasının kolay olması için okyanuslar dolusu suya ve tektonik tabakalara sahip olan tek yer Dünya’dır. Peter D.Ward & Donald Brownlee, [Rare Earth, s.266]
- Dünya’yı
yaşanabilir bir ortam haline getiren olağanüstü şartların, aynı zamanda
gezegenimizi evreni gözlemlemeye, analiz etme ve anlamaya tuhaf bir
biçimde uygun hale getirmektedir.
“Bu yalnızca bir tür kozmik tuhaflık olabilir mi? Bizler yalnızca şanslı mıyız? Bilgeliğin saf rastlantı ve anlamlı tasarım arasındaki farkı ayırt etme yeteneği gerektirdiğini düşünüyorum. Burada rastlantıdan çok daha fazlasını görüyoruz; çok çok daha fazlasını.” Jay Wesley Richards - “İnananlar daima Tanrı’nın varlığını tabiat kitabı ve Kutsal Kitap aracılığıyla gösterdiğini savunmuşlardır. On dokuzuncu yüzyılda bilim, tabiat kitabını bir şahit olmaktan çıkarmıştı. Şimdi ise yeni keşifler bu kitabın kapağını tekrar açıyor” Jay Wesley Richards
- “Eğer evren en hassas şekilde yaratılmamış olsaydı, bizler asla var olamazdık. Benim görüşüme göre bu şartlar evrenin, içinde insanın yaşaması için yaratıldığını göstermektedir.” John A. O’Keefe [The Theological Impact of the New cosmology]
- Eğer Tanrı yaratıkları için bu kadar hassas, dikkatli, sevgi dolu ve hayret verici bir ortam inşa etmişse, o zaman O’nun insanların bu evreni keşfetmesini, araştırmasını, takdir etmesini, ondan ilham almasını ve nihayetinde –en önemli iş olarak- kendisini evren yoluyla bulmasını istemesi gayet doğaldır.
- “Bir sistem veya aygıt aynı görevi yerine getirmek için beraber çalışan çok sayıda farklı parçaya sahipse indirgenemez derecede karmaşıktır ve bu parçalardan birini çıkardığınızda, sistem de fonksiyonel olmaktan çıkacaktır. İndirgenemez derecede karmaşık bir sistem Darwin’in bahsettiği süreçle oluşmaz, çünkü çalışması için bütün parçaların tam ve beraber olması gerekir. Bu durum tıpkı fare kapanı analojisinde olduğu gibidir. Fare kapanının tam çalışabilmesi beş parçasının da mevcut olması gerekir. Önce bazı parçaları sonra bazı parçaları oluşmaz. Çünkü eksik parçalar kapanın kapanlık yapmasını sağlayamaz. Ayrıca kapanın bazı parçalarının zamanla diğer parçalara dönüşüp mükemmel bir sisteme dönüşmesi de düşünülemez” Michael J. Behe
- “Darwinistler, Akıllı Tasarım’ı savunanları daima, bilinmeyenden delil çıkarmakla suçluyorlar. Fakat kendileri de şöyle diyorlar ‘Bunun nasıl olduğunu bilmiyoruz, ama bunu evrimin yaptığını kabul ediyoruz’ Başka bir açıklama olmadığı zaman, Tanrı’yı bir açıklama olarak sunarsanız bunu ‘boşlukların Tanrısı argümanı’ diye küçümsediklerini görürsünüz. Eğer öyleyse, burada da karşımıza ‘boşlukların evrimi argümanı’ duruyor. Bazı bilim adamları, anlayamadıkları bir şeyle karşılaştıklarında, bir açıklama olarak evrimi devreye sokuveriyorlar.” Michael J. Behe
- “Eğer
yanlış yerde bir pıhtı oluşursa (mesela beyinde veya akciğerde)
ölürsünüz. Eğer pıhtı yirmi dakika geç oluşursa, vücudumuzdaki tüm kan
boşalır ve gene ölürsünüz. Eğer pıhtı sadece kesik bölgeyi tıkamakla
yetinmese, bütün kan dolaşımınız katılaşabilir ve gene ölürsünüz. Pıhtı
yeterince büyük değilse de ölürsünüz elbette. Kanın pıhtılaşması
sisteminin mükemmel işlemesi için, bir dizi protein bileşeninin bir anda
sahneye çıkması gerekir.
Ne zaman bir bilim adamı, kanın pıhtılaşma sürecinin nasıl meydana geldiğini, adım adım anlattığı iddiasında bir teoriyle ortaya çıksa, kendini, “bir anda”, “meydana geldi”, “açığa çıktı”, “ortaya çıktı”, “var oldu” gibi genellemeleri tekrarlarken buluyor. Bu bir anda ortaya çıkan şeylerin sebebi ne olabilir? İşte buna dair hiçbir açıklama getirme zahmetine girilmiyor. Bu da senaryoların açıklayıcılık gücünü yok ediyor” Michael J. Behe - “Bana göre bilimin işi, şeylerin buraya nasıl geldiğini ve nasıl çalıştığını bulmak. Bilim, hakikatın arayışı olmalı, sadece materyalist izahların değil. Tarihteki büyük bilim adamları, mesela Newton ve Einstein, hiçbir zaman bilimin işinin, doğanın kendi kendine yeten açıklamaları bulmak olduğunu düşünmediler. Bu yeni çıkan bir icat, üstelik iyi bir icat da değil. En azından, son elli senenin bilimsel gelişmeleri, tam aksi istikameti işaret ediyorken” Michael J. Behe
- “Dünya ve onun her bir parçası, sadece şansla açıklanamayacak denli karmaşık ve birbiriyle bağlantılı bir halde bulunuyor. Tüm organizmalardaki düzeniyle birlikte hayatın varlığının, fazlasıyla mükemmel olduğuna kâniyim. Yaşamın her bir parçasının faaliyeti, diğer tüm parçaların varlığıyla sıkı sıkıya bağlantılı. Nasıl oluyor da her bir parça ne yapacağını biliyor? Nasıl oluyor da her bir parçanın vazifesi belirlenmiş? İnsan biyokimyada ne kadar derinleşirse, bunların bir düzenleyici prensip olmadan car olamayacaklarına da o kadar inanmaya başlıyor. Bu, inananlar için bir yaratıcının işareti, materyalistler için ise, belirsiz bir gelecekte bilimin çözmesi gereken bir gizem” Allan Sandage [ A Scientist Reflects on Religion Belief]
- “İnsan DNA’sı Encylpedia Britannica’dan daha düzenli bilgi ihtiva eder. Eğer ansiklopedinin tüm metnini, bilgisayar formatında uzayda bulsaydık, çoğu insan buna, dünya dışı bir aklın varlığının ispatı olarak bakacaktı. Fakat bu doğada gözlendiği zaman, tesadüfî güçlerin işleri olarak izah edilir.” George Sim Johnson
- “Bir
proteinin tesadüfen meydana gelebilmesi için ilk olarak, aminoasitler
arasındaki doğru bağlara ihtiyacınız vardır. İkinci olarak,
aminoasitlerin sağ ve sol versiyonları gelir ve yalnızca solak
olanlarına sahip olmamız gerekecektir. Üçüncü olarak, aminoasitlerin bir
cümledeki gibi, belirli bir dizide bağlanması gerekir.
Tüm bunların, kendi başlarına doğru bir şekilde bir araya gelip tesadüfen, oldukça küçük ve fonksiyonel bir proteini yapma olasılıkları, yüz bin trilyon çarpı trilyon çarpı trilyon çarpı trilyon çarpı trilyon çarpı trilyon çarpı trilyon çarpı trilyon çarpı trilyon çarpı trilyonda bir ihtimaldir. Bu, on sayısının ardına 125 tane sıfır koyarsak elde edeceğimiz rakamdır.
Ve bu yalnızca bir protein molekülü olacaktı. Minimal düzeyde bir hücre, üç yüz-beş yüz arası proteine ihtiyaç duyar.” Stephen C. Meyer - “Bizim mevcut bilgilerimizle donanmış dürüst bir insanın, hayatın bir anda ortaya çıkışının neredeyse bir mucize olduğunu kabul etmesi lazım geliyor; onun devam etmesi için gerekli onca şart da cabası” Francis Crick, Life Itself, 88
- “Şu an bilimi yeniden tanımlama zamanıdır. Biz yalnızca en iyi naturalistik izahın değil, aksine en iyi izahın peşinde olmalıyız” Stephen C. Meyer
- “Aşağı yukarı 1300 gram ola beyinde, on milyar civarında sinir hücresi vardır ve bu hücrelerin her biri, bir katrilyon bağlantıyı meydana getirmek için yeteri kadar fiber gönderir. Bu ise bir milyon mil karelik alanı kaplayan, kesif bir ormandaki yaprakların sayısına eşittir.” Michale Denton, Evolution: A Theory in Crisis, 330
- “Bir tutam atomun niye düşünce kabiliyeti olsun ki? Niye ben, şu yazıyı yazarken bile ne yaptığım üzerinde düşünebiliyorum; ya da niye siz, yazdıklarımı okurken, ileri sürdüğüm fikirler hakkında, benimle aynı fikirleri paylaşarak ya da onları reddederek, hoşnutlukla veya canınız sıkılarak, bana karşı çıkmaya hazırlanarak veya fikirlerimin buna bile değmeyeceğini düşünerek kafa yorabiliyorsunuz ki? Kimsenin, hele de bir Darwinistin, bu sorulara bir cevabı yoktur. Mesele şu ki, bu sorulara bilimsel bir cevap verilemez.” Michael Ruse
- “Dilediğiniz sayıda bilgisayarı birbirine bağlayabilirsiniz ama sonuçta gene de şuur sahibi olmayacaklardır, çünkü ne olursa olsun tek yaptıkları sembolleri ardı ardına dizmekten ibaret olacaktır. –Durduk yere şuur sahibi olamayacaklardır- ” [“Do Brains Make Minds?” içinde Closer to Truth, Ekim 2000]
- Artık birçok bilim adamı ve filozof, fizik ve kimya kanunlarının insanların sahip olduğu şuur tecrübesini izah edemediği sonucuna ulaşmaktadırlar. Onlar artık, fizik âlemde sahip olduğumuz beynin yanında “ruh”, “akıl” ya da “kişilik” denen metafizik bir gerçekliğin de şuurumuzda pay sahibi olduğunu düşünmektedirler.
- Seçkin bir nörofizyolojist ve Nobel ödülü sahibi olan John C. Eccles’ın yargısı şu şekildedir: “Benzersiz şuur sahibi zihin veya benzersiz benliğimin ya da ruhumun, doğaüstü aslı diyebileceğimiz bir şeyin varlığına inanmak zorunda kaldım.” [The Self and Its Brain]
- -Şuur konusunda- Buna dair tamamen maddi bir cevap bulmaya kendini adamış bilim adamları –özellikle “maddeciler”- beynin şuuru nasıl doğurmuş olabileceğine dair henüz hiçbir açıklamaları olmadığını samimiyetle ifade ediyorlar.
- “Maddeciler doğruysa, özgür iradeye güle güle. Onların bakışında, biz tabiat kanunlarına ve programımıza göre hareket eden çok karmaşık bilgisayarlardan ibaretiz. Ama hatalı oldukları gün gibi ortada. Bizim özgür irademiz var. Hepimiz kendi içimizde bunu biliyoruz. Biz, yalnızca maddi bir beyinden ibaret değiliz.” J.P. Moreland
- “Beyninin yüzde elli üçü alınmış bir epilepsi hastası ameliyattan çıktığında kimse onun için, ‘Burada bir kişinin yüzde kırk yedisi var’ dememişti. Çünkü bir kişi parçalara bölünemez. Sen ya bir kişisindir, ya da değilsindir. Ama beynin ya da bedenin parçalanabilir. Bu da demektir ki ben bedenimle aynı şey değilim.” J.P. Moreland
- “Genel olarak, bilgisayarlar zekâyı taklit edebilir, ama hiçbir zaman şuur sahibi olamaz. Davranışı; canlı, hareketli ve bilinçli olmakla karıştırmamalıyız. İleride çok yüksek zekâlı bir bilgisayar, şuur sahibi olduğunu söyleyecek, hatta şuurluymuş gibi davranacak şekilde programlanabilir. Ama hiçbir zaman gerçekten şuurlu olamaz, çünkü şuur beyinden bağımsız, tamamen gayr-ı maddi bir mevcuttur.” J.P. Moreland
- “Yalnızca madde, nasıl şuurun kaynağı olabilir? Evrim, biyolojik doku suyunu, nasıl şuur şurubuna dönüştürdü? Şuur, kâinatta Büyük Patlama’nın sonuçları arasında öngörülememiş, kökten bir yenilik gibi duruyor. Öyleyse, şuur varlığa nasıl ve ne zaman dâhil oldu?” Colin McGinn
- “Kâinatın bünyesinde barındırdığı sayısız bilinmezlik onun yaratıcısına olan inancımızı bir kat daha artırmaktadır. Bir bilim adamının kâinatın var oluşunun ardında yatan mükemmel zekâyı inkâr etmesi, en az bir teologun bilimsel gelişmelere sırtını çevirmesi kadar mantıksıdır.” Werner von Braun [Cal Thomas “Gone Bananas” World (Eylül 7, 2002)]
- “İnanç, bir insanın sabit değil, açık fikirli olmasını sağlar. İnanç, sadece fiziki dünyaya saplanıp kalan materyalistlerden farklı olarak kişiye manevi gerçekliğin de farkına varma imkânı sağlar.” Sir John Templeton [M.Templeton, The Humble Approach, 115]
- Darwinizm ve Naturalizm savunulduğunda şunlara inanmak zorunda kalınır;
- Yokluktan varlık doğar
- Cansızdan canlı ürer
- Tesadüflerin sonucunda mükemmellik elde edilir
- Kaos bilgi sağlar
- Bilinçsizlikten bilinçlilik doğar
- Akıldan yoksun olandan akıl hâsıl olur
Tüm bunların ışığında denebilir ki Darwinizmi kabul etmenin tek yolu körü körüne ona inanmaktır. - “Başlangıcı olan her şeyin bir nedeni vardır” > “Evrenin bir başlangıcı vardır”
- “Yerçekimi yüz milyon kere milyar çarpı milyar çarpı milyar çarpı milyar çarpı milyarda bir oranında bir hassasiyete göre ayarlanmıştır.” Robin Collins
- “Günümüzde somut veriler bize ısrarla Tanrı teorisini işaret etmektedir. İnsan bilmecesinin en basit ve net çözümü budur” Patrick Glynn
- “Bizler kitapların ve bilgisayarların bir zekânın ürünü olduğunu biliyoruz ve DNA’nın içinde de benzeri bir durumun olması onun da bir zekânın ürünü olduğuna işaret etmektedir.” Stephen C. Meyer
- Yaratıcı, yarattıklarına en az bir görev yüklemiştir: Tasarladığı Dünya’yı keşfetmeleri ve bu keşifler vasıtasıyla onun varlığını idrak etmeleri.
- “Ateizmin iddialarının hiçbiri ispat edilemez. Tanrı olmadığını nereden bileceğiz? Ateizmin kendisi de eldeki mevcut kanıtların ötesine erişmeye çalışan bir inançtan başka bir şey değildir.” Alister McGrath [Glimpsing the Face of God, 22]
- “Bu çok garip görünüyor ama kanaatimce Tanrı’ya giden yolu bilim dinden daha net olarak belirlemektedir.” Paul Davies
- “Hiç kimse bir kuark (maddenin esası olduğu farz edilen ve kısmen elektrik yüklü olan üç çeşit zerreden biri) görmemiştir ve bana göre ileride de bunu başarabilen olmayacaktır. Proton ve nötronların içerisinde birbirlerine öyle büyük bir güçle bağlıdırlar ki hiç kimse onları birbirinden ayıramaz. Peki, öyleyse neden bu görünmez kuarklara inanalım? Çünkü kuarkların varlığını etkileri vasıtasıyla bilmekteyiz. Aynı şey, görünmez olan Tanrı için de geçerlidir. Onun varlığı bizim deneyimlerimizi ve bilgimizi anlamlı kılar: Fiziki dünyanın nimetleri ve düzeni, gerçekliğin çok boyutlu yapısı, neredeyse tüm insanların ortak yönü olan dua ve umut… Bence her iki durumda da sürecin işleyişi aynıdır. Bilimden dine yöneldiğim zaman entelektüel dünyamda bir değişim yaşamak zorunda kalmadım. Gerçeği arama yolunda bilim ve din entelektüel iki kardeşten başka bir şey değildir.” John Polkinghorne [Quark, Chaos and Christianity, 98-100]
Aramızda Kalsın Tanrı Var
-
Evren ardında hiçbir şey olmayan nihai gerçekliğin ta kendisi mi, yoksa ‘ötesinde’ bir hakikat mı saklı? Biz de Richard Feynman gibi: “Tüm bunların anlamı ne?” diye sormalı mıyız? Ya da Bertrand Russell “evren işte burada hepsi bu” derken haklı mıydı?
-
“Başarılı olmak için doğru sorular sorulmalıdır” Aristo
-
Önyargı? Kimse ondan kaçamaz; ne yazar ne de okuyucu. Kainatın ve yaşamın bize sorgulattığı, soru, cevap ve kısmi cevaplardan oluşan bir dünya görüşümüz var ki, bu noktada hepimiz ön yargılıyız. Dünya görüşümüz çok keskin formüle edilmemiş olabilir, hatta onun farkında bile olmayabiliriz, ama o her şeye rağmen yine de oradadır. Dünya görüşümüz elbette ki tecrübe ve derin düşünceyle şekillenir. Hatta kesin bir delil karşısında değişebilir veya en azından değişmelidir.
-
“Bizim bilimimiz Tanrı’nın bilimidir. Bütün bilimsel serüvenin sorumlusu da O’dur… Evrenin bilimsel tanımında var olan dikkat çekici düzen, tutarlılık, güvenilirlik ve harikulade karmaşıklık hepsi Tanrı’nın fiillerindeki düzenin, tutarlılığın, güvenilirliğin ve karmaşıklığın bir yansımasıdır.” Sir John Houghton
-
“Yıllardır Tanrı’ya tüm tabiatın ardındaki büyük tasarımcı olarak inandım… bilim alanında yaptığım tüm çalışmalar o zamandan beri sadece imanımı artırmaya yaradı. Ben Kutsal Kitabı benim temel otorite kaynağım olarak kabul ediyorum” Sir Ghillean Prance [God and Scientists, derleyen Mike Poole.]
-
Galileo’nun sorgulayan zihninin ardındaki motivasyom kaynağı, onun şu kanaatiydi: “Tanrı insana ‘duygu, akıl/idrak ve zekayı bahşetmiştir’ öyleyse onları atıl bırakmamalı, kullanarak bilgi edinmeliyiz.”
-
Johannes Kepler kendi motivasyonunu şöyle izah ediyor: “Dış dünyadaki bütün araştırmaların ana amacı, Tanrı’nın bize matematiksel bir dille vahyetmiş olduğu akli düzeni keşfetmektir. Bu aynı zamanda Tanrı’nın bize yüklediği bir sorumluluktur.”
-
“Bir yaratıcı olmalı. Başta Big Bang dalgası (1992) ve müteakip bilimsel buluşlar açıkça Kutsal Kitap’taki yaratılış bölümünün ilk birkaç ayetiyle örtüşüyor ve sonradan yaratılışa işaret ediyorlar.” Henry F. Schaefer III
-
“‘Her şey nasıl başladı?’; ‘Niçin buradayız?’; ‘Hayatın anlamı ne?’ gibi başlangıca ve sona dair temel bazı sorulara cevap verme yetisine sahip olmaması, bilimin de bir sınırının olduğunu açıkça gösterir.” Sir Peter Medawar
-
“Kuantum teorisinde matematiksel olarak formüle edilen doğa kanunları, artık o noktadan sonra, elementer partiküllerin kendileri ile değil bizim onlar hakkında bilgimizle ilgilidir.” Werner Heisenberg, [The Physicist’s Conception of Nature, London, Hutchinson, 1958, p15]
-
İmmünolog George Klein, ateizmin kesinlikle bilimsel bir dayanağı olmadığını, onun a priori bir inanç olduğunu söyler. Kendisinden bir agnostik gibi bahseden arkadaşının mektubu üzerine şunları yazmıştır: “Ben agnostik değilim, ateistim. Benim tutumum bilimsel değil inanca dayalı bir tutumdur. Bir Yaratıcı olmadığı ve Tanrı’nın yokluğu benim çocukluk imanım ve olgunluk inancımdır, sarsılmaz ve kutsaldır” [The Atheist in the Holy City, MA, MIT Press]
-
Ateist ön kabüllerle yapılan bilim, teist ön kabüllerle yapılan bilimle hemen hemen aynı sonucu verecektir.
-
“Her bilim dalı dünyadaki olayların bir yönünü ele alır ve onun nasıl işlediğini gösterir. Böyle bir alanın dışında kalan her şey, bilim kapsamının da dışında kalır. Tanrı, evrenin bir parçası veya (araştırılacak) bir yönü olmadığından, Tanrı hakkında söylenenler, gerçek manada bilime ait ifadeler olamazlar.” Austin Farrar
-
Bilim size, birinin içeceğine sitrikinin koyduğunuzda onun öleceğini söyleyebilir. Fakat bilim, mirasına konmak için büyük annenizin içeceğine sitrikinin koymanın etik olarak doğru olup olmayacağını söyleyemez.
-
MATİLDA TEYZE’NİN KEKİ
Farz edelim ki Matilda Teyzem güzel bir kek pişirmiş olsun ve dünyanın en seçkin bilim adamlarından oluşan bir topluluğa bu keki analiz etmeleri için vermiş olalım. Ben, bu toplantının başkanı olarak, onlardan keki açıklamalarını isteyeyim; onlar da üzerinde çalışsınlar. Gıda bilimciler bize bu kekteki kalori miktarını ve onun besleyici etkisini anlatacaklar; biyokimyacılar kekteki proteinlerin, yağların ve benzerlerinin yapısı hakkında bilgi verecekler; kimyacılar içerdiği elementlerden ve aralarındaki bağlardan bahsedecekler; fizikçiler kekteki temel partikülleri analiz edecekler; matematikçiler de şüphesiz bu partiküllerin davranışını açıklayan zarif formüller önereceklerdir.
Şimdi bu uzmanlardan her birinin kendi disiplinine göre kek hakkında yapmış olduğu eksiksiz açıklamalar neticesinde kekin tamamıyla izah edilmiş olduğunu söyleyebilir miyiz? Bize kekin nasıl yapıldığı ve değişik bileşenleri arasındaki ilişkilerin nasıl olduğu konusunda kesin açıklamalar yapıldı fakat ben bu uzman heyete son bir soru daha sorsam ve desem ki: ‘Kek niçin yapıldı?’ Ne diyebilirler? Oysaki Matilda Teyze’nin yüzündeki tebessüm, cevabı bildiğini göstermektedir; çünkü keki o pişirdi ve bunu bir amaca binaen yaptı. Gerçek şu ki, dünyadaki bütün gıda mühendisleri, biyokimyacılar, kimyacılar, fizikçiler ve matematikçiler bu soruya cevap vermekten acizdirler. Bilim adamlarının kendi disiplinlerinin bu soruya cevap veremeyeceğini ifade etmeleri o disiplini aşağıladıkları anlamına gelmez. Onların disiplinleri kekin yapısı ve doğası hakkındaki sorulara cevap verebilir ki bu ‘nasıl’ sorusunu cevaplamaktır; fakat kekin yapılış amacının ne olduğuna ilişkin ‘niçin’ sorusuna cevap vermez. Aslında, bu soruya cevap vermenin tek yolu, Matilda Teyze’nin bize kekin yapılış sebebini bildirmesidir. Eğer o bize bu sorunun cevabını açıklamazsa bilimsel analizlerin hiçbiri bizi bu konuda bilgilendiremeyecektir.-
Aristo dört sebep olduğunu görmüştü: Maddi sebep (kekin yapılmış olduğu maddeler); biçimsel sebep (kekin materyallerin içinde şekillendiği form); müessir sebep (Aşçı Matilda Teyze’nin pişirme işi); ve gaye sebep (kekin yapılış gayesi). İşte Aristo’nun bu dördüncü sebebi, bilimin kapsamı dışında kalan sebeptir.
-
-
Ford marka bir otomobili ele alalım. Dünyanın ilkel kalmış yerlerinden birinde yaşayan, onu ilk kez gören ve modern mühendislik hakkında hiçbir şey bilmeyen birinin, o aracın motorunun içinde aracı hareket ettiren bir tanrının (Bay Ford’un) olduğuna inanması mümkündür. Hatta aynı adam, motorun içinde bulunan Bay Ford kendisinden hoşnut olursa aracın güzelce gideceğini, Bay Ford onu sevmez ise aracın gitmeyeceğini düşünebilir. Elbette daha sonra mühendislik çalışarak ve aracı parçalarına ayırarak, içinde Bay ford olmadığını da keşfedebilir. Hatta arabanın nasıl çalıştığını açıklamak için, Bay Ford’a ihtiyacı olmadığını anlamak için çok da zeki olmasına gerek bile yoktur. İçten yanmalı motorların genel prensiplerini anlamak aracın nasıl çalıştığını açıklaması için ona yeter. Buraya kadar tamam… Fakat sonradan o kişi, motorun çalışma prensiplerinin anlamanın başlangıçta onu tasarlayan Bay Ford’un varlığına inanmayı gereksiz hale getirdiğine karar verirse, bu çok büyük bir hata olur -felsefi terminolojiyle bir kategori hatası yapmış olur.- Mekanizmayı tasarlayan bir Bay ford olmasaydı, onun anlamaya çalışacağı bir şey de olmayacaktı.
-
Tıpkı bunun gibi evrenin işleyişinin dayandığı genel prensipleri bildiğimiz için, evreni tasarlayan, yapan ve idame ettiren Yaratıcı bir Zat’ın varlığına inanmanın anlamsız ya da gereksiz olduğunu zannetmek de benzer bir kategorik hatadır. Başka bir deyişle, evreni işleten mekanizmalarla onu var eden ya da idame ettiren sebebi birbirine karıştırmamalıyız.
-
Isaac Newton evrensel kütle çekim kanununu keşfettiğinde: “Gezegenlerin hareketlerine dair mekanizmayı keşfettim, bu yüzden o mekanizmayı tasarlayan fail bir Tanrı yoktur.” demedi. Tam aksine, o mekanizmanın nasıl işlediğini anladığı için onu tasarlayan Tanrı’ya olan hayranlığı daha da artmıştı.
-
Richard Dawkins gibi bazı etkili yazarlar, Tanrı’yı bilime alternatif bir izah aracı olarak algılama konusunda ısrar ediyorlar (halbuki bir kanaate teolojik düşüncenin hiçbir yerinde rastlanmaz). Dolayısıyla, Dawkins burada Donkişot gibi yel değirmenlerine saldırmış oluyor (yani, ciddi hiçbir düşünürün zaten inanmadığı garip bir Tanrı anlayışını reddediyor). Böylesi bir saldırı, en kibar şekilde ifade etmek gerekirse, entelektüel gelişmişliğin bir göstergesi olarak kabul edilemez.
-
James Clerk Maxwell Cambridge’deki ünlü Cavendish Fizik Laboratuarı’nın kapısının üzerine şu sözü nakşetmiştir: “Tanrı’nın eserleri mükemmeldir ve o eserlerden hoşnut olanlar tarafından dikkatlice tefekkür edilirler.” [Mezmurlar 111,2]
-
Bir saatin tüm parçalarını tek tek incelemek, entegre olmuş bir bütün olarak saatin nasıl çalıştığını kavramamıza yetmez.
-
“İndirgemeciliğin en başarılı olanarında bile neredeyse her zaman çözümlenememiş bir fazlalık kalır” Karl Popper [Scientific Reduction and the essential Incompleteness of All Science, Studies in the Philosophy of Biology]
-
Bu sayfayı okuduğunuz sayfayı düşünün. Bu sayfa, mürekkeple basılmış bir kağıttan oluşur (veya önünüzdeki bilgisayar ekranında noktalar dizisinden de oluşuyor olabilir). Kağıt ve mürekkebin, fizik ve kimyasının (veya bilgisayar ekranındaki piksellerin) prensip olarak bile, sayfadaki harflerin şekillerinin önemine dair asla bir şey söyleyemeyeceği gayet açıktır; fakat bunun fizik ve kimyanın bu sorunun üstesinden gelebilecek kadar ilerlemiş olup olmamasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu bilim dallarının gelişmesi için 1.000 sene daha beklesek bile, sonuçta hiçbir değişiklik olmayacaktır çünkü o harflerin şekilleri, fizik ve kimyanın yapabileceğinden daha üst seviye ve tamamen yeni bir izah gerektirmektedir. Aslında, tam izah yalnızca dil ve yazarlığın daha üst seviyedeki kavramlarıyla yani bir insanın mesaj iletmesi sayesinde yapılabilir. Kağıt ve mürekkep bu mesajın taşıyıcılarıdır, ama mesaj bunlardan otomatik olarak ortaya çıkmamaktadır. Ayrıca, dile gelindiğinde, benzer şekilde birbirini izleyen seviyeler vardır. Bir dilde bulunan kelimeleri o dilin fonetiğinden çıkaramazsınız veya dil bilgisi kurallarını o dilin kelimelerinden çıkaramazsınız vs…
-
İngiliz teolog ve bilim adamı Arthur Peacocke, “fizik ve kimya, modern makinelerin (DNA, RNA ve protein) bilgiyi nasıl taşıdıklarını gösterseler bile, “bilgi” kavramı ya da mesajın taşınması kavramı hiçbir şekilde fizik ve kimyanın kavramları cinsinden ifade edilemez…” der. [The Experiment of Life, Toronto, Univesity of Toronto Press]
-
“Sevinçleriniz ve dertleriniz, anılarınız, hırslarınız, kişiliğiniz ve iradeniz gerçekte geniş bir sinir hücresi ağının ve onlarla bağlantılı moleküllerin davranışından başka bir şey değildir.” Francis Crick [The Astonishing Hypotesis -The Scientific Search for the Soul]
O zaman, aşk ve korku için ne düşüneceğiz? Onlar da anlamsız birer nöral (sinirsel) davranış biçimi mi? Veya güzellik, doğruluk, dürüstlük, sadakat kavramlarına ne mana vereceğiz? Rembrandt’ın bir resmi, tuval üzerine serpilmiş boya moleküllerinden başka bir şey değil mi yani? -
“Evrenin mahiyeti ve kökeni üzerinde derin düşünen ve bu hususta yazı yazanların nerdeyse tamamı için evren, kendisinden öte, fiziksel olmayan, yüce bir kudret ve akıl sahibi olan bir kaynağa işaret ediyor gibi gözükmektedir. Bilhassa Plato, Aristo, Descartes, Leibniz, Spinoza, Kant, Hegel, Locke ve Berkeley gibi klasik felsefecilerin tamamı, evrenin başlangıcının aşkın bir gerçeğe dayandığını görmüşlerdir. Her biri bu gerçeğe farklı açılardan yaklaşıp farklı fikirlere sahip olsalar da, evrenin kendi kendi kendini açıklayamayacağı ve kendinden öte bir açıklamaya ihtiyaç duyduğu hususunda ortak kanıda oldukları aşikardır.” Keith Ward
-
“Astronomi bizi benzersiz bir olaya, hiçten yaratılan bir evrene yönlendiriyor. Bu öyle bir evren ki hem hayatın oluşabilmesi için tam tamına uygun şartları sağlayacak çok hassas bir dengeye sahip hem de temelinde (‘tabiatüstü’ denebilecek türden) bir plan yatıyor.” Arno Penzias
-
“Evrene bakıp birçok fiziksel ve astronomik olayın bizim faydamıza olacak şekilde birlikte çalıştıklarını anladıkça, evren sanki bizim gelişimizi hep bekliyordu gibi görünüyor.” Freeman Dyson
-
“Bizim bu evrendeki varlığımızın kör talihin bir cilvesi, tarihi bir tesadüf ya da dev kozmik dramada kazara meydana gelen bir şey olduğuna asla inanmam. Bizim evrene gelişimizin çok derin bir anlamı olmalı… buraya gelmemi gerçekten planlanmış.” Paul Davies
-
“Evrenin en anlaşılmaz yöne onun anlaşılabilir olmasıdır” Albert Einstein
-
Bilimsel çalışmalar, inançtan ayrılamaz. Gödel’in İkinci Teoremi bu hususta bir delildir: Matematiğin tutarlılığına inanmadan matematik dahi yapamazsınız.
-
Gerek gezegenlerin Güneş etrafında nasıl döndüğünü açıklamak, gerek tutulmalar ve benzeri bütün astronomik olayları tahmin etmek için kullandığımız (daha doğrusu uzmanların kullandıkları) bu kanuna o kadar alışmışız ki, onun ardında bile saklı bir inanç olduğunu fark etmeyiz. Bugün olanların yarın da olacağına dair inancımızdır söz konusu olan. Bu, Bertrand Russell’ın klasik ‘tümevarımcı hindi’ hikayesinde açıkladığı felsefenin meşhur tümevarım problemidir. Hikayenin kahramanı bir hindidir. Hindi, Noel öncesi düzenli olarak beslendiği için her gün besleneceğine dair akıl yürütür. Fakat hindiyi Noel günü büyük bir felaket beklemektedir çünkü tümevarımın tehlikeleriyle Noel günü bir anda karşılaşacaktır! Paul Davies bu hikayeyi şöyle yorumluyor: “Yaşamımızda Güneş’in her gün doğuyor olması, yarın da doğacağının garantisi olamaz. Güneş’in yarın doğacağından (yani doğada gerçekten güvenilir bir düzen olduğundan) emin olmak tamamen bir inanç meselesidir. Fakat bu inanç, bilimin gelişimi için zorunlu olan bir inançtır.” [The Mind of God]
-
“Fiziksel partiküllerin kesin matematiksel kurallara sürekli bir uyum göstermesi, bu karşılıklı ilişkiyi ancak zorunlu yolla sağlayan kozmik bir matematikçi var ise mümkün olabilir. Fizik kanunlarının varlığı… bu tarz kanunları formüle eden ve fizik alemini o kanunlara boyun eğdiren bir Tanrı’nın olduğuna kuvvetle işaret eder.” Keith Ward
-
“Tanrı kavramını anmadan evrenin başlangıcı hakkında konuşmak çok zor. Benim evrenin kökeni hakkındaki çalışmalarım bilimle din arasındaki sınırda bulunuyor ve ben bu sınırın bilim tarafında durmaya çalışıyorum. Kuvvetle muhtemeldir ki, tanrı bilimsel kanunların tarif ettiği tarzda hareket etmemektedir.” Stephen Hawking, [ABC Televizyonu, 20/20, 1989]
-
“Bilim, ‘akide gibi’ önkabullere dayanması açısından inanca benzer. Bu ön kabuller, evrenin düzeni ve anlaşılabilirliğiyle ilgili olduğu kadar evreni düzenli bir yaratılışın neticesi olarak kabul eden teist evren anlayışının özüyle de uyum içerisindedir. Üstelik öyle görünüyor ki, teistler algılanan düzen nasıl mümkün olabilir sorusunun üzerinden gidip, evrenin varlığına ve tabiatına dair izahlarla birlikte en temel tanımları arayarak bilimsel dürtüyü teşvik ediyorlar.” J.J. Haldane
-
“Evrenimiz, zaman zaman gerçekleşen şeylerden sadece bir tanesidir” E. Tryson
-
Evrenin öylesine var olduğunu söylemek, tıpkı neden elma yere düşer sorusuna, ‘öyle de ondan’, tarzında cevap vermek kadar bilimseldir ancak.
-
Bir röportajında Paul Davies şöyle söyler: “Hayatın ya da evrenin kökenini illa ki tabiatüstü bir şeylerle açıklamaya gerek yok. Ben bu tarz ilahi onarıcı fikirden hiçbir zaman hoşlanmadım. Bütün her şeyi varlığa getirecek derecede zeki bir matematiksel kanunlar kümesine inanmak bana daha ilham verci geliyor.”
Davies gibi bir bilim adamının, varlığın nasıl başladığı sorusuna cevabını, hoşlandığımız ya da hoşlanmadığımız şeyler üzerine bina ediyor olması garip doğrusu. Bu, birinin: “Bahçemin derinliklerinde perilerin yaşadığını düşünmekten hoşlanıyorum” demesinden daha mantıklı değildir. Dahası o, burada görülen aklı (bir şahsiyete değil de) matematiksel kanunlar kümesine atfediyor ve ilham vericiliklerine dayanarak onların akıllı olduklarına inanıyor! Bu hüsnükuruntu değil de nedir? -
Çoğumuzun basit aritmetik kanunları tecrübe ettiği bu dünyada, mesela “1+1=2” kanunu kendi başına hiçbir şeyi varlığa getirmemiştir. Mesela benim banka hesabıma herhangi bir para yatırmamıştır. Bankaya önce 1.000 dolar yatırırsam ve daha sonra buna 1.000 dolar daha koysam, aritmetik kanunları banka hesabımın nasıl 2.000 dolar olduğunu rasyonel olarak açıklayabilecektir. Fakat eğer ben bankaya hiçbir şey yatırmayıp, banka hesabımda para oluşturma işini aritmetiğin kanunlarına bırakırsam, daima parasız kalırım. Katı natüralist dünya görüşünde akıllı matematiksel kanunların kainatı ve hayatı kendi kendine var ettikleri iddiası ancak hayal mahsülü olabilir; üstelik de en kötüsünden. Hatta öyle ki buna bilim-kurgu demek bilimin adını lekelemek olacaktır. Üstüne basa basa tekrarlamakta beis yok, teoriler ya da kanunlar hiçbir şeyi var edemezler.
-
“Böyle bir düzenin kaostan çıkmış olmasına ihtimal vermiyorum. Düzenleyici bir ilke olmak zorunda… Tanrı bana gizemli gelse de varlık mucizesinin -yani neden yokluk değil varlık var sorusunun- mümkün olan tek açıklamasıdır.” Allan Sandage
-
“Bana göre bilimsel açıdan inceleyecek olursak köken meselesi cevapsız kalır. bu yüzden, bir miktar dinsel ya da metafiziksel açıklamalara ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ben Tanrı mefhumuna ve onun varlığına inanıyorum.” Charles Townes
-
Dünyada hayatın var olabilmesi için öncelikle bol miktarda karbon tedarikine ihtiyaç vardır. Karbon ya üç helyum çekirdeğinin birleşiminden oluşturulur ya da helyum ve berilyum çekirdeklerinin birleşiminden. Seçkin bir matematikçi ve astronom olan Sir Fred Hoyle, bunun olabilmesi için, nükleer temel hal enerji seviyelerinin birbiriyle uyumlu bir şekilde hassasça ayarlanmaları gerektiğini keşfetti. Bu fenomene ‘rezonans’ adı verilir. Eğer sapma herhangi bir yönde %1 oranında dahi olsa, evrende hayat devam edemez. Hoyle, daha sonraları, hiçbir şeyin, ateizmin bu buluşu sarstığı kadar sarsmadığını itiraf edecektir. “Fiziğin yanında biyoloji ve kimyayla da uğraşan süper bir akıl” varmış gibi görünen hassas ayarın bu derecesi onu ikna etmeye yeterli oldu ve ona “tabiatta kör kuvvet diye bir şey yok” dedirtti.
-
“Teorik fizikçi Paul Davies; eğer güçlü nükleer kuvvetin, elektromagnetik kuvvete oranında, 10 üzeri 16’da 1 kadar bir farklılık olsaydı hiçbir yıldız oluşamazdı der. Aynı şekilde elektromagnetik kuvvet sabitesinin, çekim kuvvet sabitesine oranı da benzer bir hassas denge içinde olmalıdır. Orandaki 10 üzeri 40’ta 1 artış sadece küçük yıldızların var olmasını sağlarken, aynı oranda bir azalma da sadece büyük yıldızların var olmasına olanak verecekti. evrende büyük ve küçük yıldızlar birlikte bulunmak zorundadır, çünkü büyük olanlar kendi termonükleer fırınlarında element üretirken, sadece küçük olanlar bir gezegende hayatın devam edebilmesi için yeterince uzun süre yanabilirler. Davies’in verdiği misale göre, bu, keskin bir nişancının gözlemlenebilir evrende yirmi milyar ışık yılı uzaklıktan bir bozuk parayı vurması için gereken isabet hassasiyeti demektir.” [God and the New Physics]
-
Eğer Planck süresi içinde (evrenin başlangıcından sadece 10 üzeri eksi 43 saniye sonra) genişleme ve çökme kuvvetlerinin oranında 10 üzeri 55’te 1 kadar küçük bir farklılaşma olsaydı, ya genişleme çok hızlı olacak ve evrende galaksiler oluşmayacaktı, ya da daha yavaş genişleme yüzünden sonunda çok hızlı bir çöküş vuku bulacaktı. [A.H. Guth, ‘Inflationary Universe’, Physics Review D, 23, 1981, s.348]
-
Dünya ile Güneş arasındaki mesafe tam da şimdi olduğu gibi olmalıdır. Daha yakın olursa su buharlaşacağından ve daha uzak olursa çok soğuk olacağından hayat mümkün olamaz. Sadece %2 oranındaki farklılık sonucunda büyüt hayat sona erer. Yüzey çekimi sıcaklıktaki yüzde 1 ila 2’lik değişiklikler, dünyada hayat için gerekli olan -gaz karışımı oranını içeren- atmosferin var olabilmesi için de kritik önem taşır. Gezegenimiz yörüngesinde belli bir hızda gitmelidir: Bu hız daha yavaş olursa gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı çok daha büyük olur, daha hızlı olursa rüzgarın hızı bir felakete dönüşür. Listeyi bu şekilde uzatabiliriz. Hayatın mümkün olabilmesi için var olması gereken benzer hassas ayarlı parametreleri listeleyen astrofizikçi Hugh Ross [The Cosmic Blueprint adlı eserden] kabaca fakat ihtiyatlı bir hesaplamayla evrende bizimki gibi bir gezegenin var olma şansının yaklaşık 10 üzeri 30’da 1 olduğunu bulmuştur.
-
“Küçük vahamız üzerindeki gökyüzüne bakınırken bizler aslında anlamsız bir uçuruma bakmıyoruz; keşfetme kapasitemizle tam uyumlu olan harika bir arenayı seyrediyoruz. Belki de herhangi bir sayı dizisinden çok daha kıymetli eski bir kozmik işarete bakıyoruz; bu öyle bir işaret ki, hayatı netice vermesi ve hayal edebildiğimiz her şeyden ölçülemez derecede daha engin, daha kadim ve daha ihtişamlı bir zekayı gösterdiğinin keşfedilmesi için maharetle hazırlanmış bir evreni nazara veriyor.” [Guillermo Gonzale & Jay W.Richards, The Privileged Planet]
-
Şunu belirtelim, şimdiye kadar kullandığımız argümanların hiçbirisi, ‘bilim açıklayamıyor öyleyse Tanrı var’ tarzı ‘boşlukların tanrısı’ argümanları değildir. Biz bilimin açıklayamaması dolayısıyla değil, aksine bilimsel açıklamalar sayesinde, bu hassas ayarlardan haberdar olduk. Unutmayalım bizim peşimizde olduğumuz cevap, “Bilim neye işaret ediyor?” sorusunun cevabıdır.
-
Antropik ilkenin tam olarak söylediği, hayatın var olması için belli başlı zorunlu şartların gerçekleşmiş olması gerektiğidir.Fakat bu zorunlu şartların niçin oluşturulduğunu veya nasıl oluşturulduğunu ve hayatın nasıl ortaya çıktığını söyleyemez. Dawkins zorunlu şartların (izah için) yeterli olduğunu düşünmekle büyük bir hata yapıyor. Çünkü zorunlu şartlar, hayatın ortaya çıkması için yeterli değildirler. Mesela Oxford’da en iyi dereceyi yapabilmek için öncelikle o üniversiteye girmek gerekir. Fakat her öğrencinin bildiği gibi, o üniversiteye girmek sadece ilk şarttır, derece için tek başına yeterli değildir. Antropik ilke, hayatın menşeini açıklayamaz; ancak böyle bir izaha duyulan ihtiyacı nazara verir.
-
[Çoklu evren hipotezine dair] Occam’ın Usturası prensibine hiç uymayan ve tesbit edilemeyn evrenler içeren bir izah getirmekle artık bilimden çıkıp metafiziğin alanına girilir. Yani bu teorinin içerisinde çok az kanıt ama çok fazla spekülasyon vardır.
-
“Evrenimizdeki düzeni açıklamak için, tek bir Tanrı yerine, trilyon kere trilyon evren olduğunu varsaymak irrasyonelliğin zirvesini gösterir.” Richard Swinburne, ["Is There a God?", Oxford University Press, 1995]
-
“İşte size, Tanrı’nın varlığına ait güncellenmiş ve cilalanmış kozmolojik bir kanıt, Paley’in tasarım argümanı… Evrenin hassas ayarı, tasarıma ait prima facia (aksi kanıtlanmadıkça doğu sayılan) bir kanıttır. Kendi tercihinizi yapın: Sayısız evren gerektiren kör şans mı yoksa sadece bir tane evren gerektiren tasarım mı… Çoğu bilim adamı, eğer görüşünü itiraf edecek olsa, reyini tasarım argümanından yana kullanırdı.” Edward Harrison – Masks of the Universe
-
“Bazı insanlar bir maksada binaen yaratılmış dünya fikrinden rahatsızlık duyarlar. Bu yüzden de maksatla çelişen şeyler bulup, görmedikleri şeylere ait spekülasyonlar üretmeyi tercih ederler.” Arno Penzias [Denis Brian - Genius Talk]
-
Christian de Duve şöyle yazar: “Teori doğru çıksa dahi, bundan Rees ve Weinberg’in çıkarttığı sonuç, beni Fransızca’da ‘balık boğulması’ diye ifade edilen bir halden dolayı etkilemiştir. Balığı boğmak için okyanuslardaki bütün suyu kullansanız da bu, onun varlığını güçlendirmekten başka işe yaramaz. Bir kişi ne kadar çok evren varsayarsa saysın, bizimkinin önemi bu sayının büyüklüğüyle azalmayacaktır… Bana göre en önemli şey, hayatın ve aklın bir şekilde var olması sonucu doğruan düzenlenmiş birliktir.” Dolayısıyla çoklu evren argümanı dahi, yukarıda belirtilen tasarım argümanlarını zayıflatamaz.
-
Çoklu evren teorisinin başka bir versiyonu olan kuantum mekaniğinin çoklu dünya yorumuna göre, mantıksal açıdan olası tüm evrenler vardırlar. Bu teoriyi değerlendiren Notre Dame Üniversitesi’nden filozof Alvin Pantinga, eğer tüm olası evrenle varsa o halde Tanrı’nı var olduğu bir evren de olmak zorundadır der; çünkü onun varlığı da mantıksal olarak mümkündür. Burada kalmayan Plantinga, Tanrı’nın her şeye gücü yeten olduğu için her bir evrende var olması gerektiğini iddia eder, dolayısıyla ona göre sadece bir evren vardır ve o da bu evren olup Tanrı onu Yaratan (Halık) ve Ayakta Tutan’dır (Kayyum’dur).
-
1991’de yayımlanan Royal Institution Christmas Lecturers’da Richard Dawkins şöyle der: “Canlı nesneler… tasarlanmış gibi görünürler; insanda sanki tasarlanmış olduklarına dair çok güçlü bir izlenim uyandırırlar.
-
Bilim keşfettikçe, mucizeler artar. Güvercinin yön bulma, küçük kuğuların göç etme içgüdüsünden, yarasaların yankıya dayalı yer bulma sisteminden, zürafanın beynindeki kan basıncı kontrol merkezinden, ağaçkakanın boynundaki kaslardan kim etkilenmez ve bunlar her gün sınırsız listeden sadece birkaç örnek. Canlılar dünyası, insan aklını aciz bırakan karmaşıklıkta mekanizmalarla doludur.
-
Richard Dawkins biyolojiyi “belirli bir maksatla tasarlanmış olduğu izlenimi veren karmaşık varlıkların incelenmesi” olarak tanımlar. [The Blind Watchmaker] Fakat o ve onun gibi bilim adamları için, her şey bu kadarla sınırlıdır (yani bir tasarım izlenimi, herkesin kabul ettiği tasarıma dair güçlü bir izlenim, fakat gerçek bir tasarım değil). Francis Crick, biyologları, bu izlenimlerini, onun tahminine göre altta yatan gerçeklikle karıştırmamaları yönünde uyarır: “Biyologlar sürekli olarak gördükleri şeylerin tasarlanmadığını, sadece evrildiğini hatırlamalıdırlar.” [‘Lessons from Biology’, Natural History]
Bu tür yargılar bize şu basit soruyu sorduruyor: neden? Eğer ördek gibi görünüyorsa ve ördek gibi yürüyorsa ve ördek gibi ses çıkarıyorsa, neden ona ördek demeyelim? Neden bu bilim adamları aşikar olan çıkarımı yapmaktan uzak durup canlı varlıkların, gerçekten tasarlanmış oldukları için bu denli tasarlanmış gibi göründüklerini söyleyemiyorlar? -
“Bir çalılıktan geçerken, ayağım bir taşa çarptı ve bana, bu taşın nasıl buraya geldiği soruldu diyelim. Muhtemelen vereceğim cevap, aksine bir şeyler bilmeme rağmen taşın ezelden beri orada olduğunu söylemek olurdu ve bu cevabın ne kadar saçma olduğunu ve bu cevabın ne kadar saçma olduğunu göstermek pek de kolay olmazdı. Ama diyelim ki, yerde bir saat buldum ve bu saatin nasıl olup da buraya geldiğini araştırmak gerekiyor… daha önce vermiş olduğum cevap gibi, bildiğim kadarıyla saatin ezelden beri orada olduğunu söyleyemem. Çünkü saati yapan bir usta olmalı: Bir zanaatkar… olmalı… ve bu öyle bir zanaatkar olmalı ki, saati aslında bizim bulabileceğimiz bir gaye için yapmış; onun yapımına vakıf olan ve özelliklerini tasarlayan biri olmalı… Saatteki mekanizmaya ait her bir işaret, tasarıma ait her bir gösterge, tabiattaki olaylarda da vardır. Yalnız bir farkla: Tabiatta olanlar tüm hesaplamaları aşan çok çok üstün bir seviyededir.” William Paley
-
“Nasıl ki bir saatin parçalarını bir araya getirme sürecini kavramak, bu süreç ne kadar otomatik görünürse görünsün, o saatin ustası olmadığı anlamına gelmez ise aynı şekilde evrenin veya canlı sistemlerin çalışma mekanizmalarından bazılarını anlamak bir tasarımcının varlığını mümkün omaktan çıkarmaz.” Sir John Houghton
-
“Darwinizmle ateizm arasında ciddi bir mantıksal boşluk bulunur. Dawkins bu boşluğu aşmak için, kanıttan ziyade retorik kullanmayı tercih etmiş görünüyor.” Alister McGrath
-
Strickberger’in itiraf ettiği gibi evrim teorisinin oluşumunda rol oynayan etkenlerden birisi Tanrı’yı yok etme arzusudur.
-
“Evet, sağduyumuzun da söyleyeceği gibi, Darwin teorisi küçük ölçekte geçerli olabilir ama büyük ölçekte doğru değildir.Tavşanlar biraz farklı olan diğer tavşanlardan geliyorlar, ilkel bir çorba ya da patatesten değil. İlk olarak nerede ortaya çıktıkları hala cevaplanmamış bir soru olarak öylece ortada duruyor, evrensel çaptaki diğer pek çok soru gibi.” Sir Fred Hoyle
-
“Senin sekiz çocuğunun her biri diğerinden tamamen farklı: Birbirine tam olarak benzeyen hiçbir özellikleri yok. Paki, bu nasıl mümkün olabilir? Sen farklı kalıtsal yolla gelen farklı özellikleri taşıyorlar dersin -tamam- fakat zamanda geriye, daha geriye hatta en geriye git ve en sonunda farklılıkların kaynağı olan ilk çifte gel, bu durumda mantıksal olarak senin türüne ait ilk ERKEK ve DİŞİ’nin, senin türlerinin aralarında en az benzerlik olan fertlerinin en uç farklılıklarının hepsini taşıması gerekir ya da bu farklılıkları onlarda doğuştan olan bir kanunun ortaya çıkarması gerekir.”Joseph Hooker
-
Biyokimyager Michael Behe şimdiye kadar 30.000’den fazla E.coli bakteri neslinin üzerinde araştırma yapıldığına ve bunun bir milyon insan yılına eşit bir süre olduğuna ve sonuçta evrimin: çoğunlukla “dejenerasyon” ürettiğine dikkat çeker.
-
“Pek çok türün fosil tarihi bilhassa türlerin kademeli bir şekilde evrimleştiği fikriyle çelişen iki özellik gösterir:
1- Durgunluk (stasis): pek çok tür, yeryüzünde yaşadıkları müddetçe doğrusal bir değişim göstermemişlerdir. İlk ortaya çıktıkları zamanla kayboldukları zamanki fosil kalıntıları hemen hemen aynıdır; biçimsel değişim genelde çok kısıtlı ve yönsüzdür.
2- Aniden ortaya çıkma: Hiçbir bölgede türler atalarının düzenli bir değişim geçirmesiyle tedrici şekilde ortaya çıkmaz; bir kerede ‘tam teşekküllü” olarak belirirler.” Stephen Jay Gould -
Gözlemlenemeyen bir Tasarımcı olduğunu varsaymak gözlemlenemeyen makro evrim adımları olduğunu varsaymaktan daha az bilimsel değildir. Şu gayet açık ve nettir ki ‘boşlukların evrimi’ en az ‘boşlukların tanrısı’ kadar yaygın bir inanç türüdür.
-
“Eğer biri size yeryüzünde hayatın 3,45 milyar yıl önce başladığını bildiğini söylerse ya aptaldır ya da yalancıdır. Bunu kimse bilemez.” Stuart Kauffman
-
“İlk üreyen organizmanın evrimiyle ilgili bir natüralist teori geliştirmek için, işe nereden başlayacağımıza bile karar vermek son derece zor hale geldi.” Anthony Flew
-
Ağırlığı bir gramın trilyonda birinden bile hafif olan en ufak bakteri hücrelerinin bile “cansız dünyada eşi yoktur. İnsan eliyle yapılmış herhangi bir makineden çok daha komplikedir. 100 bin kere milyon atomun bir araya gelmesiyle oluşmuş; mükemmel şekilde dizayn edilmiş binlerce girift moleküler makine içeren gerçek bir mikro minyatür fabrika gibidirler.” Michael Danton - Evolution:A Theory in Crisis
-
“İlkel bir hücrenin nasıl bir yapıya sahip olduğuna dair hiçbir fikrimiz yok. Bildiğimiz en basit canlı sistemi bakteri hücresidir…. ki onun da bütün kimyasal planı diğer hücrelerinkine benzer. Mesela insan hücresiyle aynı genetik koda sahiptir ve aynı dönüşüm mekanizmalarını kullanır. Dolayısıyla üzerinde inceleme yapmak için bulabildiğimiz en basit hücrelerde bile ilkellik namına hiçbir şey yoktur… gerçek anlamda ilkel yapılara özgü en ufak bir ipucu dahi bulunamaz.” Jacques Monod
-
Malumdur ki bir kapanın beş ya da altı parçasından her biri aynı anda mevcut olmalıdır ki kapan çalışsın. Behe’nin de dikkat çektiği gibi “ilk sistemde ard arda gelen çok küçük ve yavaş değişimler sonucu (yani aynı mekanizmayla çalışmaya devam eden işlevi geliştirerek) indirgenemez kompleks bir sistem ortaya çıkmaz. Çünkü indirgenemez kompleks bir sistemin öncülü işe yaramaz, tek bir parçası dahi eksik olan böyle bir sistem, yapısı nedeniyle çalışamaz.” [Intelligent design creationism and its critics, ed. Robert T. Pennock, Cambridge, MA, MIT Press, 2001]
-
“Sadece enerji vererek bir proteinin oluşmasını beklemek, bir tuğla yığını altına kurulmuş dinamiti patlattıktan sonra o tuğlalardan bir ev oluşmasını beklemeye benzer. Tuğlaların yerden kalkması için gereken enerji verilebilir, fakat enerjiyi tuğlalara kontrollü ve düzenli bir yöntemle dağıtmadıkça kaotik bir yığından başka bir şeyin ortaya çıkması ancak çok çok küçük bir ihtimaldir.”Paul Davies
-
Hayat, bildiğimiz gibi yüz binlerce protein gerektirir ve by proteinlerin şans eseri üretilme olasılığı “10 üzeri 40.000’de 1” ihtimalden azdır. Sir Fred Hoyle, verdiği meşhur bir örnekte, hayatın kendiliğinden ortaya çıkma ihtimalini, fırtına esnasında bir hortumun bir hurdalıktan geçmesi neticesinde, Boeing 747 tipi bir uçağın meydana gelmesi ihtimaline benzetir.
-
Robert Shapiro şuna dikkat çekmiştir, ‘proteinler’ DNA’da kodlanmış olan direktifleri takip ederek inşa olsalar bile kimyasal olarak DNA’dan oldukça farklı ve büyük moleküllerdir: “Yukarıda bahsi geçen konu, eski bir bilmeceyi hatırlatıyor: Hangisi önce gelir? Tavuk mu yumurta mı? DNA, protein inşası için gereken formülü içerir. Fakat bu bilgi, proteinlerin yardımı olmadan kopyalanamaz ya da tekrarlanamaz. Hangi büyük molekül önce ortaya çıkmıştır; proteinler mi (tavuk mu) yoksa DNA mı (yumurta mı)?
-
“Canlı ve cansızlar arasındaki boşluğu doldurmaya engel olan en büyük problem hala geçerliliğini koruyor. Bütün canlı hücreler DNA’da depolanmış bilgiyle kontrol ediliyorlar ve bu bilgi RNA’ya aktarılıp ardından proteinlere dönüşüyor. Bu komplike sistemdir (bu sistemi oluşturmak ya da bu sistemin çalışabilmesi için) bu üç molekülün her biri aynı anda diğer ikisine de ihtiyaç duyar. Örneğin DNA bilgi taşır fakat bu bilgiyi kullanamaz veya RNA ve protein olmadan kendini kopyalayamaz.” Kenneth R. Miller & Joseph Levine – Biology: The Living Science
-
“DNA bir bilgisayar programı gibidir, fakat bizim yaratabileceğimiz bir softwareden çok çok ileridedir.” Bill Gates [The Road Ahead, Boulder, Blue Penguin, 1996, s.228]
-
Hayatın kökeni konusunda çeşitli teoriler var; ama bu teorilerin hepsi, temel soruların en başında gelen şu soru larşısında çöküyor: Genetik Kod, çevirisini de yapacak olan bütün mekanizmalarıyla beraber ilk kez ortaya nasıl çıktı?
-
“Biyogenez (hayatın kökeni) problemine eğilirken Darwinizm, sadece hayatın zaten devam ettiği aşamada (hayat varken) yarar sağlar. İlk defa hayatın nasıl başladığını açıklayamaz.” Paul Davies
-
Materyalist bir kişi, tabi süreçlerin her şeyden sorumlu olduklarını söylemek zorundadır çünkü onun kitabında geçerli olan başka bir alternatifi yoktur. ‘Boşlukların evrimi’ ile bir sonuca varmak en az ‘boşlukların tanrısı’ kadar kolaydır. Hatta ‘boşlukların evrimi’ne sığınmanın ‘boşlukların tanrısı’na sığınmaktan daha kolay olduğu da söylenebilir çünkü ilki ikincisinden çok daha az eleştiri alacaktır.
-
“Günümüz biyoloji bilgisinin büyük kısmı ideolojiktir. İdeolojik bir düşüncenin en önemli göstergesi ondan çıkarım yapılamaz ve test edilemez olmasıdır. Ben böyle mantıksal açıdan kör uçlu (ya da çıkmaz) teorilere ‘ters teoriler’ diyorum çünkü gerçek teorilerin tam aksi yönde etki ederler: Düşünmeye sevk etmek yerine düşünmeyi engellerler. Örneğin Darwin’in çok büyük bir teori olarak düşündüğü doğal seleksiyon yoluyla evrim teorisi son zamanlarda işte böyle ters teori gibi işlemeye başladı çünkü can sıkıcı deneysel yetersizlikleri örtmek ve en çok sorgulanması gereken ya da en azından yanlış bile olmayan bulguları meşrulaştırmak için kullanılıyor. Protein, ‘kütle etki yasasına’ karşı mı koyuyor; cevap hazır ‘evrim öyle yaptı’! Komplike karmakarışık kimyasal reaksiyonlar bir tavuğa mıdönüşüyor; cevap gene ‘evrim’! İnsan beyni bilgisayarın taklit edemeyeceği mantıksal prensiplerle mi çalışıyor. Bunun cevabı da ‘evrim’!” Robert Laughlin – A Different Universe: Reinventing Physics from the Bottom Down
-
“Şayet maymun nanosaniyede bir tuşa bassa bile, onun Hamlet’i yazması öyle uzun bir zaman alırdı ki evrenin tahmini yaşı bile onun yanında hiç kalırdı… Oyun yazmanın pratik yolu bu değildir.” Gian-Carlo Rota
-
Russell Grigg, Could Monkeys Type the 23rd Psalm adlı makalesinde bir maymunun her saniye rastgele bir tuşa bastığı takdirde ‘the’ kelimesini yazması için gereken ortalama sürenin 34.72 saat olduğunu gösterir. Bu durumda Zebur’un 23. bölümü gibi uzun bir şey (toplam 603 harften, mısra numaralarından ve boşluklardan oluşan kısa bir İbranice bölüm) yazması da ortalama “10 üzeri 1017” yıl alacaktır. Yapılan son tahminlere göre evrenin yaşı bile “10 üzeri 9’un 4 ile 15 katı” yıl arasında bir yerdedir. Bu sonuç Zebur’un 23. bölümünün kesinlikle kompleks bir nesne olduğunu gösterir; çünkü Dawkins’in tanımına göre, kompleks nesneler “sırf tesadüf eseri oluşma şansı son derece ufak olan, önceden tayin edilmiş bir özelliğe” sahiptir.
-
“Evren ne kadar geniş tahayyül edilirse edilsin hayatın rastgele bir başlangıcı olamaz. Bir maymun ordusu daktilo tuşlarına rastgele vursa da, Shakespeare’in eserini elde edemezler bunun çok basit bir sebebi vardır; o da gözlemlenebilir evrenin tamamı, gereken maymun kalabalığını, daktiloları ve yanlışlarla dolu kağıtları atmak için gereken çöp sepetlerini alabilecek kapasitede değildir. Aynı şey canlılar için de geçerlidir. Hayatın, cansız bir maddeden kendi kendine ortaya çıkma ihtimali, yanında 40.000 sıfır koyduğumuz sayıda 1’dir… Bu, Darwin ve bütün evrim teorisini gömecek kadar büyük bir rakamdır. Ne bu Dünya’da ne de başka bir gezegende ‘ilkel çorba’ mevcut değildi ve eğer hayatın başlangıcı tesadüf değilse, o zaman kasıtlı bir aklın eseri olmalı.” Sir Fred Hoyle & Chandra Wickramasinghe, Evolution From Space, Cosmic Life Force
-
[Richard Dawkins’in bir analojisine dair] Michael Behe o analojinin “belli bir fonksiyonu hedefleyen doğal seleksiyonu örneklemek amacıyla kullanıldığına dikkat çeker. Peki yanlış şifre girildiği bir kilidin ne gibi bir fonksiyonu olabilir? Diskleri bir süre rastgele çevirdikten sonra BDNUEFEQİKCOĞABFNRİROL gibi (her iki harften birinin doğru olduğu) bir dizilişle, harflerin yarısını elde ettik diyelim. Dawkins’in analojisine göre bu, rastgele harf dizisinde bir gelişmedir ve bir şekilde kilidi açmamıza yardım edecektir. Ama gerçekte, eğer üretken başarınız o kilidin açılmasına bağlıysa bu durumda, yarısını doğru bilmekle, hiçbir sonuç elde edemezsiniz. İronik olan ise hem Sober hem de Dawkins’e göre şifreli bir kilit son derece spesifize olmuş indirgenemez kompleksliktedir ve böyle sistemlerin neden tedricen fonksiyonel hale gelemeyeceğini çok güzel bir şekilde gösterir.”
-
“Dawkins’in insanları hayret ve şaşkınlıktan kurtarma stratejisi işe yaramadı, sadece hayretin yönünü değiştirdi. Artık, hedeflenen kompleks bir sonucun kendiliğinden ortaya çıkmasına değil hedeflenen sonucu zaman içinde programlı etkin bir kanunun kendiliğinden var olduğuna hayret edilmeye başlandı.” Keith Ward
-
Allan Sandage 50 yaşında dine dönüşünü şu sözlerle ifade ediyor: “Dünya, her bir sistemi ile ve bu sistemlerin aralarındaki bağlantı ile, sadece tesadüfe hamledilemeyecek kadar komplekstir. Her bir organizmada hayatın varlığının tüm o düzeniyle en güzel şekilde oluşturulduğuna ikna oldum”
-
Antony Flew 50 yıl boyunca ateist olarak yaşadıktan sonra inanmaya başlamasının sebebini, biyologların DNA araştırmalarına bağlar ve şöyle devam eder: “Bu araştırmalar, hayatın ortaya çıkması için gereken düzenlemelerdeki olağanüstü komplekslilik nedeniyle bu işin içinde zekanın olması gerektiğini ispatlamıştır.”
-
Arkeologumuz iki çizikle karşılaştığında onun hemen bir zeka ürünü olduğu sonucuna varabiliyorken; bazı bilim adamlarının 3,5 milyar harflik biri dizinden oluşan insan genomuyla karşılaştıklarında onun sadece şans ve zorunlulukla açıklanabileceğini söylemeleri sizce de şaşırtıcı değil mi?
-
“Bir ateistle inançlı bir kimse arasındaki farklılık, ‘nihai gerçeği sorgulamak mantıklı mı değil mi’ sorusuna verdikleri cevaptan ziyade ‘hangi gerçek nihaidir?” sorusuna verdikleri cevaptan kaynaklanır. Ateistin nihai gerçeği evrendir; teistin nihai gerçeği ise Tanrı’dır.” Austin Farrer
-
“Dünya, her bir sistemi ile ve bu sistemlerin aralarındaki bağlantılar ile, sadece tesadüfe hamledilemeyecek kadar komplekstir. Her bir organizmada hayatın, tüm o düzeniyle en güzel şekilde var olduğuna ikna oldum.” Allan Sandage
-
Helga Thoene, J.S.Bach’ın Violin Partita in D-minor’ünde dikkat çekici bir ikili kod keşfetmiştir. Alfabedeki harflere karşılık gelen sayılardan oluşan muntazam bir taslak bu müziğe uyarlandığında şu sözün ortaya çıktığı bulunmuştur: Ex Deo nascimur, in Christo morimur, per Spiritum Sanctum reviviscimus. Elbette Sonata’dan zevk alabilmek için bu gizli yazıyı bilmek gerekmez (asırlardır insanlar böyle bir mesajın içinde saklı olduğunu bilmeden bu müziği dinlemişlerdi). Fakat sadece müzikoloji kriterleri ile değerlendirilen bu harika müziğin içine tamamen farklı bir mesajı kodlayan Bach’ın dehası da yadsınamaz.
İsteseniz kendinizi tamamen natüralist bir bilimle sınırlayabilirsiniz. Ama o zaman ortaya çıkan mesajı açıklama şansınızın kalmadığını da kabul etmeniz gerekir. Bu durumdaki bir müzikolog, müziğin nasıl bestelendiğini açıklayabilir ama metni (Bach’ın yerleştirdiği mesajı) açıklayamaz ve görmezden gelir. İşte yeni Ateistler aynen bu durumdadırlar. Hayatı, iletişimi ve düşünceleriyle zengin bir kurguya sahip insanda gizlenen ‘metni’ görmezden geliyorlar. -
…Toplantının ardından da Dawkins’in kendisine, evreni LGM (Little Green Man) ile açıklamanın bir Yaratıcı’yı kabul etmekten daha mantıklı olduğunu ifade etmişti. Yani Dawkins’e göre açıklama ne olursa olsun, yeter ki Tanrı olmasın.
-
“Bilimin, etrafımda gördüğüm gerçek dünya ile ilgili çizdiği resmin yetersiz kalışı beni hayrete düşürüyor. Bilim bize gerçekle alakalı pek çok bilgi verip, deneyimlerimizi muhteşem ve tutarlı bir düzene koysa bile bizi çok yakından alakadar eden ve kalbimize dokunan bazı şeyler hakkında delirtici şekilde sessizliğe gömülüyor. Kırmızı ve mavi, acı ve tatlı, fiziksel acı ve fiziksel zevk ile ilgili tek kelime edemiyor; güzel ve çirkin, iyi ve kötü, Tanrı ve sonsuzluk ile ilgili hiçbir şey bilmiyor. Bazen bu lanlardaki sorulara cevap veriyormuş gibi görünse de cevapları genellikle o kadar aptalca oluyor ki cidiye bile alamıyorsunuz.” Erwin Schrödinger [Nature and Greeks, Cambridge University Press]
-
Eğer evrenin ardında bir Akıl var ise ve o Akıl bizim burada olmamızı istediyse sorulması gereken en önemli soru şudur: Neden buradayız? Varlığın amacı nedir? İşte insanın kalbine en çok tesir eden soru… Evrenin bilimsel analizi bize bu cevabı veremez; yani Matilda Teyze’nin keki neden yaptığını, bilimsel analizle değil, ancak bambaşka bir şey ile açıklayabiliriz. Kekin bilimsel izahı belki onun insan için faydalı olduğunu söyleyebilir; hatta onun insanların besin ihtiyacına göre hassas bir şekilde ayarlandığı için onlara özel tasarlanmış bir şey olduğunu da söyleyebilir. Diğer bir deyişle bilim kekin ardında bir amaç olduğu sonucuna dikkat çekebilir; fakat bu amacın tam olarak ne olduğunu söylemekten acizdir. Bunu kekin içinde aramak çok saçma olur. Bize bunu sadece Matilda Teyze’nin kendisi anlatabilir. Gerçek bilim bu noktadaki yetersizliği yüzünden utanmamalı, sadece böyle sorulara cevap verecek yetilere sahip olmadığının bilincine varmalıdır. Bu nedenle, evrenin amacının ne olduğunu ve bizi burada niye bulunduğumuzu bulmak için, sadece evreni oluşturan teme bileşenlere (madde, yapı ve süreçlere) bakmak metodolojik açıdan ciddi bir mantıksal hata olurdu. Nihai cevap ancak, evrenin dışında olmalıdır; tıpkı Matilda Teyze’nin kekle olan ilişkisi gibi evrenle de aynı cinsten ilişkisi olan bir Zat’tan gelmelidir bu cevap.
Evrenin ardında soyut bir kavram ya da kör bir fiziksel güç değil Tanrı vardır. tanrı, Yaratıcı bir Zat’tır. Tıpkı Matilda Teyze kekin bir parçası olmadığı gibi Tanrı da yarattığı evrendeki maddenin bir parçası değildir. -
Bir yaratıcı var ise, evrenin yapısını anlayarak O’nu dolaylı yoldan tanıyabilmemiz dışında, O da bizimle doğrudan konuşmuş mudur? Kendisini anlatmış mıdır? Eğer bir Tanrı var ise ve bizimle konuştuysa bizim hakikat arayışımız için en önemli şey O’nun bize söyledikleri olacaktır.
-
Hepimiz kaçınılmaz biçimde başlangıç noktası olarak kullanacağımız bir varsayım seçmek zorundayız. İnsan zekası sonuç itibariyle varlığını ya aklı olmayan maddeye, ya da bir Yaratıcı’ya borçludur. Bazı insanların ikinci yerine birinci varsayımı tercih etme sebeplerinin zekaları olduğunu ileri olduğunu ileri sürmeleri epey gülünç doğrusu.
Bilim ve Din Arasında Çatışma Var Mıdır?
Teizmin bilimle çatışma halinde olduğu inancı çok yaygındır. Ancak bu inanç çok yersizdir. Zira
Newton’un da tüm hayatı boyunca savunduğu gibi, samimi bir dindar için Tanrı’nın eseri olan doğa ile, Tanrı kökenli olduğuna inandığı inanç arasında bir çelişki olmamalıdır. Hatta Newton’un da açık bir biçimde ifade ettiği gibi doğa, Tanrı’nın ikinci kitabıdır ve bilinçli bir dindarın doğa yasaları ve bilimi görmezden gelmesi mümkün değildir. Tarihte bazıları Tanrı adına bilime savaş açmışlarsa bile, bu onların teistik dünya görüşünü kavrayamamalarından kaynaklanmaktadır. Nitekim başta İslam’ın kutsal kitabı Kuran olmak üzere, tüm kutsal kitaplar doğadaki düzene atıfta bulunmakta, bizi fizik yasalarını incelemeye yönlendirmektedirler. Doğalcılıkta insanın bilim yapması ve bilime güvenmesi için bir motivasyonu olmadığını söylemiştik (Zira Doğalcılık anlayışına göre hayatta hiçbir şeyin de-rin bir anlamı yoktur). Ancak teistik bakış açısında Newton’un da vurguladığı gibi doğa Tanrı’nın ikin-ci kitabıdır ve detaylı bir biçimde “okunup” anlaşılmalıdır. Peki din ile bilimin savaş halinde olduğu görüntüsü nereden çıkmaktadır?
Her şeyden önce Orta Çağ’daki Dünya merkez li Evren modeli ile Güneş merkezli Evren modeli
arasındaki çatışmada Kilise’nin Galileo’yu yargılamasının bu görüntüdeki payı büyüktür. Ancak bu olaydan yola çıkarak teizm ile bilim arasında bir çatışma olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Gü neş merkezli modelin tüm savunucuları dindar kişilerdi, Kopernik de dindar bir papazdı. Güneş mer kezli Evren’i savunmasının arkasında bilimsel nedenlerin yanında dinî nedenler de vardı. O dönemin Dünya merkezli modelinde gezegenler farklı hız-larla ve ilmek olarak bilinen karmaşık yörüngeler de hareket ediyorlardı. Sanılanın aksine yörüngeler dairesel değildi. Kopernik’e göre bu hem İncil ile hem Aristo’yla çelişiyordu. Gezegenlerin hızları sabit, yörüngeleri dairesel olmalıydı, bunu yapmanın tek yolu Güneş’i merkeze almaktı. Kopernik’in bu inancının arkasında dinî ve felsefi nedenler yatıyordu. Kepler, Galileo’dan çok daha önce Güneş merkezli Evren’i savunmuş, hatta gezegenleri eliptik yörüngelere oturtmuştu. Kepler aşırı dindar bir bilim adamıydı, matematiği Evren’e başarıyla uygulayan ilk bilim adamlarındandı ve bu uygulamanın arkasında Tanrı’nın Evren’i matematiksel bir plan-la yarattığı ve insanların bu planı anlayabileceği dü şüncesi vardı. Bilimsel yazıları mistik ve dinî argü-manlarla doluydu.(1) Galileo da aynı şekilde dindar
bir insandı. Nitekim Galileo’nun yargılanmasında dinî otoriteler arasındaki siyasi çatışmalar özellikle Protestanlar ve Katolikler arasındaki çekişme etkili olmuştu. Galileo’nun yargılanması tabi ki hatadır ama olayla ilgili çizilen resim yanlıştır. Galileo’yu suçlayan Kardinal Roberto Bellarmine 12 Nisan 1615’te kaleme aldığı bir mektupta Güneş merkezli sistemi reddetme sebebinin kanıt eksikliği olduğu-nu belirtmektedir. Eğer Güneş’in merkezde olduğu
yönünde güçlü kanıtlar verilirse, İncil’in Dünya’nın merkezde olduğu yönünde yorumlanan pasajları-nı yeniden gözden geçirmeye hazır olduğunu ifade etmektedir.(2)
Ne var ki günümüzde, o dönemlerde Güneş merkezli modelin, Dünya merkezli modeli açıkça saf dışı bıraktığı, din adamlarının buna rağmen kanıtları görmezden geldiği izlenimi hâkimdir.
Hâlbuki bu izlenim gerçeği yansıtmamaktadır. Her şeyden önce Dünya hareket ediyorsa paralaks olarak bilinen yıldız hareketlerinin gözlemlenmesi gerekirdi. Paralaks o dönemlerde gözlemlenmemişti. Yine Dünya hareket ediyorsa, Dünya’daki cisimlerin neden savrulmadığı, neden göğe bırakılan balonun hızla bizden uzaklaşmadığı açıklanamıyordu. O dönemde Newton’un hareket yasaları daha ortada yoktu. Teleskoba güvenilip güvenilemeyeceği de
aynı derecede tartışmalıydı, zira o dönemlerde gelişmiş bir optik teorisi yoktu. Optik teorisi için de
Newton’u beklememiz gerekmekteydi. Dolayısı ile Galileo’nun yaptığını iddia ettiği gözlemler de kuş-kuluydu. O dönemde bir insan rasyonel nedenlere dayanarak Dünya merkezli Evren’i pekâlâ savunabilirdi. Nitekim söylenilenin aksine Dünya’nın merkeze yerleştirilme sebebi tamamen teolojik değildi. Aristo fiziğine göre toprak ile su, Evren’in merkezine doğru gider, hava ve ateş ise Evren’in merke-zinden uzaklaşır. Dolayısı ile bu inanca göre toprak ve su, Evren’in ortasında birleşip Dünya’yı oluştur-muştu, Güneş ise ateş olduğu için merkezden uzaktaydı. Dolayısı ile Dünya’nın neden merkezde olması gerektiği o dönemin fiziği ile açıklanabiliyordu. Diğer taraftan o dönemin fiziğiyle Güneş’in neden merkezde olduğunu açıklamak mümkün değildi. O dönemin fiziğine güvenen birinin, hatta ateist bir bilim adamının bu nedenden dolayı Dünya merkezli bir modeli savunması normaldi. Nitekim Güneş’in neden merkezde olması gerektiğini, Dünya’nın neden merkezde olmadığını açıklayan kişi Newton olacaktı. Galileo’nun modeli zaten kendisinden önce yaşayan Kepler’inki kadar karmaşık da değildi, yörüngeler daireseldi, hız sabitti.
Kepler haklı olarak gezegenleri eliptik yörüngelere yerleştirmiş, gezegenlerin hızlarını doğru olarak ve kesin matematiksel denklemlerle Galileo’dan önce ifade etmişti. Dolayısı ile sanılanın aksine Kilise bilimsel kanıtları görmezden gelip dinî nedenlerden dolayı Güneş merkezli modeli reddetmemişti. Dünya merkezli model bilimsel ve akli olarak savunula bilirdi. Sonuç olarak Galileo’nun yargılanması yanlış olmakla birlikte Galileo’nun teorisini eleştiren
din adamlarının da haklı bilimsel gerekçeleri vardı. Dahası İslam Dünyası’na baktığımız zaman “Galileo vakası”na benzeyen bir olay bulmak mümkün değildir. İslam’ın çıkışıyla, doğuda bilimin yükselişi paralel olmuştur. Yani Galileo vakasındaki hatalı tavır tüm dinlere mal edilemez. Dolayısıyla bu olaya bakarak teistik görüşün bilimle çeliştiğini söylemek yanlış olacaktır.
İkinci çatışma iddiası evrim teorisi çerçevesinde ortaya çıkmaktadır. Evrim teorisinin bazı dindarlar
tarafından reddedildiği doğru olmakla birlikte, insanlara evrim teorisi diye sunulan tezin çoğu zaman
evrim teorisinin doğalcı versiyonu olduğu da bir gerçektir. İnsanın kör süreçler tarafından, tamamen şans eseri oluştuğu iddiası sanki evrim teorisiymiş gibi sunulur. Oysa bu iddia tamamen felsefi bir iddiadır ve bu iddiayı deneysel olarak sınamak mümkün değildir. İnsanın doğal seçilim ve mutasyonlar yoluyla doğal bir çerçevede oluştuğu tezi ise çoğu teistik görüşle çelişmez. Nitekim Darwin’den çok daha önce İslam âlimleri bugünkü evrim teorisine çok benzeyen teoriler ortaya atmışlardır. Bu teoriler 8. ile 15. yüzyıl arasında Câhız, Birûnî, İbn Tu feyl, El Maksidi, El Zencâni, Kınalızâde Ali Efendi gibi çok sayıda dindar İslam âlimi tarafından savunulmuştu. İslam dini, insanın hangi süreçlerle yara-tıldığı konusunda kesin hükümler vermez.(3)
Dolayısıyla İslam teizminin evrim teorisine bir düşmanlığı yoktur ve İslam teizmi deneysel kanıtların götürd-ğü yere gitmeye hazırdır. Nitekim evrim-din çekişmesi diye sunulan şey, yukarıda da belirttiğimiz gibi doğalcılık-din çekişmesidir. Çoğu biyolog, dünya görüşleri olan doğalcılığı evrim teorisine sokmaya ve bu şekilde dine saldırmaya çalışmaktadırlar. Bu durum da evrim teorisi ile din arasında bir çekişme varmış görüntüsü vermektedir. Nitekim başta insan genomu projesi başkanı Francis Collins olmak üzere birçok saygın biyolog evrim teorisine dayatılmaya çalışılan doğalcı yorumu eleştirmekte, evrimle teizmin uyumlu olduğunu savunmaktadırlar.
(4) Sonuç olarak evrim-din çatışması değil, evrimin doğalcı yorumu ile dinin çatışması vardır. Bu, din ile bilim arasında değil, dine rakip bir dünya görüşü olan doğalcılık ile din arasındaki bir çatışmadır. Diğer taraftan, teistik bakış açısı doğalcılığın çözemediği sorunlara çözüm üretmektedir. Evren’in değişmezliği artık sorunlu değildir, çünkü geleneksel teizmin Tanrı’sı fizik yasalarını yaratıp muhafaza etmektedir. Tanrı doğasının değişmez olduğu çeşitli argümanlarla gösterilebilir. Mesela Tanrı, zamanın dışındadır, zira zamanın da yaratıcısıdır ve
zamanın dışında bir varlığın değişiminden bahsetmek mümkün değildir. Çünkü değişimler tanım gereği zaman kavramını içerirler. Tanrı’nın doğasının değişmediği ve O’nun fizik yasalarını muhafaza ettiği görüşü bizi fizik yasalarının değişmezliğine götürmektedir. Fizik yasalarının değişmemesi de, yukarıda da belirttiğimiz gibi tümevarım kullanımını gerekçelendirmeye yetmektedir. İkinci sorun zaten doğalcılıktan vazgeçtiğimiz anda ortadan kalkar.
Matematiğin fizikte kullanımı sorunu da teizm bakış açısında yok olur, zira teistler geleneksel olarak
matematiği Tanrı’nın zihnindeki düşünceler olarak görmektedirler. Dahası kutsal kitaplarda Evren’in matematiksel ölçülerle yaratıldığı iddiası yer almaktadır. Dolayısı ile Evren’i anlamada matematiğin kullanılmasında bir gariplik yoktur. Fizik yasa-larının estetik olması da, onların yaratıcısının Tanrı olduğu görüşüyle uyum içindedir. Bu yüzden fi-zik yasalarında estetik aramak gayet normaldir. Motivasyon sorununun da Newton’un “Tanrı’nın ikin -ci kitabı olarak doğa” doktrini göz önünde bulundurulduğunda kaybolduğunu yukarıda belirtmiştik.
Sonuç olarak bilim ve dinî dünya görüşü arasında hiçbir çekişme bulunmamaktadır. Tam tersine bilim ve din uyumlu bir biçimde çalışmaktadırlar. Diğer taraftan doğalcılık ile bilim arasında ciddi uyuşmazlıklar vardır. Newton, dünya tarihinin en önemli bilim adamı olarak din-bilim uyumunu yakalamayı başarmıştır. Dindar bir insanın bilimde nasıl devrimler yaratabileceğini, dinî motivasyonların ne denli önemli bilimsel teorilere yol açabileceğini göstermiştir. Newton, Descartes’la birlikte, Aydınlanma olarak bilinen akılcı hareketin kurucularındandır. Newton da Descartes da dindar insanlardır. İkisi de Tanrı’sız bir resmin bizi irrasyonellik ya da şüpheciliğe götüreceğini savunmuş, Tanrı’yı dünya görüşlerinin merkezine koymuşlardır. Aydınlanma hareketi ile doğalcılık günümüzde maalesef birbirleriyle karıştırılmaktadır. Din nasıl bilimle
uyumluysa, Aydınlanma ile de aynı şekilde uyumludur. Önemli dinler, başta Kuran’da tarif edilen İslam, akla büyük önem vermektedir. Yukarıda bahsi geçen doğalcılıkla bilim arasındaki gerginliklerin çoğu, Aydınlanma ile doğalcılık arasında da mevcuttur. Zira doğalcılıkta, şans eseri oluşan bir madde yığını olan insan beynine güvenmek için en ufak bir neden bile yoktur. Aydınlanma aynı zamanda evrensel hukuk ve ahlakı oturtmaya çalışan bir dünya grüşüdür. Bunu ise teistik dünya görüşü dışında gerekçelendirmek zordur. Hukuk ve ahlak da doğalcı bakış açısında anlamını yitirmektedir.
1. Kepler’in astronomisinin arkasındaki dinî argümanları in-celemek için bakınız: Peter Barker ve Bernard R. Goldste-in. “Theological Foundations of Kepler’s Astronomy.” Osi-ris 16: Science in Theistic Contexts. University of Chicago
Press, 200
2. Bellarmine’den Foscarini’ye, 12 Nisan 1615, Opere, 12, 171–2; Discoveries and Opinions of Galileo, çeviren
Stillman Drake, Garden City: Doubleday, 1957) s.162–164
3. Bu görüşün teolojik ve felsefi tartışması için bakınız: Caner
Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, (İstanbul: İstan -bul Yayınevi, 2005)
4. Evrimin doğalcı yorumunun eleştirisi ve evrimle dinî görü-şün nasıl uyumlu olacağını bir biyologun kaleminden oku-mak için bakınız Dr. Francis Collins, The Language of God ,
(New York: Simon & Schuster 2007), Bölüm 7 ve 10.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)