Modern fiziğin
makro alemdeki en önemli teorisi izafiyet teorisi, mikro alemdeki
(atom-altı) en önemli teorisi ise kuantum teorisidir. Bu makalede, daha
önceden doğa bilimlerine hakim olan determinist evren görüşünün, ilk
olarak kuantum teorisiyle nasıl sarsıldığı incelenecektir. Ayrıca bu
teorinin ontolojik indeterminist bir evren olduğunu söyleyen yorumunun
Tanrı-evren ilişkisine, mucizeler ve özgür irade sorunlarına getirdiği
yeni bakış açılarını göstermeye ve bu konudaki farklı görüşleri
tartışmaya çalışacağız. Bu makaleyle, kuantum teorisinin Tanrısal
müdahaleyi, mucizelerin ve özgür iradenin varlığını ispat ettiğini
söylemiyoruz; yani doğal teoloji yapmıyoruz. Fakat, modern bilim
açısından, Tanrısal müdahalenin ve mucizelerin gerçekleşmesinin imkansız
olduğunu, çünkü bunun, doğa yasalarının ihlal edilmesi anlamına
geldiğini iddia eden görüşün, yanlışlığını göstermeye çalışıyoruz.
Kısacası doğanın teolojisinin yapılmasının modern bilimin yasaları
çerçevesinde de mümkün olduğunu (bu görüşün bilimsel olarak doğru
olduğunu değil) savunuyoruz. Bunu yaparken ‘mümkün’ü göstermeye
çalışmamızın, ‘olan’ ile ilgili bir iddia taşımadığını özellikle
belirtmek istiyoruz.
Anahtar
Kelimeler: Din felsefesi, bilim felsefesi, fizik, determinizm,
indeterminizm, kuantum, kaos, Tanrı-evren ilişkisi, mucize, özgür irade.
ABSTRACT
While the
theory of relativity is the most important theory of modern physics at
the macro level, the quantum theory is the most important theory at the
micro level (subatomic). In this article, we shall attempt to analyse
how the quantum theory was the first to shake the foundations of the
deterministic interpretation of the universe that had previously
dominated the natural sciences, and how its ‘ontological indeterminist’
interpretation enabled new points of view related to the questions about
divine action, miracles and free will. We will try to present various
approaches concerning this matter. In this article, we do not claim
that the quantum theory proves the existence of divine intervention,
miracles and free will; in other words we are not engaging in natural
theology. What we are trying to do is to demonstrate the error of the
assertion according to which, from the point of view of modern science,
divine intervention and miracles are impossible, since they would be
violations of natural laws. In other words we are claiming that the
formulation of a theology of nature is ‘possible’ within the framework
of the laws of modern science (but not claiming that this view is
scientifically correct). We would like to stress in particular that as
we do this, our attempt to show what the ‘possible’ is, does not
include a claim related to what the ‘actuality’ is.
Key Words:
Philosophy of religion, philosophy of science, physics, determinism,
indeterminism, quantum, chaos, Divine action, miracles, free will.
LAPLACE’IN BELLİ GELECEĞİ GÖREBİLEN CİNİ
Kopernik-Kepler-Galile
ve Newton ile yaşanan süreçte insanlık ilk defa detaylı, sistematik ve
bilimsel bir kozmolojiye sahip oldu. Artık evren, matematiksel yasalarla
tarif ediliyordu ve bu yasalar evrenin tümünde geçerliydi. Aristo’nun,
bin yıldan uzun bir dönemde hüküm süren, evreni Ay-altı ve Ay-üstü alem
diye bölerek, farklı alanlarda farklı yasaları geçerli gören sistemi,
Newton ile tamamen gözden düştü. Evren hakkında bütüncül ve determinist
bir görüş benimsendi. Fizikteki bu görüşün felsefe, teoloji ve diğer tüm
bilimlerde büyük etkisi oldu; filozoflar ve teologlar yaklaşımlarını
fizikteki gelişmelerden etkilenerek şekillendirdi, diğer bilim dalları
ise Newton fiziğini örnek alarak kendilerini düzenlemeye uğraştılar.
Newton
yasalarının evreni tarif etmekteki başarısından etkilenen Laplace,
sistemli bir şekilde bilimsel determinizmi ilk dile getiren kişilerden
biridir.[1]
Laplace’a göre, evrenin bütün parçacıklarının belli bir andaki konum ve
hızlarına dair bütün ayrıntıları bilen üstün bir zeka (Laplace’ın cini:
Laplace’s demon), evrenin geçmişine ve geleceğine dair bütün her şeyi
bilebilir. Evreni, kendi dışından müdahale almayan bir alan olarak kabul
eden natüralist felsefe ile madde dışında hiçbir cevher bulunmadığını
savunan materyalist felsefe ve Laplace’ın determinizmi birleştirilirse;
geleceğin, daha Big Bang’in ilk anında belirlendiği sonucuna giden
materyalist kadercilik görüşü kaçınılmaz olacaktır. Natüralist felsefe,
doğaya dışardan müdahale edilemeyeceğini söyleyerek evrensel
determinizmi Tanrı’ya karşı korur; materyalizm ise ruhun ayrı bir cevher
olamayacağını söyleyerek evren içindeki varlıklara karşı da
determinizmi korur. Descartes, hayvanların, insan ürünü makinelerden çok
daha üstün olsalar da birer otomat olduklarını[2]; yani madde dışında bir cevher taşımayan, determinist yasalara bağlı varlıklar olduklarını savunmuştu. Descartes’tan etkilenen[3],
fakat felsefesini Descartes’ın madde-ruh dualizmine karşı geliştiren La
Mettrie gibi filozoflar ise insan ruhunu da otomatların içine soktular.
Maddeden farklı bir cevherin varlığı (Tanrı veya canlı ruhu),
Laplace’ın cininin tahminini, maddi evrendeki varlıkları ve süreci
(determinizmi) etkilemek suretiyle bozabilir.[4]
Burada asıl
ilginç olan husus, ateist-materyalist Laplaceçı bir ontolojinin,
geleceğe dair tüm olayların en baştan belli olduğuna dair materyalist
bir kaderciliğin içinde olduğudur. Natüralist-determinist evren anlayışı
içinde, evrende takip edilen süreçte alternatif bir yolun
gerçekleşmesinin ontolojik statüsü imkansızlığa eşittir; bu evren
anlayışında, şu anda bu makalenin bu sayfalarını tutarken
parmaklarınızın tam olarak tutuş şeklinin de, şu saniyenin içinde
okumakta olduğunuz cümlenin de, farklı olmuş olması imkansızdır:
Laplace’ın cini, bundan bir milyar yıl önce hesap yapsa hem bu sayfayı
tutuş şeklinizi çizebilirdi, hem bu cümleyi okuyacağınız anı saniyesiyle
size bildirilebilirdi. Sartre gibi filozofların, “insanın kendini inşa
ettiğine”[5]
dair iddiaları, determinist-materyalist ve natüralist bir felsefi
inancın, zaruri mantıki sonucu olan evren tasarımı açısından sadece
yanılgıdır. Böylesi bir evrende, Laplace’ın cininin tüm geleceği
görebilecek olması da bu yanılgıyı gösterir. Teizm içinde de kaderci
görüşler olmuştur, İslam düşüncesindeki Cebriye mezhebi ve
Hıristiyanlık’taki Lutherci görüş bu yöndedir. Fakat teizmin ontolojisi
geniş imkanlar sunmuştur; örneğin, Tanrı’nın özgür olmasına vurgu
yapılarak, dilerse Tanrı’nın kendisi gibi özgür kullar yaratabileceği ve
maddi bir cevher olmayan ruhun bu özgürlük alanı (determinizmden
serbest alan) olduğu söylenmiştir. Ayrıca ruh ayrı bir cevher olmasa da,
maddenin insan beyni şeklinde organize olunca, zuhur eden (emergent)
bir özellik olarak özgür iradeye sahip olunduğu bile söylenebilir.[6]
İslam düşünce tarihindeki Mutezile ve Hıristiyanlık’taki Katoliklik
gibi, insanın özgür iradeye sahip olduğunu savunmaları, teizmin
ontolojisinin sunduğu geniş imkanlardan kaynaklanır: çünkü Tanrı için
her şey mümkündür.[7]
Teizmdeki özgür irade iddiaları, yanlışlanamayan ve doğrulanamayan bir
iddia olarak bilimsel değildir. Fakat tersi gösterilemediği için (insan
zihninin yapısı ve işleyişi hala gizemini korumaktadır; bu da insanın ve
iradesinin, ‘neliğinin’ inceleme konusu olmasını imkansız kılar), bu
iddiayı saçmalığa indirgemek (reductio ad absurdum) de mümkün değildir.
Diğer yandan determinist ve tek cevherin madde olduğunun iddia edildiği
(materyalist bir ontolojinin kabul edildiği) bir evrende, hep belli
sebepler belirli sonuçları belirleyeceğinden, herhangi bir özgür sebebin
(özgür iradenin varlığı özgür sebepler anlamına gelir) varlığına dair
iddia mantıksal açıdan rahatlıkla saçmalığa indirgenebilir.
KANT’TAN SPİNOZA’YA DETERMİNİST EVREN ANLAYIŞININ YOL AÇTIĞI SORUNLAR
Kant,
Laplace’tan önce, Newton’la kemaline ermiş determinist evren anlayışının
insan özgürlüğüne çıkaracağı sorunu görmüştü. Nitekim Kant’ın ünlü
antinomilerinin üçüncüsünde, determinizmin özgürlüğe yer bırakmayacağı
işlenir.[8]
Kant, saf aklın özgürlüğü ispatlayamayacağı kanaatindedir, ama ahlak
teorisinin temelini oluşturacak ‘kategorik buyruk’ için özgürlüğe
muhtaçtır.[9]
Sonuçta özgürlüğün numen aleme ait olduğunu, determinizmin fenomen
aleme ait olduğunu söyleyerek, antinominin kendince çözümünü yapar.
Kant’ın sisteminde numen alemin rasyonel şekilde anlaşılamayacağını göz
önünde bulundurduğumuzda, onun sisteminde özgürlük sorununun rasyonel
çözümünün olmadığını görürüz. Fakat, Kant, pratik aklın saf akla üstün
olduğunu söyler ve Tanrı, ahiret ile beraber insan özgürlüğünü postula
olarak ahlak yasası hatırına kabul eder.[10]
Böylece Kant yıktığı metafiziğin yerine kendi metafiziğini inşa eder.
Burada tespit edilmesi gerekli önemli nokta, Kant’ın tüm sistemini inşa
etmesinde Newtoncu determinizmin ne kadar önemli rol oynadığıdır. O, saf
aklın gerektirdiklerine inanırsa, determinizmi bütün sonuçlarıyla kabul
etmesi gerektiğini zannetmişti. Geleceğin, determinist yasalarla
işleyen bir evren anlayışına göre belli olduğunun farkındaydı, ama o
ahlak teorisini oluşturmak için özgürlüğe gerek duyuyordu; belki de sırf
bu yüzden literatürde “Kant’ın cini” diye bir kavram oluşmadı. Fakat
eğer doğa, birazdan kuantum teorisinin en yaygın yorumunda göreceğimiz
gibi “objektif indeterminist” bir yapıda ise, acaba Kant’ın özgürlüğü
temellendirmek için hem saf aklın otoritesine saldırısı, hem de pratik
aklı bütün felsefi geleneğin tersine saf aklın üzerine çıkarma çabası
boşuna olmuyor mu?
Bilimsel
determinizmin getirdiği tartışmalar özgür irade ile sınırlı değildir.
Determinist bir evrende hiçbir boşluk yoktur, “A” hep “B”yi, “B” hep
“C”yi belirler, “B” gerçekleştiği zaman arkasından ne geleceği bellidir,
aksi bir durum mümkün değildir. Bu tip bir evrende Tanrı’nın evrene
müdahalesinin nasıl gerçekleştiği ile ilgili sorun karşımıza çıkar.
Monoteist üç dinin bilime aykırı olduklarına dair yöneltilen eleştirinin
kaynağı da bu sorundur. Evrenin varlığı, yasalarının muhafazası ve
Tanrı’nın evrensel yasaları araçsal sebep olarak kullanması gibi
Tanrısal müdahalelerin, determinist yasalar ihlal edilmeden de mümkün
olduğu, birçok teist filozof ve teolog tarafından savunulduğu için, en
büyük sorun özellikle monoteist dinlerin Tanrısal müdahalelerin bir
kısmının “mucize” şeklinde gerçekleştiği ile ilgili iddialarında ortaya
çıkar. Teist düşünürler genelde “mucizeleri” doğa yasalarının ihlali
veya askıya alınması olarak anlamışlardır. Buna göre “B”nin “C”yi
gerçekleştirmesi gerekirken “C” gerçekleşmez ve “M” gerçekleşir.
Bilimsel olarak “C”nin “B” etkisinin sonucu olması gerekirken;
bahsettiğimiz teologlar, “M”nin gerçekleştiğini söyledikleri için,
materyalist-ateist kimi düşünürler, dinin bilime aykırılığını
özetlediğimiz bu hususa dayandırmışlardır. Teist dinlere karşı yapılan
bu itiraz sadece ateizmden değil, kimi zaman teolojik kökenli
yaklaşımlardan da gelmiştir. Spinoza, doğa yasalarının, Tanrı’nın
doğasının ve mükemmelliğinin bir sonucu olduğunu, Tanrı’nın bu yasalara
aykırı hareket ettiğini iddia edenlerin, Tanrı’nın kendi doğasına aykırı
hareket ettiğini söylemek gibi bir saçmalığa düşeceklerini söyler.[11]
Spinoza, doğa yasalarının, Tanrı’nın doğasından kaynaklandığını
söylerken Descartes’ın etkisindedir. Fakat, Descartes için, Tanrı ile
evren farklı cevherlerdi ve onun vurgusu, mekanistik bir bilim
anlayışını kurmak içindi; mucizeleri inkar etmek için böylesi bir
yaklaşımı kullanmadı. Oysa Spinoza, monist idi, Tanrısal cevher ile
doğayı özdeşleştirmişti; bu yüzden, Tanrısal doğa ile doğa yasaları
arasındaki geçişi doğrudandı ve mucizeleri doğa yasalarına aykırı
gördüğü gibi, Tanrısal doğaya da aykırı görüyordu. Schleiermacher de,
teolojik sebeplerle, doğa yasalarının ihlali anlamındaki mucize
anlayışının Hıristiyan teolojisinden çıkarılması gerektiğini savundu. O,
nedenselliği mantıki bir zorunluluk olarak kabul etmişti ve evrensel
her olguyu Tanrı’nın eseri olarak görse de, bu olguların doğa yasaları
çerçevesinde, bu yasalar ihlal edilmeksizin gerçekleştiğini savunmuştu.[12]
Görüldüğü gibi
Kant’ın felsefesinden Laplace’ın cinine ve özgür irade sorununa,
Tanrısal müdahalenin doğa yasalarını ihlal etmesine natüralist felsefeye
dayanan bilim anlayışı adına veya Spinoza ile Schleiermacher’inki gibi
teoloji adına itirazlara kadar, felsefe açısından çok önemli birçok
sorun, hep evrende “objektif determinist” yasaların var olduğuna
inançtan kaynaklanan yaklaşım çerçevesinde şekillenmiştir. Bu inanç
Newton fiziğiyle doruğa ulaşmış, Einstein ile daha da pekişmiştir. Fakat
hiç umulmayan gelişme atom-altı dünyada kuantum teorisinden gelmiştir.
KUANTUM TEORİSİ VE İNDETERMİNİZM
Einstein,
Newton’un mutlak uzay ve mutlak zaman kavramında değişiklikler yaptı,
çekim-gücünü daha sofistike bir tarzda açıkladı ve ışığın hızını,
fiziğinde, mutlak değer olarak kullandı. Fakat bu fizik de Newton fiziği
gibi deterministti ve realistti (matematik formüllerde ifade edilen
evrenin, dış alemde, gözlemcilerden bağımsız ve gerçek olarak, bu
matematik formüllere uygun olarak var olduğunu kabul ediyordu).
Atom-altı dünyayı tarif eden kuantum teorisi, Einstein’ın izafiyet
teorisini geliştirdiği dönemde şekillendi; aslında Einstein da atom-altı
dünyanın daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunanlardandı. Ernest
Rutherfold’un, 1911 yılında ortaya koyduğu atom modeli aşağı yukarı
Güneş sistemimizin bir benzeriydi; çoğunluğun zihnindeki atom modeli
hala böyledir: ortada Güneş gibi duran bir çekirdek ve gezegenler gibi
dönen elektronlar. Oysa kuantum teorisinin atom modelinde,
elektronlardan, dönen gezegenler yerine olasılık dalgaları olarak
bahsetmek daha doğrudur; bu teoriye göre atomun resmedilmesi mümkün
değildir. Bugün bilinen şekliyle kuantum teorisi, 1925′te Werner
Heisenberg’in “matriks mekaniği” ve 1926′da Erwin Schrödinger’in “dalga
mekaniği” olarak başlamıştır, birbirlerinden ayrı kuramlar olarak
başlatılan bu çalışmalar daha sonra kapsamlı tek bir kuram şeklinde Paul
Adrien Maurice Dirac tarafından birleştirilmiştir.[13]
Kuantum mekaniğine göre, atom-altı parçacıklar olarak tarif
ettiklerimiz aynı zamanda dalgalardır. Bu birbirine açıkça zıt iki
farklı durumu da destekleyecek deneysel veriler mevcuttur.[14]
Kuantum
durumunu açıklayan Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi’ne göre atom
seviyesinde parçacıkların konum ve hızını aynı anda tam olarak
hesaplamamız imkansızdır.[15]
Bu ilkeye göre, bir parçacığın konumunu ne kadar doğru olarak
belirlersek, hızı o kadar belirsizleşir; parçacığın hızını tamamen doğru
olarak belirlersek ise konumu tamamen belirsizleşir. Kuantum teorisinin
kurucularından Schrödinger, atomu, çekirdek ve elektronlardan oluşan
bir sistem olarak değil de madde dalgalarından oluşan bir sistem olarak
tanımlamıştı. Bohr ise, maddenin parçacık ve dalga görüntülerini, aynı
gerçekliğin birbirlerini tamamlayan iki ayrı biçimi olarak yorumladı
(Tamamlayıcılık Prensibi: Complementarity Principle). Heisenberg,
Schrödinger ve Bohr’un yorumlarının bir sınıra kadar uygulanıp,
çelişkilerden kurtulamadıklarını, ancak belirsizlik bağlantısının
çizdiği sınırlar ile çelişkilerin kaybolacağını iddia eder.[16]
Heisenberg’in yaklaşımı klasik fizik açısından kabul edilemez
niteliktedir. Klasik fizikte bir parçacığın konumunu ve momentumunu
(hızı) bilirsek, daha sonra nerede olacağını rahatlıkla
hesaplayabiliriz; zaten, Laplace’ın cininin geleceği görme kabiliyeti de
böylesi bir hesaplanabilirliğe dayanır. Bohr’a göre, gözlem
yapmadığımız zaman atom bir hayalettir, ancak gözlem yapılınca atom
gerçeklik kazanır. Ayrıca neyi gözlemleyeceğimize de biz karar veririz,
konumuna bakarsak atom yerindedir, hızına bakarsak hızını
hesaplayabiliriz; fakat hem konuma hem hıza bakamayız. Paul Davies,
modern fiziğin en ünlü isimlerinin dile getirdiği bu tabloyla kafası
karmakarışık olanlara ve bu sonucun kabul edilmeyecek kadar paradoksal
olduğunu düşünenlere, üzülmemelerini, çünkü Einstein’ın da kendileriyle
aynı fikirde olduğunu söyler.[17]
Kuantum
kuramında sadece olasılıklar vardır. Olasılıkların fiziğe girişi ilk
olarak entropi yasası ile (19. yüzyılın sonunda) olmuştur; fakat bu
yasada olasılıkların oluş nedeni, katrilyonlarca parçacığın Newton
mekaniğine uygun hareket etseler de, hesaplanmalarının imkansız
oluşundan kaynaklanmaktadır. Yani bizim epistemolojik yetersizliğimizden
dolayı entropi yasası olasılıkçıdır. Oysa kuantum teorisinde,
Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi ile iddia edilen, subjektif
indeterminist (bizim epistemolojik yetersizliğimizden kaynaklanan bir
indeterminizm) bir evren içinde olduğumuz değildir; objektif
indeterminizm evrenin bir gerçeği olarak kabul edilir. Buna göre evren
olasılıklara göre hareket eder. Bu tarz bir durumda, Laplace’ın cini ne
kadar maharetli olursa olsun geleceği göremez, çünkü gelecek belli
değildir; evrenin başlangıcına gitsek ve Big Bang patlamasını yüzde yüz
aynı şekilde gerçekleştirsek, muhtemelen evren bugünkü gibi olmayacaktır
ve biz de burada olmayacağızdır.[18]
Böyle bir evren Newton ve Einstein’ın determinist evreni değildir; eğer
böyle bir evren tablosu doğruysa, determinist bir evren tasarımının
etkisiyle şekillenmiş Kant’ın yaklaşımlarından, Spinoza’nın
itirazlarından, Tanrı-evren ilişkisine, mucize ve özgür irade konularına
kadar felsefe ve teolojiyi ilgilendiren birçok konunun yeni baştan ele
alınması gerekir.
TANRI’NIN EVRENDEKİ ETKİNLİKLERİ
Tanrı-evren
ilişkisi konusu işlenirken, Tanrı’nın evren üzerindeki etkinliği genelde
iki başlık altında incelenmektedir: 1- Genel Tanrısal Etkinlik (General
Divine Action), 2-Özel Tanrısal Etkinlik (Special Divine Action). Bu
ayrımdan Genel Tanrısal Etkinlik, Tanrı’nın başlangıçtaki yaratışını ve
evrenin yasalarıyla beraber muhafazasını ifade etmek için kullanılır.
Özel Tanrısal Etkinlik ise Tanrı’nın belirli bir yer ve zamandaki
etkinliğini ifade için kullanılır, geleneksel anlamdaki mucizeler ve
dini tecrübeler bunun içindedir.[19]
Bize göre Tanrısal etkinliği dörtlü bir kategoriyle incelememiz daha
faydalı olacaktır. Yağmurun yağışı açısından bu dörtlü kategoriye örnek
vererek ne demek istediğimizi açıklamaya çalışacağız:
1-
Tanrı’nın Yaratışı: Tanrı’nın evreni ve yasalarını yoktan yaratması
kastedilir. Buna göre Tanrı, yağmuru oluşturacak atomları oluşturacak
madde ve enerjiyi, ayrıca yağmurun yağmasında önemli rolü olan çekim
gücü gibi kanunları yoktan yaratmıştır.
2-
Tanrı’nın Muhafazası: Tanrı’nın yarattığı madde ve yasaların, zaman
içinde varlığını devam ettirmesi kastedilir. Buna göre Tanrı, evrensel
maddenin ve yasaların varlığını zaman içinde devam ettirdiği için,
evrenin başlangıcından 15 milyar yıl sonra bugün yağmurun yağması
mümkündür.
3-
Tanrı’nın Oluşumları Gerçekleştirmesi: Tanrı’nın muhafaza ettiği evren
ve yasalar çerçevesinde gerçekleştirdiği oluşumlar kastedilir. İlk başta
bu şıkta ifade edilen Tanrısal etkinlik ile ikinci şıktaki Tanrı’nın
muhafazasının aynı olduğu zannedilebilir; oysa belirgin bir fark vardır.
İkinci şıkta kastedilen birçok kişinin zorunluluk (necessity) dediği
şeydir. Bu şıkta kastedilen ise birçok kişinin şans (chance) dediği
şeydir; yani, Tanrı’nın, yarattığı yasalar çerçevesinde mümkün olan
birçok olasılıktan birini gerçekleştirmesidir. Pekala, Tanrı evreni ve
yasalarını bu şekilde yaratabilirdi, ama Güneş’e mevcut mesafede, suyun
ve atmosferin bu şekilde varolduğu bir Dünya var olmayabilirdi. İkinci
şıkta kastedilen, yağmurun evrenin başlangıcından 15 milyar yıl sonra
yağdırılmasının, bunla ilişkili yasaların muhafazası suretiyle mümkün
kılınması iken; bu şıkta kastedilen, 15 milyar yıl sonra o olasılığın
belirli bir yer ve zamanda gerçekleştirilmiş olmasıdır.
4-
Tanrı’nın Mucize Gerçekleştirmesi: Tanrı’nın doğa yasalarını belirli
özel durumlar için askıya alıp, belirli bir yer ve zamanda olağanüstü
olaylar gerçekleştirmesi kastedilebileceği gibi; doğa yasaları
çerçevesinde, olması çok düşük olasılıkları belirli bir yer ve zamanda
gerçekleştirmesi de kastedilebilir. Buna göre, hiç bulutun olmadığı ve
yağmurun yağmadığı bir yerde, Tanrı, sevgili bir kulunun duası gibi bir
sebeple yağmur yağdırabilir.
Böyle dörtlü
bir ayrım yaparak, Tanrı’nın evrendeki etkinliğinin mutlaka dört farklı
biçimde olduğunu iddia etmiyoruz. Fakat, Tanrı’nın evrendeki etkinliği
ile ilgili dile getirilen iddiaları sınıflandırmak açısından bu şekilde
dörtlü bir ayrımın, genelde yapılan ikili ayrımdan daha faydalı
olacağını düşünüyoruz. İkili ayrımdaki Genel Tanrısal Etkinlik ile Özel
Tanrısal Etkinliği birleştirme çabaları olmuştur.[20]
Yaptığımız dörtlü ayrımdaki kimi şıkların da Tanrısal etkinliği tarif
şeklimize göre birleştirilmesi mümkündür. Örneğin Tanrı’nın, gereğinde
evrendeki düşük olasılıkları gerçekleştirerek mucize gerçekleştirdiğini,
fakat hiçbir zaman doğa yasalarını askıya almadığını savunan biri,
üçüncü ve dördüncü maddeyi birleştirebilir. Fakat, hiçbir yaklaşımın,
sıraladığımız dört maddeye yeni bir maddenin eklenmesini
gerektirmeyeceği kanaatindeyiz; bu yüzden bu şekilde dörtlü bir ayrımın
yapılmasını öneriyoruz.
Birinci
maddede belirttiğimiz evrenin yoktan yaratılışı ve ikinci maddede
belirttiğimiz evrenin muhafazasına dair teistik iddialara bu makalede
odaklanmayacağız. Üçüncü maddede belirttiğimiz Tanrı’nın evrensel
oluşumları meydana getirmesini birçok teist, Tanrı’nın gerçek sebep
(birincil sebep: primary cause) olarak, doğa yasalarını ise araçsal
sebep (ikincil sebep: secondary cause) olarak kullanmak suretiyle
gerçekleştirdiğini söyleyerek, doğa yasalarını ihlal etmeyen bir
Tanrısal müdahale anlayışı geliştirmişlerdir. Doğa yasalarının askıya
alınması ile ilgili teistik iddialar, en çok mucizelerin gerçekleşmesi
hususunda gözükür; daha önce değindiğimiz gibi bu konudaki itirazlar,
hem natüralizm adına hem de teolojik yaklaşım adına yapılmıştır. Fakat
genel eğilim, Tanrı’nın doğa yasalarını askıya alması şeklinde
mucizeleri tarif etmeye yönelik olmuştur.
David Hume,
mucizelerin gerçekleşmesine karşı getirdiği ünlü itirazlarını,
mucizelerin doğa yasalarının ihlal edilmesi anlamına geldiğini söyleyen
mucize tarifine dayanarak yapmıştır.[21]
Determinist evrende mucizelerin oluşumu, Tanrısal yasaların (İslami
literatür açısından Sünnetullah da denebilir), doğa yasalarından çok
daha geniş kapsamlı olduğu; bir peygamberin gönderilmesi gibi özel bir
durumda doğa yasalarının askıya alınmasında bu yüzden, Spinoza ve
Schleiermacher’in düşündüğü gibi Tanrı’nın kendi koyduğu yasalarla (veya
kendi doğasıyla) çelişmesi gibi bir durumun söz konusu olamayacağı
şeklinde açıklanabilir. Bu, fabrikada mekanik kanunlar çerçevesinde
çalışan makinelerin, birkaç senede bir, genel çalışmalarından farklı
olarak durdurulup bakıma alınmalarının, bu makinelerin tâbi olduğu
determinist yasalara aykırı olmaması gibi bir durumdur.
Ayrıca
Leibnizci bir tarzda, baştan ayarlanan düzen (pre-established harmony)
ile, determinist evrendeki doğa yasaları ihlal edilmeden de mucizeler
açıklanabilir. Leibnizci böylesi bir yaklaşımı, deizm ile karıştıranlar
olmuştur; biz, bu yaklaşımın tamamen hatalı olduğu kanaatindeyiz.
Deizmin Tanrısı, evreni baştan yaratır ve sonra zaman içindeki
oluşumlardan habersizdir ve evrene karşı umursamaz bir tavırdadır. Oysa
bu yaklaşımda, zamanın içindeki her bir anın yaratıcısı, baştan tüm bu
kareleri tasarlayan Tanrı’dır. Tanrı’nın müdahale etmediği hiçbir an
olmadığı için, bu Tanrı tasavvurunu deizm ile karıştırmak hatalı olur.
15 milyar yıl önceden (Big Bang başlangıcında) her şeyi bilen bir Tanrı
için, 15 milyar yıl önce ile birkaç saniye önce müdahale etmek arasında
fark yoktur. Özellikle Einstein’ın izafiyet teorisi ile zamanın izafi
olduğu ortaya konduktan sonra[22]
15 milyar yıl ile birkaç saniye arasındaki farkın önemi de kalmamıştır.
Tanrı’nın uzaya aşkın olmasına rağmen, uzayın her noktasına
müdahalelerde bulunduğuna inananlar için, zamana aşkın Tanrı’nın,
zamanın en başından, zamanın tüm anlarına müdahalede bulunabileceğini
kabul etmekte bir sorun olmaması gerekir. Örnek olarak üç teist dinde
kabul edilen Hz. Musa’nın denizi yarmasını alırsak, bu bakış açısına
göre Tanrı, evrenin başından planlayarak gelgit olayındaki gibi fizik
yasalarını kullanarak, hiçbir determinist yasayı ihlal etmeden, bu
yasaları araçsal sebep olarak kullanarak, Hz. Musa’nın tam geçeceği anda
denizi yarmıştır. Fakat tüm bu yaklaşımlar, determinist bir evrende,
Tanrısal müdahalenin, yoktan yaratılıştan sonra en sıra dışı şekli
olarak kabul edilen mucizelerin açıklanması içindir. Oysa ilerleyen
sayfalarda göreceğimiz gibi indeterminist bir evren, mucizeler gibi
Tanrısal müdahalelerin açıklanma şekli için yeni olanaklar sunmaktadır.
KUANTUM KURAMININ BELİRSİZLİK İLKESİNE
FARKLI YAKLAŞIMLAR
Entropi
yasasının ve izafiyet teorisinin fiziksel yaklaşımı üzerinde genel bir
ittifakın olduğu söylenebilir. Felsefeciler ve teologlar, bu teoriler
üzerinde, ortak fiziksel kabullere rağmen farklı ve birbiriyle çelişen
yorumlarda bulunmuşlardır. Oysa kuantum teorisinin, fiziksel yaklaşımı
üzerinde de bir ittifak yoktur; bu teorinin fiziği üzerindeki farklı
yaklaşımlardan herhangi birini benimseyenlerin felsefi ve teolojik
yorumları da farklıdır. Bu teorinin, objektif indeterminist bir evrene
işaret ettiğine dair yorumda bulunanların felsefi ve teolojik yorumları
farklı olabildiği gibi, bu görüşe katılmayanlar da kendi içlerinde
farklı felsefi ve teolojik farklı kanaatlere sahiptirler.
Bu teori,
mevcut haliyle ancak olasılıkçı yorumlara izin verir. Birçok atomdan
oluşan radyoaktif bir elementin ne zaman bozulacağını olasılık
hesaplarıyla tahmin edebiliriz, ama belirli tek bir atomun ne zaman
bozulacağını tam olarak söyleyemeyiz. Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi
atom-altı bir parçacığın yerini ne kadar iyi hesaplarsak, hızının o
kadar belirsizleşeceğini; hızını ne kadar iyi hesaplarsak, konumunun o
kadar belirsizleşeceğini söyler. Atom-altı dünyadaki bu
belirsizliklerin, gerçek dünyadaki var olan ontolojik bir belirsizliğe
mi, yoksa bizim epistemolojik durumumuzdan kaynaklanan bir belirsizliğe
mi karşı geldiği konusunda en ünlü fizikçiler dahi kendi aralarında
itilaf etmişlerdir. Farklı görüşleri, Barbour’ın sınıflamasını takip
ederek üçe ayırabiliriz:[23]
1-
Cehaletimizden Kaynaklanan Belirsizlik: Özellikle Newtoncu yaklaşımın
determinist modelini takip edenler, atom-altı dünyadaki
belirsizliklerin, ontolojik gerçekliği yansıtmadığını düşünmüşlerdir.
Planck, Penrose ve Einstein bu görüşün en önemli temsilcileridir.
Einstein’ın ünlü “Tanrı zar atmaz”[24]
sözü, kuantum dünyasında ontolojik belirsizliklerin bulunamayacağını
ifade etmek için söylenmiştir. Einstein, Podolsky ve Rosen atom-altı
dünyaya dair teorilerimizin eksik olduğunu ve bizim bilemediğimiz ‘gizli
değişkenlerin’ (hidden variables) olması gerektiğini söylediler.[25]
Buna göre, cehaletimiz belirsizliklerin sebebidir, kuantum teorisinin
olasılıklarla ifade edilmesi, gerçek dünyaya olasılıkçı yasaların hakim
olmasından kaynaklanmaz, gerçek dünyada determinist yasalar çerçevesinde
olaylar gerçekleşir.
2- Deneysel ve
Kavramsal Sınırlılıklarımızdan Dolayı Belirsizlik: Bahsedilen görüş,
belirsizliklerin aslında olmadığı görüşü için kullanılabileceği gibi,
atom-altı dünyanın bizim için tamamen ulaşılmaz olduğu ve objektif
determinizmin veya indeterminizmin hangisinin gerçekte var olup
olmadığını bilemeyeceğimizin dile getirilmesi için de kullanılabilir. Bu
düşünce ‘kendinde şey’in ulaşılmaz olduğunu söyleyen[26]
Kant’ın modern fizikteki izdüşümü olarak kabul edilebilir. Bu, aynı
zamanda, kuantum teorisi ile, klasik fizikteki gözleyenin rolünün
önemsenmediği epistemolojik yaklaşımın da değiştiğini ifade eder. Bu
görüşü savunanlar, deney aşamasında gözleyen ile gözlenen arasındaki
etkileşimden belirsizliğin çıktığını söylerler. Bir elektronun
gözlemlendiğini düşünün; en azından bir ışık kuantasının bu elektrona
çarpıp gözümüze gelmesi gerekir ki elektronu görebilelim. Bir gezegeni
görmemiz de, ona çarpan ve sonra gözümüze gelen ışık sayesinde olur, ama
makro düzeyde bu etki gezegenin konumunu da hızını da etkilemeyecek
kadar önemsizdir. Ama mikro düzeyde, elektrona çarpan ışık parçacığı
elektronun konum ve hızını etkileyeceğinden gözlemimizin neticesine de
etki eder. Sonuçta atom-altı dünya ile ilgili gözlemler için, gözleyenin
etkisinin de dikkate alındığı bir epistemoloji geliştirmek gerekir.
Fakat kuantum teorisinin belirsizlikleri sadece bu tip gözlemlerle
alakalı değildir; radyoaktif elementlerin bozumunun ne zaman olacağı
gibi belirsiz durumlar vardır ki, bunlar, gözleyenin etkisiyle
açıklanamaz.[27]
Kavramlarımızın
sınırlılıklarından dolayı belirsizlik olduğu iddiası ise adeta Kant’ın,
insan zihninin kendi kategorilerini dış dünyaya dayattığına dair
görüşünün bir tekrarı gibidir. Deneysel durumu seçerek, hangi kavramsal
çerçeveyle (dalga veya parçacık; konum veya hız) elektronun durumunu
değerlendireceğimizi seçeriz. Barbour, bu yaklaşımın agnostik olduğunu;
atom-altı dünyada determinizmin mi, indeterminizmin mi olduğunu
anlayamayacağımız anlamına geldiğini belirtir.[28]
3- Objektif
İndeterminizm Olarak Belirsizlik: Bu yaklaşıma göre, atom-altı dünyaya
dair belirsizliklerin, bizim “gizli değişkenleri” bilemememiz veya
deneysel ve kavramsal yetersizliklerimiz gibi epistemolojik eksiklikler
ve sorunlar ile alakası yoktur; belirsizlikler doğanın bir gerçeği
olarak vardır, doğada epistemolojik indeterminizm veya subjektif
indeterminizm denilebilecek sahte bir indeterminizm değil, gerçek
ontolojik indeterminizm vardır. Bu görüşün en ünlü savunucusu olan
Heisenberg, kuantum kuramına özgü matematik şemanın, klasik mantığın bir
genişlemesi veya tarz değişimi olarak yorumlanması gerektiğini söyler.
Ona göre bu kuram, mantığın en temel ilkelerinden “üçüncü halin
olanaksızlığı” ilkesinin değiştirilmesini gerektirir.[29]
Adı kaos teorisiyle özdeşleşen Prigogine de, metafiziksel ve felsefi
bir tercihe bağlı olmaksızın, fizikte, indeterminizmin kendini kabul
ettirdiğini şöyle ifade eder: “Bergson, Whitehead, Popper tarafından
savunulan indeterminizm, bundan böyle fizikte kendini kabul
ettirmiştir.”[30]
Fakat bizce, Prigogine’in metafiziksel bir tercihten bağımsız olarak
indeterminizmin kendini kabul ettirdiğini söylemesi hatalıdır. Prigogine
kitaplarında “Laplace’ın cininden” olan rahatsızlığını birçok kere dile
getirmektedir. Örneğin Isabelle Stengers ile beraber yazdığı kitabında
şöyle der: “İki yüzyıla yakın bir süredir, Laplace’ın cini hayal
gücümüze musallat oldu; her şeyi anlamsız kılan kabuslar getirdi. Eğer
dünya gerçekten de bir cinin, bir anlık durumdan yola çıkarak geleceğini
ve geçmişini hesaplayabildiği bir dünya olsaydı, bizim
tanımlayabileceğimiz basit sistemleri, bir cinin ancak tanımlayabileceği
daha karmaşık sistemlerden niteliksel olarak ayıran hiçbir şey
olmasaydı, o zaman bu dünya bir yoğun totolojiden ibaret olurdu. İşte
bu, atalarımızdan devraldığımız bilimin bize meydan okuyuşudur, artık
büyüsünden kurtulmamız gereken tılsım da budur.” Sonuçta, Prigogine’in
neden Einstein’ın yaklaşımını değil de Heisenberg’inkini tercih
ettiğinin cevabı, sadece modern fiziğin önüne çıkardığı tablo olamaz;
Einstein aynı tablodan kendi metafizik tercihine uygun seçim yaptığı
gibi, Prigogine de kendi metafizik tercihine uygun olarak, hep yakındığı
Laplace’ın cininden kendini kurtaracak yorumu tercih etmiştir. Burada
durumu ilginç olan bizce Popper’dır. O, fizikte indeterminizme en büyük
desteği veren Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi’ne karşı çıkmış olsa da,[31]
kuantum kuramından bağımsız olarak insan özgürlüğüne tehdit olarak
gördüğü Laplaceçı determinizme karşı indeterminizmi savunmuştur.[32]
Heisenberg ve
onun takipçileri, epistemolojik olarak neyi bilebileceğimizi
betimlerken, bunun ontolojik gerçekliği tarif ettiğine geçiş yaparak,
belirsizliğin cehalet ile deneysel ve kavramsal sınırlılıklarımızdan
kaynaklanmadığını, doğanın gerçek bir durumu olduğunu savunmuşlardır. Bu
durum, Polkinghorne’un “Epistemoloji ontolojiyi şekillendirir”[33]
sözüyle ifade ettiği gibi; neyi bilebileceğimizin veya
bilemeyeceğimizin, neyin gerçekte varolduğunu anlamamızın güvenilir bir
rehberi zannedilmesinin bir neticesidir. Bu stratejiyi Newton da
benimsemişti, onun Heisenberg’den farkı: Newton bildiklerinden yola
çıkarak ontolojik determinist bir evren modellemiş, Heisenberg ise
bilmediklerinden (belirsizliklerden) yola çıkarak ontolojik
indeterminist bir evren öngörmüştür. Determinist evrende alternatiflerin
ontolojik statüsü imkansızlığa eşitken, indeterminist evrende
alternatif olayların oluşmasının ontolojik statüsü mümkündür.
Tanrı-evren ilişkisi açısından ontolojik determinist evren modeli,
birçok felsefi ve teolojik yaklaşımın çıkmasına sebep olduğu gibi,
ontolojik indeterminist evren modeli de felsefi ve teolojik birçok yeni
yaklaşımın hareket noktası olmuştur.
BELİRSİZLİKLERİN BELİRLEYİCİSİ OLARAK TANRI
Ateistlerin
bir kısmı kuantum belirsizliklerini, evrende her türlü belirlenimden
uzak olarak ‘ontolojik şansın’ varlığı için bilimsel bir temel olarak
görmüşlerdir; bu ‘şans’ onları, Laplace cininin yol açacağı materyalist
kaderci anlayıştan koruyacaktır. Bu düşünceye göre, evrenin aynı
başlangıcını oluştursak bile, pekala evrenin bugünü farklı olabilirdi;
en maharetli zeka bile, tüm maddi parçacıkların konumunu ve hızlarını
hesaplasa da geleceği göremez, çünkü gelecek önceden belli değildir. Bu
yaklaşım birçok kişiye, önceden belli geleceği yaşamadıklarına ve özgür
iradeleri gerçekten mevcut olduğuna dair bir optimizm vermiştir. Bu
evren görüşünde “A”, mutlaka “B” yi belirlemez; olasılık kümesinden bir
şıkkı belirler; “B” kadar C veya D de olasıdır. Ateistlere göre şans
olarak gözüken belirsizlikler, bazı teist düşünürlerce ise Tanrı’nın
evrene etki alanları olarak değerlendirilmiştir. Buna göre Tanrı, bu
belirsizlikleri belirleyerek evrensel oluşumları ve mucizeleri
dilediğince gerçekleştirir.
Polkinghorne’un
ifadesine göre, Tanrısal etki, sisteme bilgiyi dahil eder ama bunu
enerji girişi olmadan gerçekleştirir; bu yüzden bu etki, fiziksel bir
sebep gibi tespit edilemez.[34]
Böylesi bir Tanrı müdahalesi tarifi, termodinamiğin birinci yasası olan
“madde ve enerjinin korunumu” yasası ihlal edilmeden Tanrısal etkinin
oluşabildiğini savunur. Kuantum belirsizliklerini Tanrı’nın etkinlik
alanı olarak yorumlayanlar, yeni tarzda bir doğal teoloji
yapmamaktadırlar; çünkü bilimden çıkan sonuçlarla, teizmin yaklaşımının
doğru olduğunu temellendirmeye kalkmamaktadırlar. Daha ziyade Barbour’ın
dediği gibi doğanın teolojisini yapmaktadırlar.[35]
Bu bakış açısı, Tanrısal etkinliğin doğa yasaları ihlal edilmeden nasıl
gerçekleşmiş olabileceğini gösterir; ama modern bilimin Tanrısal
etkinliği ispat ettiğini iddia etmez. Bilimsel yaklaşımın Tanrısal
etkinliği dışladığına dair itiraza, bu yaklaşım, modern bilimin
verileriyle uyumlu bir Tanrısal müdahale anlayışının nasıl olabileceğini
(doğanın teolojisinin) göstermesi açısından çok değerlidir. Üstelik bu
yaklaşım elektron mikroskobundan, lazerden, transistörden, süper
iletkenlere kadar birçok buluşun gerçekleştirilmesini ve atomun
yapısından, elektriğin iletilmesinden, kimyasal bağlara kadar birçok
önemli fenomenin açıklanmasını sağlayan kuantum kuramına[36] dayanılarak gerçekleştirilmektedir.
Kendisinden önceki Karl Heim[37]
gibi bazı düşünürlerin çalışmalarından etkilenmiş olsa da, Tanrısal
etkinliğin kuantum belirsizliklerini belirleyerek gerçekleştiğine dair
iddiaların öncüsü olarak fizik profesörü ve rahip olan William Pollard
gösterilmektedir. Onun görüşüne göre Tanrı, kuantum belirsizliklerinin
hepsini belirleyerek evrene etkide bulunur. Evren yasaları determinist
değil olasılıkçıdır; Tanrı, kuantum belirsizliklerini belirleyerek,
olasılıklar arasında seçim yapar ve evrenin gidişatını yönlendirir.[38]
Buna göre, evrenin içinde indeterminizm vardır, ama Tanrı’yı işin içine
kattığımızda, yine deterministik bir yapı karşımıza çıkar. Bu
gösteriyor ki, Einstein’ın, Tanrı’nın hiçbir şeyi şansa bırakmayacağını
belirtmek için söylediği “Tanrı zar atmaz” sözünü, kuantum kuramının
objektif indeterminist yorumuna karşı kullanması doğru değildir. Kuantum
belirsizliklerini belirleyen bir Tanrı anlayışı, Tanrı’nın nüfuz
edemediği bir şansın olmadığını gösterir; kuantum kuramı,
belirsizliklerin, Tanrı için de geçerli olduğu – öyle düşünenler olsa da
– anlamını taşımaz.
Pollard,
Tanrı’nın belirlemesi ile özgür irade arasında çıkabilecek çatışkının
farkındadır; bu sorunu ise kuantum kuramıyla kurduğu bir analoji ile
çözmeye çalışır. Niels Bohr’un Tamamlayıcılık Prensibi’nin, birbirine
zıt gibi gözüken parçacık ve dalga olmayı, aynı gerçekliğin birbirini
tamamlayan iki ayrı biçimi olarak sunduğunu söylemiştik. Pollard,
Tamamlayıcılık Prensibi’nin fiziksel dünyada zıt gibi gözüken olguların
pekala bir arada bulunabileceğini göstermesinden; Tanrı’nın belirlemesi
(veya önceden bilmesi) ile özgür iradenin, paradoksal gözükmesine rağmen
bir arada bulunabileceklerine geçiş yapar.[39]
Bu yoruma göre, parçacık ve dalga ikilemi sadece görünüşte bir çatışkı
olup, gerçekte var olmadığı gibi; Tanrısal belirleme ve özgür irade
ikilemi de ancak görünüşte bir çatışkı olup, gerçekte var değildir.
Pollard,
kuantum teorisinin teolojik yorumundaki en önemli öncü olmuştur, fakat
bu teorinin teolojik yorumunda herkes onunla aynı kanaatleri
paylaşmamıştır. Örneğin, Arthur Peacocke, kuantum belirsizliklerinin
Tanrı için de belirsiz olduğunu; bu yüzden Tanrı’nın geleceği
bilemeyeceğini, Tanrı’nın yaratılışta riskler aldığını ve kendini
sınırladığını (self-limitation) düşünür.[40] Bu noktada, Peacocke’un, pananteist[41]
olduğunu hatırlamak faydalı olacaktır. Peacocke için Tanrısal doğa ile
evren yasaları arasında bir ilişki vardır, aynı ilişkiyi Spinoza da
kurmuştu, ama o kendi döneminin bilimi gereği evrende olan determinizmi
Tanrısal doğa ile ilişkilendirmişti; Peacocke ise kuantum kuramından da
destek alarak indeterminizmi Tanrısal doğa ile ilişkilendirir. Bu
anlayışta Tanrı, belirsizlikleri belirleyip veya doğa yasalarını ihlal
ederek evrensel oluşumları gerçekleştirmez; çünkü Peacocke bu
yaklaşımların, doğa ile Tanrı arasında ayrıma sebep olacağını ve kötülük
sorunu hakkında kabul edilemez neticelere götüreceğini düşünür.[42]
Sadece evrenin
içinde ontolojik indeterminizmin olduğunu söylemekle, Tanrı için de
geçerli indeterminist bir yapı olduğunu söylemek arasında önemli bir
fark vardır. Pollard gibi düşünenler ontolojik indeterminizmin sadece
evren içinde olduğunu düşünürler. Buna göre Tanrı, indeterminizmdeki
boşlukları belirlediği için aslında hiçbir boşluk yoktur; yani,
Tanrı’nın içinde yer aldığı ontoloji açısından bir indeterminizm söz
konusu değildir. Peacocke gibi düşünenler için ise ontolojik
indeterminizm, Tanrı bile ontolojiye dahil edildiğinde var olacak kadar
geniştir. (Peacocke, sürekli yaratacak kadar etkin bir Tanrı anlayışı
ile geleceği bilmeyen bir Tanrı anlayışını uzlaştırmaya çalışmıştır.)
Thomas Tracy[43] ve Robert Russell[44]
gibi başkaları da, Tanrı’nın sadece bazı kuantum boşluklarını
belirlediğini söyleyerek, evrende ontolojik indeterminizmin varlığını
savunmuşlardır.
KUANTUM BELİRSİZLİKLERİ
ÖZGÜR İRADE SORUNUNU ÇÖZEBİLİR Mİ?
Teizmin her
şeyi bilen ve etkin sıfatlarına uygun bir Tanrı anlayışını sunmak
isteyenler, bütün kuantum belirsizliklerini belirleyen bir Tanrı
anlayışını benimsemişlerdir. Bu arada birbiriyle ilişkili özgür irade ve
kötülük sorunlarını göz ardı etmemişler, Pollard gibi kuantum
teorisindeki Tamamlayıcılık Prensibi ile analoji kurarak, zıt gibi
gözükenlerin bir arada bulunabileceğini söyleyerek ve Nancey Murphy[45]
gibi Tanrı’nın tüm belirsizlikleri insanın özgür iradesini ihlal
etmeden (hem cansız dünyada kuantum seviyesinde, hem zihin gibi üst
seviyelerde etki ederken) belirlediğini söyleyerek tezlerini
savunmuşlardır. Pollard’ın pozisyonunu Malebranch’ın okkasyonalizmine
(occassionalism: ara-nedencilik) benzetebiliriz; kimi sorunları çözerken
okkasyonalizm ile benzer sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Diğer
yandan, bu yaklaşımı özgür irade ve kötülük sorununun çözümü için
yeterli görmeyenler, evrensel indeterminizmi, Tanrı’yı da kapsayacak
şekilde genişleterek Tanrı’nın bütün belirsizlikleri belirlemediğini
savunmuşlardır. Bize göre, bu iki yaklaşımdan birincisini tercih etmek
daha doğru olacaktır. Tanrı’nın – kendi isteği sonucunda bile olsa –
kendisinin bile bilemeyeceği belirsizlikler oluşturduğu fikrinin, teizm
açısından kabul edilemez olduğunu düşünüyoruz. Diğer yandan, Tanrı’nın,
geleceği göremeyeceğini varsaymak veya Tanrı’nın etkinliğini kısıtlayan
modeller önermek, kanaatimizce özgür irade sorununu çözmeye yeterli
değildir. Özgür irade sorununun en az teistler için olduğu kadar
ateistler için de geçerli olduğunu; Laplace’ın cininin geleceği
görebilmesinin, ateistler için varoluşsal bir kabus oluşturduğunu daha
önce gördük. Fizikteki muhalif açıklamalara rağmen, evrensel
indeterminizmin sadece epistemolojik bir durumdan kaynaklanmadığını,
ontolojik indeterminizmin evrenin gerçek yapısını oluşturduğunu kabul
etsek bile, özgür irade ile ilgili sorunun giderilebileceğine dair
Prigogineci optimizmin de şüpheyle karşılanmasının gerektiği
kanaatindeyiz.
Kuantum kuramı
kimi düşünürlerce insan zihnindeki süreçlerle de ilişkilendirilmiştir.
Örneğin Penrose, insan zihnine dair gizemlerin çözümünde kuantum
kuramının gizemlerinin faydalı olabileceği kanaatinde olanlardandır.[46]
Kuantum kuramı, insan zihni ve Tanrısal etkinlik konusunu birleştirmek
için ayrıntılı şekilde yaklaşımlar geliştirenlerin başında George Ellis
gelmektedir. Ellis, insan zihnindeki kuantum belirsizliklerinin
belirlenmesi suretiyle Tanrısal vahyin ve ilhamın, doğa yasaları ihlal
edilmeden gerçekleşmiş olabileceğini göstermeye çalışmaktadır.[47]
Buna göre kuantum boşlukları, Tanrı-insan arasındaki ilişkinin nasıl
kurulmuş olabileceği hususunda fiziksel bir açıklamayı mümkün kılar;
beyin de her madde gibi atomlardan ve atom-altı parçacıklardan
oluşmuştur, kuantum seviyesindeki müdahaleler düşünce ve duygu
oluşumlarına sebebiyet verebilir. Ellis, kuantum kuramının
aşağıdan-yukarı (bottom-up) etkiyi gösteren genel yaklaşımından farklı
olarak, insan zihnine etki aracılığıyla, insan bedeni kullanılarak
yapılacak yukardan-aşağı (top-down) değişiklikleri gündeme
getirmektedir. Ellis, kendi yaklaşımını, özgür irade sorunu ve buna
bağlı olarak ahlak alanı açısından önemli bulmaktadır.[48]
O, determinist kaos ve klasik fiziğin doğada boşluk bırakmayan
determinist yaklaşımlarının, Özel Tanrısal Etkinliğin nasıl
gerçekleştiğinin doğa yasaları çerçevesinde açıklanmasını
sağlayamayacaklarını, bunu açıklayacak tek potansiyele kuantum kuramının
sahip olduğu kanaatindedir.[49]
Ellis, zihin seviyesindeki Tanrısal etkinlik ile insanlarda özgür
iradenin varlığını uzlaştırmaya çalışmıştır. Sonuçta, Ellis’in
yaklaşımı, doğa yasaları ihlal edilmeden Tanrısal etkinliğin zihinsel
seviyede nasıl gerçekleşebileceğine dair bir model sunma çabası olması
açısından değerlidir. Fakat, onun yaklaşımı da, diğer tüm teistik ve
ateistik yaklaşımlar gibi, özgür irade ile ilgili paradoksları
çözebilecek bir yaklaşım değildir.
İndeterminist
bir evrende bile olsa, kendisinden önceki fiziksel koşullarla belirlenen
insanın, özgür iradeye sahip olduğu söylenirken, ne kadar tutarlı
olunabildiğini dikkatlice irdelemek gerekir. Pollard, Murphy ve onlar
gibi düşünenler özgür irade sorununun nasıl çözülebileceğini
gösterememişlerdir; fakat özgür iradenin varlığının, Tanrı’nın evrendeki
belirsizlikleri belirlemesiyle uyumlu olabileceğini söyleyerek, teizmin
klasik Tanrı anlayışı ile daha uyumlu bir anlayışı seslendirmişlerdir.
Diğer yandan özgür irade ve buna bağımlı olarak kötülük sorununu çözmek
için Tanrısal etkinliği sınırlayanların çabası, hem bahsedilen sorunları
çözmeye yeterli değildir; hem de teizmin klasik Tanrı anlayışından
uzaklaşmışlardır. İnsanın özgürlüğüne dair sorun, sadece evrenin,
determinist yapıda olup olmaması ile alakalı değildir; insan zihninin
(veya ruhunun) ‘neliği’ ve bu seviyede determinizmin olup olmadığıyla da
alakalıdır. Mevcut bilim, insanın ‘neliğini’ henüz çözememiştir ve hala
insanın maddi cevher dışında bir cevher (ruh) taşıdığı
savunulabilmektedir; bu düşünce doğruysa, nüfuz edilemeyecek madde-dışı
cevher yüzünden, insanın ‘neliği’ sorunu hiç çözülemeyecek demektir.
Diğer yandan insanın sadece maddi cevherden oluştuğunu savunanlar da,
beynin hala gizemini koruduğunu kabul etmektedirler ki – bu yaklaşımda
beynin gizemini çözmek için gelecekte ümit kapısı var gibi gözükse de –
bu da insanın ‘neliğinin’ hala çözülememiş olduğunu gösterir. Ayrıca
insanı önceden belirleyen fiziksel koşullara rağmen (indeterminist
koşullar olsa bile), özgür iradenin mümkün olup olmadığı ile ilgili
sorunu ve felsefi olarak herkesin üzerinde uzlaştığı tek bir özgür irade
tanımının olmadığını da hatırlamakta fayda vardır. Özgür iradeyi
temellendirmek ve buna bağımlı olarak kötülülük sorununu çözmek için,
Tanrısal etkinliği ve bilgiyi sınırlayan bir model tasarlayanlar, hem
çözmek istedikleri sorunları çözememişler, hem de teizmin her şeyi bilen
ve etkin Tanrı anlayışından – çözemedikleri bir sorun uğruna –
uzaklaşmışlardır. Özgür irade sorunu ne teizm, ne de ateizm için
çözülebilmiş bir sorun değildir. Bizce bu sorun çözülemez; çünkü salt
doğa bilimlerine bağlı bir çözülememezlikten değil, teizm için Tanrısal
irade ile insan iradesi arasındaki sınırı çizmek ve bunu yaparken
insanın sorumluluğunu da göz önünde bulundurmak gibi bir güçlükten;
ateizm için ise kendinden bağımsız fiziki şartların belirlediği maddi
bir varlığın, bu fiziksel belirlemeye rağmen ne kadar ve ne şekilde
özgürlüğünden bahsedilebileceği sorunu gibi çözülmesi imkansız gözüken
paradokslardan kaynaklanmaktadır. Bize göre, hem teizm hem ateizm adına
özgür irade sorununu ve bununla bağlantılı olarak ahlak meselesini
çözmek için yapılan hiçbir izah, bütün paradoksları çözmeyi ve tüm
itirazları cevaplamayı başaracak güçte olamamıştır ve de olamaz. Kuantum
kuramının, özgür irade ile ilgili sorunları, yeni bir evren modelinde
düşünmemizi mümkün kılmasını önemli bulsak da, bu kurama dayanarak
özgürlük meselesinin çözülmesinin mümkün olmadığını düşünüyoruz. Bunun
yanında, bu teorinin en çok kabul gören yorumunun – ontolojik
indeterminizm – Tanrısal etkinliğin doğa yasaları ihlal edilmeden de
gerçekleşebileceğini gösterebildiği kanaatindeyiz.
AŞAĞIDAN YUKARI MÜDAHALE İLE MUCİZELER
Kuantum
kuramıyla Tanrısal etkinliği birleştiren yaklaşımın, aşağıdan-yukarı
(bottom-up) bir müdahaleyi savunmasıyla dünya içindeki büyük değişimleri
(mucizeler gibi) açıklayıp açıklayamayacağı sorulabilir. Her şeyden
önce bütün evrensel hammaddenin atomlardan ve atom-altı parçacıklardan
oluştuğunu, atom-altı seviyede yapılan müdahalelerin evrenin tümüne
yayılan bir müdahale olduğunu hatırlatalım. Ayrıca, kaos teorisi ile
ilgili çalışmalarda da gösterildiği gibi, evrenin bir yerindeki çok
küçük sayılabilecek bir değişim bile evrenin başka yerinde çok büyük
değişimlere sebebiyet verebilir. Kelebek Etkisi (Butterfly Effect)
ismiyle meşhur olan bu yaklaşıma göre, Şam’da kanatlarını çırpan bir
kelebek İstanbul’da bir kasırgaya sebebiyet verebilir.[50]
Sonuçta Tanrısal müdahale ile Tanrı’nın tüm evreni kuşatan bilgisi
birleştirilirse, bir kelebeğin yönünü değiştirecek kadar bir müdahale
ile – kelebeğin zihninde kuantum seviyesinde yapılacak müdahalelerle bir
yönlendirme veya kuantum seviyesinde müdahalelerle bir hava akımı
oluşturup kelebeğin yönü değiştirilerek – kutsal kitaplarda bahsedilen,
bazı kavimlerin yok edilmesine sebebiyet verecek nitelikte bir
kasırganın nasıl oluşturulduğu izah edilebilir. Kelebek Etkisi ile ifade
edilen etki ‘başlangıç durumundaki şartlara hassas bağımlılık’ olarak
da dile getirilir. Fizikte bunun önemi anlaşılmadan önce, halk arasında
böylesi bir etkinin varlığı sağduyu ve basit gözlemlerle fark edilmişti.
Halk arasındaki şu söz de bunu ifade etmektedir:
Bir mıh bir nal kurtarır;
Bir nal bir at kurtarır;
Bir at bir er kurtarır;
Bir er bir cenk kurtarır;
Bir cenk bir vatan kurtarır![51]
Kaos
teorisinde Kelebek Etkisi determinist yasalar çerçevesinde ele alınır.
Kaos teorisi ile kuantum teorisi bir arada ele alınırsa,[52]
büyük sonuçlar verecek ufak değişimler, Tanrı’nın belirsizlikleri
belirlemesiyle açıklanmaya (indeterminizm sürece dahil edilmeye)
çalışılabilir. Bizim açımızdan önemli nokta, aşağıdan-yukarı bir etki
tarzının ne kadar önemli sonuçlar verebileceğini göstermektir. Maddenin
küçük parçacıkları, etraflarındaki küçük parçacıklarla ve ortamla,
çarpışma şeklindeki ilişkilerinde, bize göre kısa bir süre olan birkaç
saat içinde katrilyonlarca ilişkiye girerler. Kuantum kuramının
gösterdiği gibi evrensel yasalar özlerinde olasılıksal bir yapıya
sahipse, katrilyonlarca sayıdaki etkileşim esnasında olasılıklara
müdahaleyle çok büyük bir fark oluşturulabilir. Dünyanın etrafında uçan
ve aynı yere gelen bir roketi düşünelim; eğer bu roketin yörüngesi
derecenin trilyonda biri kadar sapış gösterirse ilk turda önemli bir
fark olmaz, ancak trilyon tur sonra bir derece fark oluşur, 90 trilyon
defada eski yörünge tam dikine kesilecek kadar, 180 trilyon defada tam
ters yönde aynı yörüngeyi takip edecek fark oluşur. Olasılıklara
bilinçli müdahale ile yapılacak küçük değişiklikler, çok yüksek sayıda
tekrarlandığında ve bilinç ile bir amaca göre olasılıklar seçildiğinde
çok büyük değişiklikler ve umulmadık sonuçlar oluşabilir.
Olasılıkçı
yasalar, fiziğe ilk olarak 19. yüzyılın sonunda entropi kuramıyla
girmiştir. Entropi yasası, evrenin en temel yasaları olarak kabul edilen
termodinamik yasaların ikincisidir ve evrendeki düzensizliğin sürekli
arttığını söyler. Entropi yasasının fiziksel yorumu üzerinde, kuantum
kuramında olduğu gibi ciddi farklar yoktur; bu yasanın determinizm ile
uyumlu olmasına rağmen olasılıkçı yapısında geniş bir konsensüs vardır.
Hava molekülleri gibi moleküllerin dağılımında entropi yasası kendini
gösterir. Katrilyonlarca molekülün çarpışması gibi faktörlerden dolayı
tek bir hava molekülünün birkaç saat sonra odanın tam neresinde
olacağını hesaplayamayız; ama, olasılık hesaplarına dayanarak havasız
kalmayacağımıza güvenebiliriz. George Gamow, bir odadaki hava
moleküllerinin odanın bir yarısında toplanıp, diğer yarısında olmamaları
için 10 saniye beklememiz gerektiğini söyler; evrenin tahmin edilen
toplam yaşının 10 saniye olduğunu düşünürsek, neden moleküllerin odanın
bir yarısında toplanmasından dolayı havasız kalmaktan korkmamamız
gerektiğini anlarız.[53]
Bir peygamberi öldürmeye kalkan bir topluluğun, içinde bulundukları
ortamın hava moleküllerinin, bu toplumdan uzak bir yere hareket
ettirilerek yok edilmeleri gibi hayali bir olayı ele alalım. Hiç
şüphesiz bu olay teistik bir yaklaşım açısından mucize diye
nitelenecektir; ama görüldüğü gibi bu mucize diye nitelenecek olay doğa
yasalarının ihlali ile değil, çok düşük olasılıkların gerçekleşmesiyle
oluşabilir. Hz. Musa döneminde denizin yarılması gibi üç teist dinin
inandığı ve mucize diye nitelendirdikleri bir olayı da ele alabiliriz.
Fiziksel olarak deniz rastgele hareket eden çok yüksek sayıda molekülden
oluşur. Denizde çizeceğimiz hayali bir çizginin, sağındaki
moleküllerinin hepsinin sağa, solundaki moleküllerinin hepsinin sola
gittiğini görmüyorsak, bunun nedeni, aynen hava moleküllerinin dağılımı
yüzünden hiçbir zaman havasız kalmamamız gibi; bu durumun olası
olmamasından değil, bu olasılığın matematiksel açıdan imkansız denecek
kadar küçük olmasındandır. (Matematikte 10′de 1′den küçük olasılıklar
genelde imkansız kabul edilir.) Eğer Hz. Musa’nın deniz kenarına geldiği
anda, denizdeki su moleküllerinin Hz. Musa’nın sağındakilerinin
hepsinin sağa, solundakilerin hepsinin sola hareket ettiğini ve böylece
denizin ikiye ayrılmış olabileceğini söylersek, fizik yasalarının ihlal
edilmediği, çok çok düşük bir olasılığın gerçekleştiği bir mucize tanımı
yapmış oluruz.
Entropi
yasasının olasılıkçı yapısı ile kuantum teorisinin olasılıkçı yapısı ve
bunlara dayalı mucize temellendirmelerinde altı çizilmesi gereken önemli
bir fark vardır. Entropi yasasını göz önünde bulundurarak verdiğimiz
örneklerdeki gibi mucize tanımlamaları, determinist bir evrende
olasılıkların seçilmesi ile mucizelerin nasıl oluşabileceğini gösterir.
Kuantum teorisi göz önünde bulundurularak yapılan mucize
tanımlamalarıysa, indeterminist bir evrende belirsizliklerin
belirlenmesi suretiyle mucizelerin nasıl oluşabileceğini gösterir.
Entropi yasasında olasılıklar ve şans, epistemolojik durumumuzdan
kaynaklanır; kuantum teorisinde ise olasılıklar ve şansın, epistemolojik
mi ontolojik mi olduğu tartışılmalıdır. Determinist bir evrende, eğer
doğa yasalarını ihlal etmeyen bir Tanrı anlayışı savunulacaksa, o zaman
ya Leibnizci bir tarzda Tanrı’nın, baştan evrendeki bütün müdahaleleri
yaptığı ve zamanı geldiğinde imkan olarak mümkün olan mucizeleri
gerçekleştirdiğini veya indeterminist sisteme melekler gibi dahil olan
ve bu sistemin – bilimsel olarak tespit edilemeseler de – bir parçası
olarak mümkün olan olasılıklardan seçilenlerinin gerçekleştirilmesini
sağlayan aracıları kabul etmemiz gerekir. (Birçok kişi melekler ile
müdahaleyi, Tanrı’nın müdahalesi gibi doğa yasalarının ihlal edilmesi
olarak görecektir.) Oysa kuantum teorisinin en çok kabul edilen
yorumundan esinlenerek evrende objektif belirsizliklerin varlığını kabul
edersek, Tanrı’nın baştan müdahale etmeden veya melekler gibi
varlıkları determinist sistemin kurallarının içine dahil etmeden de,
doğa yasalarına aykırı olmayan bir mucize anlayışı savunulabilir. Buna
göre, entropi yasasına dayanarak verdiğimiz iki örnekteki moleküllerin,
belirsizliklerin belirlenmesi suretiyle hareket ettirilip mucizeler
oluşturulduğu savunulabilir: Verdiğimiz ilk örnekteki gibi hava
molekülleri, belirsizliklerin belirlenmesi suretiyle yönlendirilip,
peygamber düşmanları yok edilebilir. İkinci örnekteki gibi ise
belirsizliklerin belirlenmesi suretiyle, Hz. Musa’nın önündeki denizin
su moleküllerinin sağa ve sola doğru hareketi gerçekleştirilebilir. Bazı
mucizelerin doğa yasaları çerçevesinde nasıl oluşmuş olabileceğinin
gösterilmesi için, entropi yasası ve kuantum kuramının bir arada ele
alınması enteresan bir yaklaşım olacaktır.
Biz, böylesi
bir yaklaşımın teolojik olarak zorunlu olduğunu düşünmüyoruz. Bu yüzden,
bu makalede sunduğumuz doğa yasaları çerçevesinde mucizelerin nasıl
gerçekleşebileceğine dair örneklerin, gerçekte de öyle oluştuğuna dair
bir iddiamız bulunmamaktadır. Fakat böylesi bir mucize açıklaması, David
Hume gibi mucizeleri, doğa yasalarının ihlal edilmesi olarak tarif
ederek karşı çıkanlara, mucizelerin, doğa yasalarındaki düşük
olasılıkların gerçekleştirilmesi anlamına gelebileceğini, fakat doğa
yasalarının ihlal edilmesi anlamını taşımayabileceğini söyleyerek
gerekli yanıtı verir. Ayrıca bu yaklaşım, teolojik sebeplerle doğa
yasalarının ihlal edilmesi anlamında mucize yaklaşımına karşı çıkan
Spinoza ve Schleiermacher gibi filozofların itirazlarına da kapıyı
kapayacak bir yaklaşımdır. Bizim doğa yasalarına karşı tavrımız, Newton
ve Einsteincı doğa yasalarının ‘kendi içinde evrene’ tam olarak tekabül
ettiğini söyleyen yaklaşımdan ve Hawking’in doğa yasalarını, sadece
insan zihninin ürünü matematik modeller olarak[54]
tanımlayarak, ‘kendi içinde evrene’ tekabüliyetine aldırmayan, sadece
gözlemlerin açıklanmasına odaklanan yaklaşımından farklıdır. Bizce
bilimin hedefi, Hawkingci yönelimden ziyade Newton ve Einsteincı bir
yönelimde olmalıdır; fakat insani sınırlılıklarımız ‘kendi içinde
evreni’ tam olarak anlamamıza olanak vermemiştir. Biz bu yüzden
kendimizi, Barbour’un kendisiyle beraber Bohr’u da dahil ettiği
‘kritikçi realist’ (critical realist) sınıfın içinde görüyoruz.[55]
Buna göre, doğa yasaları, ‘kendi içinde evreni’ kısmen temsil ederler;
doğa yasaları gerçeğe bir yakınlaşmadır, ama tam olarak gerçeğin resmini
vermezler.[56]
Makronun
fiziği ile mikronun fiziği arasındaki paradoksal yapı çözümlenmeden
“realist” bir bilim anlayışının mümkün olmaması ve Hawking gibi
düşünenlerin ‘kendi içindeki evrenin’ gerçekliğine aldırmayan
yaklaşımının bizce kabul edilemez olması gibi nedenlerle, kendimizi
“kritikçi realist” olarak görüyoruz. Newtoncu yaklaşımda bilim adamı
kâşiftir, orda bulunmayı bekleyen yasaları bulur, gösterir. Hawkingci
yaklaşımda ise bilim adamı mucide daha yakındır, doğa yasaları
keşfedilecek bir nesne gibi beklemez; onlar, zihnin ürünleridir. Bizim
yaklaşımımıza göre ise bilim adamı kâşif olsa da, keşfedilen nesnenin
sırlarına tam vâkıf olmamızda önemli güçlükler vardır. Bizim durumumuz,
bir araziyi sadece uçaktan çıplak gözle görüp karaya çıkamayan birine
veya bir fili sadece dokunarak algılayıp da göremeyen bir köre veya bir
bestenin notalarını okuyup da müziğini dinleyemeyen sağıra
benzetilebilir. Bizce, bilimsel teorilerimiz ‘kendi içinde evren’
hakkında bilgiler sunarlar, ama bu sunum eksiktir; durum belki de
örneklerimizdeki kadar karamsar değildir, ama Laplace’ın bilimsel
teoriler hakkındaki optimizminden gerçeğe daha yakın olduğumuzda kuşku
duymuyoruz.
SONUÇ
Modern bilime
göre Tanrısal müdahalenin imkansız olduğuna dair iddianın, modern
bilimin verileri ışığında yanlış olduğu gözükmektedir. Kuantum
seviyesindeki belirsizliklerin belirlenmesi suretiyle, teizmin
savunduğu mucizeler gibi evrendeki radikal değişimler bile
açıklanabilir. Bu bakış açısı, Tanrı’nın etkinliğinin bu şekilde
oluştuğu anlamına gelmez, ama modern bilimin verilerinin, doğa yasaları
ihlal edilmeksizin, mucizelerin ve Tanrısal etkinliğin
gerçekleşebilmesine olanak tanıdığını gösterdiği için değerlidir. Bu
yaklaşım, David Hume’un mucizelerin doğa yasalarının ihlal edilmesi
anlamına geldiğine dair tarifinin ve Spinoza ile Schleiermacher gibi,
mucizelerin, Tanrı’nın kendi doğasıyla veya doğa yasalarıyla çelişmesi
anlamına geldiğine dair teolojik itirazlarının düzeltilmesine olanak
tanıdığından dikkate alınması gerekir.
Fakat bu
yaklaşımın özgür irade sorununu çözdüğünü söylemek veya Tanrı’nın
mucizeleri mutlaka bu şekilde meydana getirmiş olması gerektiğini
söylemek hatalıdır. Bizce, teistik ve ateistik hiçbir yaklaşım özgür
irade sorununu tam olarak çözememektedir. Bu noktada, teistik savunma,
teizm kadar ateizmin de özgür irade sorunu içinde olduğunu ve teizmin bu
konudaki yaklaşımları ispatlanıp temellendirilmese bile, hiç kimsenin
bu sorunu çözecek bir modele sahip olmadığını söylemekle sınırlı
olmalıdır. Evrende ontolojik indeterminizm olmasından yola çıkılarak,
özgür irade sorununa yeni bakış açıları geliştirilebilir ve Kant’ın
üçüncü antinomisinde olduğu gibi, bu sorunun determinist bir evren
kabulüyle ele alınmasına düzeltmeler getirilebilir. Ama, kuantum
belirsizlikleri, kendisinden önceki sebeplerle oluşmuş bir varlığın
özgürlüğünden nasıl bahsedebileceğimize dair sorunu ateizm için de teizm
için de çözemez. Teizmin, Tanrısal hikmete veya ruhun bilinmezliğine
atıf yaparak sorunu çözmekte ateizme göre bir avantajı olduğu
söylenebilir; ama diğer yandan, teizm için asıl sorun, Tanrısal iradenin
nerede bitip şahısların özgür iradesinin nerede başladığı ve Tanrı’nın
kudreti ile insanın mesuliyetinin nasıl uzlaştırılacağıdır.
Biz, Tanrı’nın
mucizeleri gerçekleştirmesinin, doğa yasaları çerçevesinde kuantum
belirsizliklerini belirlemesi ile mümkün olduğunu savunarak sadece bir
imkanı göstermeye çalıştık. Bir şeyin mümkün olması, onun mutlaka bu
şekilde olduğu anlamına gelmez. Bilimsel yaklaşım, tarihin sürecinde
gayb olmuş mucizeleri ve kimi şahsi tecrübeleri ne ispat edebilir, ne de
inkar edebilir. Bizce, yapılacak en tutarlı yaklaşım, bir teistin
mucizelerin nasıl oluştuğu hususuna (oluşup oluşmadığına değil) agnostik
kalmasıdır. Çünkü, Tanrı’nın mucizeleri nasıl gerçekleştirmiş olduğuna
dair bilimsel bir bilgiye sahip olmadığımız gibi, Tanrı’nın doğa
yasalarını ihlal etmeyeceğine dair Spinozacı teolojik bir ön kabulü de
temellendiremeyiz. “Tanrı doğa yasalarını ihlal etmez” şeklindeki
Spinozacı ön kabul ile mucizeleri inkar iki tane kibri içinde taşır; bu
kibirlerden birincisi Tanrı’nın katındaki tüm yasaları bildiğimize dair
teolojik bir kibirdir, ikincisi ise doğa yasaları ile ‘kendi içinde
evrene’ dair her türlü bilgiye sahip olduğumuzu iddia eden bilimsel bir
kibirdir ki, bu ikincisi özellikle 19. yüzyılın yaygın bir hastalığıydı.
Her şeyden önce, Tanrı’nın katındaki yasaların bizim fizik biliminde
gördüğümüz doğa yasaları ile özdeş olduğunu savunmak büyük saflık olur.
Tanrısal yasaların (Sünnetullah) fizik yasalarından daha geniş yasalar
olduğunu kabul edersek, Tanrı’nın bir eliyle koyduğu yasaları diğer
eliyle bozduğuna dair mucizelere getirilen teolojik itiraz geçersiz
olur. Sarayına gelen her misafiri kapıdaki nöbetçilerine geri çevirten
bir kralın, istisnai bazı konuklarını nöbetçiler içeri aldıklarında,
kralın kendi koyduğu yasalarını ihlal ettiğini hiç kimse
düşünmeyecektir, zaten kral böyle bir yasayı ilan etmemiştir; sadece
nöbetçilerin genel tavrını gözleyenler, kendi kendilerine kralı bile
bağlayacak yasalar üretmişlerdir! Teistik yaklaşıma göre doğa yasaları
kralın hizmetkarlarından daha da sadık hizmetçilerdir; bu hizmetkarların
Tanrısal etkinliği sınırladığını söylemek – Tanrı’nın bu yasaları ihlal
etmediğini değil – teizm adına kabul edilemez.[57]
Böylesi bir yaklaşımla, kimi durumlarda doğa yasalarının kendisi veya
genel gidişi askıya alınarak mucizelerin gerçekleşmesi, Tanrısal
sistemin bir parçası olarak savunulabilir; bu ise doğa yasalarını ihlal
etmeden mucizeleri temellendirmeye çalışmayı gereksiz kılar.
Sürekli deniz
seviyesinde hayatını yaşamış ve bu seviyede suyun kaynaması ile ilgili
deneyler yapmış olan bir kişi, yüksek bir yere çıkınca suyun kaynama
derecesinin değişebileceğini tahmin edemediğinden, kendi deniz
seviyesinde bulduğu yasaları, evrensel tüm yasaların karşılığı zanneder
ve bir gün dağ başına çıktığında suyun kaynama derecesinin değiştiğini
gözlemler, fakat kendi bildiği deniz seviyesine ait yasalardan doğa
yasalarını ibaret sanan kişi, bu yasaların ihlal edildiğini sanır.
Tanrısal yasalara nüfuz edemeyen kimi kişiler de, kendi bildikleri
yasaların (kısmi-doğa yasalarının), evrensel tüm yasalara karşılık
geldiğini zannedebilirler. Bahsettiğimiz bu sebeplerden dolayı
determinist bir evren modelinin mutlak olarak mucizeleri dışladığını ve
Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi gibi evrenin işleyişinde boşluklar
olduğunu söyleyen bir yaklaşım olmadan mucizelere inanılamayacağını
söylemiyoruz. Ayrıca kuantum yasasının indeterminist yorumunun
tartışmalı olduğunu ve evrende ontolojik indeterminizmin olmadığına,
indeterminizmin bizim epistemolojik sınırlılıklarımızdan kaynaklandığına
dair yaklaşımın varlığını da hatırlamalıyız. Eğer kuantum sayesinde
Einstein’ın zannettiği gibi “saklı değişkenler” varsa ve kuantum
seviyesi de determinist ise, mucizelerin varlığının bu seviyedeki
belirsizliklerin varlığına muhtaç olduğunu düşünen yaklaşım, teolojik
bir açmazda kalacaktır.
Bütün bu
ihtiyatlı yaklaşımlarımıza karşın, kuantum belirsizliklerinin mucizeler
gibi Tanrısal müdahaleleri doğa yasalarının çerçevesinde açıklamaktaki
katkısını çok değerli buluyoruz. Mucizelerin, bilimsel yaklaşıma göre
imkansız olduğunu söyleyerek teizmi eleştirenlerin, modern bilimin
sunduğu imkanlardan habersiz olduklarını ve bu yaklaşımlarının hatalı
olduğunu gösterebildiysek bile bu makalenin amacına ulaştığını
düşünüyoruz. Tanrısal müdahaleyi ve mucizeleri inkar, bilimsel olguların
bizi ulaştırdığı bir sonuç değildir. Ancak, ateizme ve natüralizme
metafizik bir ön kabul olarak inanan kişiler, bu felsefi inançları ile
bilimsel yaklaşımlarını birleştirirlerse, Tanrısal müdahaleyi reddeden
bir yaklaşıma sahip olurlar; fakat bu, bilimin sonucu değil, bu
şahısların felsefi-metafizik yaklaşımlarının sonucudur. Bu makalede
gördüğümüz gibi felsefi-metafizik yaklaşımı farklı kişiler, Tanrısal
müdahaleyi modern bilim anlayışı ile uyumlu bir şekilde birleştiren
modeller geliştirerek fizik ile teolojik yaklaşımlarını bir araya
getirerek, modern bilim çerçevesinde doğanın teolojisinin mümkün
olduğunu göstermişlerdir. Philip Clayton’un da dikkat çektiği gibi, eğer
doğa yasaları ihlal edilmeden Tanrısal müdahalenin nasıl oluşmuş
olabileceğini göstermek istiyorsak, bunu yapmak için Newton’dan beri en
çok şansa sahip olduğumuz dönem, içinde olduğumuz dönemdir.[58]
Fiziğin en önemli iki teorisinden biri olan kuantum teorisinin en
yaygın fiziksel yorumuna dayanarak yapılan teolojik yorumları; bilim,
felsefe ve din üçgenindeki konuları ele alanların, Tanrısal etkinlik,
mucizeler ve özgür irade sorunlarını değerlendirirken mutlaka göz önünde
bulundurmaları gerektiğini düşünüyoruz.
KAYNAKÇA
Barbour, Ian (1971). Issues in Science and Religion, Harper and Row Publishers.
—————- (1991). Religion in an Age of Science, Harper and Row Publishers.
—————- (2000). When Science Meets Religion, Harper San Francisco.
Barrow, John D, Frank J. Tipler (1996). The Anthropic Cosmological Principle, Oxford University Press.
Clayton, Philip (1997). God and Contemporary Science, Edinburg University Press.
Davies, Paul (1984). God and The New Physics, Simon and Schuster.
Descartes, Rene (1984). Metod Üzerine Konuşma, çev: K. Sahir Sel, Sosyal Yayınları.
Einstein,
Albert, B. Podolsky, N. Rosen (1935). Can Quantum-Mechanical
Description of Physical Reality Be Considered Complete?, Physical Review
4.
Einstein, Albert (2001). İzafiyet Teorisi, çev: Gülen Aktaş, Say Yayınları.
Ellis, George
F.R. (1993). The Theology of the Anthropic Principle, ed: Robert John
Russell, Nancey Murphy, C. J. Isham, Quantum Cosmology and the Laws of
Nature içinde, Vatican Observatory Publications ve The Center for
Theology and the Natural Sciences.
——————–
(2000). Ordinary and Etraordinary Divine Action, ed: Robert John
Russell, Nancey Murphy, Arthur R. Peacocke, Chaos and Complexity içinde,
Vatikan Observatory Publications ve The Center for Theology and the
Natural Sciences.
Fölsing, Albrecht (1997). Albert Einstein, çev: Ewald Osers, Penguin Books.
Gamow, George (1995). 1-2-3 Sonsuz, çev: C. Kapkın, Evrim Yayınevi.
Gleick, James (2003). Kaos, çev: Fikret Üçcan, Tübitak Popüler Bilim Kitapları.
Hawking, Stephen (1990). A Brief History of Time, Bantam Books.
———————- (2002). Ceviz Kabuğundaki Evren, çev: Kemal Çömlekçi, Alfa Yayınları.
Heim, Karl (1953). The Transformation of the Scientific World View, SCM.
Heisenberg, Werner (2000). Fizik ve Felsefe, çev: M. Yılmaz Öner, Belge Yayınları.
———————— (2003). Einstein’la Yüzleşmek, çev: Kemal Budak, Gelenek Yayıncılık.
Hume, David (1999). An Enquiry Concerning Human Understanding, Oxford University Press.
Kant, Immanuel (1971). Fundamental Principles of the Metaphysics of Morals, çev: Thomas Kingsmill Abbott, William Benton.
——————- (1971). The Critique of Pure Reason, çev: J.M.D. Meiklejohn, William Benton
—————— (1971). The Critique of Practical Reason, çev: Thomas Kingsmill Abbott, William Benton.
Mayr, Ernst (1982). The Growth of Biological Thought, The Belknap Press of Harvard University Press.
Murphy, Nancey
(2000). Divine Action in the Natural Order: Buridan’s Ass and
Schrödinger’s Cat, ed: Robert John Russell, Nancey Murphy, Arthur R.
Peacocke, Chaos and Complexity içinde, Vatican Observatory Publications
ve The Center for Theology and the Natural Sciences.
Özcan, Hanifi (1989). Bilgi-Obje İlişkisi Açısından İnsan Hürriyeti, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 5.
Peacocke, Arthur R. (1993).Theology for a Scientific Age, SCM.
Penrose, Roger (2000). Kralın Yeni Usu 2: Fiziğin Gizemi, çev: Tekin Dereli, Tübitak Popüler Bilim Kitapları.
—————— (2003). Büyük Küçük ve İnsan Zihni, çev: Cenk Türkman, İzdüşüm Yayınları.
——————- (2004). The Road To Reality, Jonathan Cape London.
Polkinghorne, John (2003). Science and Theology, Fortress Press.
Pollard, William (1958). Chance and Providence: God’s Action in a World Governed by Scientific Law, Faber and Faber.
Popper, Karl R. (1985). Open Universe: An Argument for Indeterminism, Rowman and Littlefield.
——————- (1998). Bilimsel Araştırmanın Mantığı, çev: İlknur Aka, İbrahim Turan, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık.
Prigogine, Ilya (2004). Kesinliklerin Sonu, çev: İbrahim Şener, İzdüşüm Yayınları.
Russell, Robert John (1997). Does “The God Who Acts” Really Act? New Approaches To Divine Action, Theology Today 54.
Sartre, Jean Paul (1993). Being and Nothingness, çev: Hazel E. Barnes, Washington Square Press.
Saunders, Nicholas (2002). Divine Action and Modern Science, Cambridge University Press.
Schleiermacher, Friedrich (1999). The Christian Faith, T. and T. Clark Publishers.
Spinoza, Benedictus (1997). Tractatus Theologico-Politicus, çev: Samuel Shirley, Brill Academic Publishers.
Taslaman, Caner (2006). Big Bang ve Tanrı, İstanbul Yayınevi.
Tracy, Thomas
F. (2000). Particular Providence and the God of the Gaps, ed: Robert
John Russell, Nancey Murphy, Arthur R. Peacocke, Chaos and Complexity
içinde, Vatican Observatory Publications ve The Center for Theology and
the Natural Sciences.
Turhan, Kasım (2003). Kelam ve Felsefe Açısından İnsan Fiilleri, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.
[1]
Stephen Hawking, Ceviz Kabuğundaki Evren, çev: Kemal Çömlekçi, Alfa
Yayınları, 2002, s. 104; Stephen Hawking, A Brief History of Time,
Bantam Books, 1990, s.53.
[2] Rene Descartes, Metod Üzerine Konuşma, çev: K. Sahir Sel, Sosyal Yayınları, 1984, s. 46.
[3] Ernst Mayr, The Growth of Biological Thought, The Belknap Press of Harvard University Press, 1982, s. 97-98.
[4] Genelde,
Laplaceçı determinizmin insana özgür irade bırakmayacağını savunanlar,
bu görüşün, natüralizmi ve materyalizmi bir ön kabul olarak alması
gerektiğine dair hususu vurgulamadan bu iddiada bulunmuşlardır.
[5] Jean Paul Sartre, Being and Nothingness, çev: Hazel E. Barnes, Washington Square Press, 1993.
[6] Son 20
yılda indirgemeci yaklaşımlara karşı zuhur olma (emergence) başlığı ile
oluşan literatürün din felsefesi için büyük öneme sahip olduğu
kanaatindeyiz. Bu konudaki çözülmesi gerekli temel husus soru olarak şu
şekilde ifade edilebilir: Parçalar birleşip daha kompleks bir yapı
oluşturduğunda ortaya çıkan yepyeni özelliklerin (hücrelerin birleşip
beyni oluşturmasında olduğu gibi) artık parçalar ile açıklanmaması,
bizim parçalarla açıklanmayı beceremeyecek kadar bilgimizin sınırlı
olmasından dolayı, bu durum epistemolojik zuhur olma (epistemological
emergence) mıdır; yoksa gerçekte de parçalarla bütünü açıklamak imkansız
olduğu için, bu durum ontolojik zuhur olma (ontological emergence)
mıdır?
[7] Teist
birçok mezhep ve düşünür tarafından, Tanrı’nın geleceği bilmesi ile
Tanrı’nın geleceği belirlemesi veya cebretmesi birbirinden ayrı
tutulmuştur. İslam düşüncesinde “İlim maluma tâbidir” diye ifadesini
bulan bu anlayışta Tanrı’nın önceden bilmesi ile özgür irade fikrinin
birbirlerine zıt olmadıkları gösterilmeye çalışılmıştır. Daha ayrıntılı
bilgi için bakınız: Hanifi Özcan, Bilgi-Obje İlişkisi Açısından İnsan
Hürriyeti, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 5, 1989;
Ayrıca İslam’daki özgür irade üzerine farklı fikirler için bakınız:
Kasım Turhan, Kelam ve Felsefe Açısından İnsan Fiilleri, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2003, s. 29-133.
[8] Immanuel Kant, The Critique of Pure Reason, çev: J.M.D. Meiklejohn, William Benton, 1971, s. 140-141.
[9] Immanuel
Kant, Fundamental Principles of the Metaphysics of Morals, çev: Thomas
Kingsmill Abbott, William Benton, 1971, s. 279-280
[10] Immanuel Kant, The Critique of Practical Reason, çev: Thomas Kingsmill Abbott, William Benton, 1971, s. 343-348.
[11] Benedictus de Spinoza, Tractatus Theologico-Politicus, çev: Samuel Shirley, Brill Academic Publishers, 1997.
[12] Friedrich Schleiermacher, The Christian Faith, T. and T. Clark Publishers, 1999.
[13] Roger Penrose, Kralın Yeni Usu 2: Fiziğin Gizemi, çev: Tekin Dereli, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 2000, s. 103.
[14] Roger Penrose, The Road To Reality, Jonathan Cape London, 2004, s. 505-511.
[15] Werner Heisenberg, Einstein’la Yüzleşmek, çev: Kemal Budak, Gelenek Yayıncılık, 2003, s. 33-36.
[16] Werner Heisenberg, Fizik ve Felsefe, çev: M. Yılmaz Öner, Belge Yayınları , 2000, s. 20-21.
[17] Paul Davies, God and The New Physics, Simon and Schuster, 1984, s. 103.
[18] İnsancı
ilke (Anthropic Principle) ile ilgili veriler, insanların evrende var
olmasının, evrensel yasalarda ve evrensel oluşumlarda çok hassas
ayarları gerektirdiğini göstermiştir. Bu hassas ayarlar muhtemel
parametrelerin içinde çok küçük bir olasılığa denk gelir. Aynı Big Bang
başlangıcı ve aynı evren yasaları olsalardı bile, evrensel oluşumlardaki
çok küçük bir değişiklik bile canlılığın yeryüzündeki oluşumunu
imkansızlaştıracaktı. Bu konu için bakınız: John D. Barrow, Frank J.
Tipler, The Anthropic Cosmological Principle, Oxford University Press,
1996; Caner Taslaman, Big Bang ve Tanrı, İstanbul Yayınevi, 2006, 10.
Bölüm.
[19] Nicholas Saunders, Divine Action and Modern Science, Cambridge University Press, 2002, s. 18-23.
[20] Nicholas Saunders, a.g.e., s. 23-32.
[21] David Hume, An Enquiry Concerning Human Understanding, Oxford University Press, 1999, 10. Bölüm.
[22] Albert Einstein, İzafiyet Teorisi, çev: Gülen Aktaş, Say Yayınları, 2001.
[23] Ian Barbour, Religion in an Age of Science, Harper and Row Publishers, 1991, s. 101-104.
[24] Albrecht Fölsing, Albert Einstein, çev: Ewald Osers, Penguin Books, 1997, s. 585.
[25] Albert
Einstein, B. Podolsky, N. Rosen, Can Quantum-Mechanical Description of
Physical Reality Be Considered Complete?, Physical Review 4, 1935, s.
778-779.
[26] Immanuel Kant, The Critique of Pure Reason, s. 129-159.
[27] Ian Barbour, Issues in Science and Religion, Harper and Row Publishers, 1971, s. 301-302.
[28] Ian Barbour, Religion in an Age of Science, s. 102-103.
[29]Werner Heisenberg, a.g.e., s. 171.
[30] Ilya Prigogine, Kesinliklerin Sonu, çev: İbrahim Şener, İzdüşüm Yayınları, 2004, s. 123.
[31]
Karl R. Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, çev: İlknur Aka, İbrahim
Turan, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 1998, s. 248-284.
[32] Karl R. Popper, Open Universe: An Argument for Indeterminism, Rowman and Littlefield, 1985.
[33] John Polkinghorne, Science and Theology, Fortress Press, 2003, s. 31.
[34] John Polkinghorne, a.g.e., s. 89.
[35] Ian G.
Barbour, When Science Meets Religion, Harper San Francisco, 2000, s.
170; Bu eserin Türkçe çevirisi için bakınız: Ian G. Barbour, Bilim ve
Din, çev: Nebi Mehdi, Mübariz Cemal, İnsan Yayınları, 2004.
[36] Paul Davies, a.g.e., s. 101.
[37] Karl Heim, The Transformation of the Scientific World View, SCM , 1953.
[38] William Pollard, Chance and Providence: God’s Action in a World Governed by Scientific Law, Faber and Faber, 1958.
[39] William Pollard, a.g.e., s. 138-148.
[40] Arthur R. Peacocke, Theology for a Scientific Age, SCM, 1993.
[41] Tanrı’nın evrene içkin olarak evreni kapladığını, fakat evrenden daha fazlası olduğuna dair görüş.
[42] Arthur R.
Peacocke, a.g.e., s. 141-145. Geleceğin Tanrı için bile belirsiz olduğu
– mümkün tüm olasılıkları Tanrı önceden bilse bile -, evrende
determinizm olmadığı ve ontolojik şansın varlığı kabulleriyle kötülük
sorununun ele alınmasında, kendisinden sonraki düşünürlerin üzerinde
özellikle Whitehead’in önemli bir etkisi olmuştur.
[43] Thomas F.
Tracy, Particular Providence and the God of the Gaps, ed: Robert John
Russell, Nancey Murphy, Arthur R. Peacocke, Chaos and Complexity içinde,
Vatican Observatory Publications ve The Center for Theology and the
Natural Sciences, 2000, s. 289-324.
[44] Robert
John Russell, Does “The God Who Acts” Really Act? New Approaches To
Divine Action, Theology Today 54 içinde. 1997, s. 43-65.
[45] Nancey
Murphy, Divine Action in the Natural Order: Buridan’s Ass and
Schrödinger’s Cat, ed: Robert John Russell, Nancey Murphy, Arthur R.
Peacocke, Chaos and Complexity içinde, Vatican Observatory Publications
ve The Center for Theology and the Natural Sciences, 2000, s. 325-357.
[46] Roger Penrose, Büyük Küçük ve İnsan Zihni, çev: Cenk Türkman, İzdüşüm Yayınları, 2003, s. 67-109.
[47] George
F.R. Ellis, The Theology of the Anthropic Principle, ed: Robert John
Russell, Nancey Murphy, C. J. Isham, Quantum Cosmology and the Laws of
Nature içinde, Vatican Observatory Publications ve The Center for
Theology and the Natural Sciences, 1993, s. 196-198.
[48] George
F.R. Ellis, Ordinary and Etraordinary Divine Action, ed: Robert John
Russell, Nancey Murphy, Arthur R. Peacocke, Chaos and Complexity içinde,
Vatikan Observatory Publications ve The Center for Theology and the
Natural Sciences, 2000, s. 376-377.
[49] George F.R. Ellis, a.g.e., s. 361.
[50] James Gleick, Kaos, çev: Fikret Üçcan, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 2003, s. 15-16.
[51] James Gleick, Kaos, a.g.e., s. 18.
[52] Bu iki teorinin birleştirilmesi ve bunla ilgili sorunlar üzerine son 10-20 yılda geniş bir literatür oluşmuştur.
[53] George Gamow, 1-2-3 Sonsuz, çev: C. Kapkın, Evrim Yayınevi, 1995, s. 212-213.
[54] Stephen Hawking, Ceviz Kabuğundaki Evren; Stephen Hawking, A Brief History of Time.
[55] Ian G. Barbour, Religion in an Age of Science, s. 99.
[56] Kendimizi
“kritikçi realist” olarak tanımlarken, Barbour gibi bilimin amacını
sadece anlamakla sınırlayıp, doğayı kontrol ve öngörülerde bulunmayı
bilimin amaçlarından dışlamıyoruz.
[57] Bu
yasaların ihlal edilmesinin Tanrısal hikmete uygun düşmediği
savunulabilir ki, bu tartışma bilimsel olmaktan ziyade teolojiktir.
[58] Philip Clayton, God and Contemporary Science, Edinburg University Press, 1997, s. 173-174.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder