Fizik ve Tanrı
Stephen Hawking ve Leonard Mlodinow’un The Grand Design (Büyük Tasarım) kitabında dile getirdikleri şekilde, artık bilimin "evrenin varoluşunu" Tanrı'ya başvurmaksızın açıklayabilir mi? Bu durumda Tanrı gereksiz hale gelir mi?
Günümüzde kozmoloji, bir bilim haline gelmekle birlikte, bilimin doğayı kavrama yolunda birçok eksiklik ve bunalımla karşı karşıya olduğu doğrudur. Ancak bu durum bunların aşılamayacağı, bu sahada ilerlemenin kaydedilemeyeceği anlamına gelmemektedir. Eğer bugün doğa hakkında, geçtiğimiz on yıldan çok daha fazla şey biliyorsak, geleceğe de iyimser bakmamamız için hiçbir neden yoktur. Eğer bilim evreni anlamada başarısız olursa, bu asla insan kapasitesinin yetersizliği ya da evrenin kavranılamamazlığı nedeniyle olmayacaktır; belki de başarısızlık, J.D. Bernal’in de ifade ettiği gibi, bilim için gerekli olan toplumsal örgütlenmenin kurulamamış olması nedeniyle olacaktır. Dolayısıyla teologların evrendeki bilinemeyen, bilimin açıklamada çaresiz düştüğü noktalar üzerinden tanrıya ulaşma yöntemi yerine, evrenin bilenebilirliğinden hareketle bir tanrı tasavvuru ortaya koymamız gerekmektedir.
Öte yandan din - bilim ilişkisini soğukkanlı değerlendirebilmek, her şeyden önce her ikisi hakkında bilgi sahibi olmakla mümkündür. İşin içinde girildiğinde görülecektir ki, bilim her ne kadar deney ve gözlemlerin rasyonel değerlendirilmesine dayalı kesinlikçi bir metodoloji takip ediyor gibi görünüyorsa da spekülatif yönler de ihtiva etmektedir. Diğer taraftan din de her ne kadar tamamen spekülatif zannedilse de, âdil ve hakîm bir Tanrı inancına dayandığında kesinlikçi metodolojilere sahip bulunmaktadır. Bu doğrultuda modern bilimin; niçin Hinduizm, Budizm gibi Hint dinlerinin hâkim olduğu bir coğrafyada değil de, tek tanrılı dinlerin hâkim olduğu Batı’da ortaya çıktığı iyi sorgulanmalıdır. Evrenle Tanrı’yı aynîleştiren ve böylelikle yüce, kutsal, gizemli, korkutucu, kavranılmaz bir doğa tasavvuruna sahip olan Doğu dinlerine karşılık; ilâhî dinlerin Tanrının Zatı ile evreni kesin çizgilerle birbirinden ayırmaları ve sonrasında topyekûn âlemi “sünnetinde değişme olmayan”, âdil ve hakîm bir Tanrı’nın kontrolüne verilmeleri; başına buyruk ruhlardan, doğaüstü güçlerden arındırılmış bir doğa tasavvuru geliştirilmesini sağlamış; böylelikle tabiî bilimlerin gelişebilme imkânı bulabileceği bir altyapı oluşturulmuştur. Başta İslâm olmak üzere, ilâhî dinler tarafından tabiatın mitsel anlatımlardan, şirk unsuru ruhlardan ve tanrısallaştırmalardan kurtarılması, bilimin gelişmesi yolunda en önemli merhalelerinden birini teşkil etmiştir. Dolayısıyla her ne kadar çatışıyor gibi gösterilseler de, “bilim” ile “ilâhi dinler” gerçekte aynı ailenin, aynı dünya görüşünün çocuklarıdırlar. Bu nedenle nasıl ki bilim hurafelerden arındırma konusunda dine katkıda bulunuyorsa, din de bilimi içine düştüğü hurafelerden, sağduyuya aykırı, anti-realist yaklaşımlardan arınmasına yardımcı olabilir. Bu bağlamda Einstein’in kuantum fiziğinin objektif indeterminist yorumuna “Tanrı zar atmaz” sözüyle karşılık vermesi, geleneksel bilim anlayışının dışına çıkan bir savrulmada dini yardıma çağırması olarak görmek mümkündür(Einstein'in mevcut durumda yanılmış olması başka bir konu ile alakalıdır).
Din, bilimi sadece sağduyuya davet etmekle kalmaz, kırmızı çizgileriyle nihai hedef açısından bilim adamlarının doğru soruları sormasını ve doğru kanallara yönelmesini de temin edebilir. Geçtiğimiz yüzyılın en büyük keşiflerinden biri sayılan ve dine uygun şekilde fiziksel evrene bir başlangıç addeden Big Bang Teorisi’nin önemli kuramcılarından birisi olan astronom George Lemaitre’nin (1894-1966) aynı zamanda bir papaz olduğu unutulmamalıdır. Süper Sicim Kuramı’na (ya da M Teorisi) da bir de bu gözle bakılması gerekir. Bu kuramı öneminden dolayı biraz açmamız gerekmektedir.
Evren gerçekten çok tuhaf bir yer. İnsanoğlu tüm acizliğine rağmen binlerce yıldır içinde yanan merakın ateşiyle yaşadığı dünyaya dair gözlem ve deneyler yapmış teori üretmiş, spekülasyonda bulunmuş, Gizemin bir kısmını çözmüş, bir kısmında da saplanıp kalmıştır. İşte son zamanlarda bilim adamlarının büyük bir inanç ve azimle aradığı ve belki de ucundan yakaladığı bu büyük Gizemin bir parçası olan “evrensel birleşik teori” nin en güçlü adayı olan Süpersicim Teorisi yada bunun bir üst versiyonu olan M Teorisi ve bu teorinin felsefe ve dinle olan ilişkisi hakkında kısaca bir şeyler yazacağız. Öncelikle M teorisine nereden varıldı ona bakmak gerekiyor.
Bundan birkaç yüzyıl önce Newton kafasına düşmüş olan elmadan (efsaneye göre) yola çıkarak birkaç matematiksel denkleme ulaştı. Herkesin bildiği gibi bunlardan birisi yer çekimi idi. Newton a göre uzayda bulunan iki cisim aralarındaki mesafe ile ters orantılı ve kütleleri ile doğru orantılı olacak şekilde birbirini çeker. Ancak Newton bu çekim kuvvetini sadece matematiksel olarak tasvir etti. Çekim kuvvetinin derininde yatan “neden” sorusunun cevabını vermedi. Newton teorisini geliştirirken kendi içerisinde tutarlı olmak için uzay-zaman ı mutlak ve sonsuz olarak kabul etti. Newton un teorisine göre güneşin etrafında dönen dünya; güneş aniden yok olsa tam o anda yörüngeden çıkacak şekilde hareket eder. Fakat tam burada esasında bir sorun vardır. Işığın güneşten dünyaya ulaşması tam 8 dakikada gerçekleşiyor bu duruma göre dünya yörüngeden çıkarken ışıktan daha hızlı bir şekilde güneşin yok olmasını haber almış gibidir. Bu mümkün değildir. Tam burada Einstein devreye girer ve hiç bir şeyin esasında ışıktan hızlı hareket edemeyeceğini Maxwel in denklemlerine dayanarak ileri sürer. Maxwel ise elektrik ve manyetizma kuvvetlerini aynı denklemlerde tanımlamıştır. Einstein evrende ışık hızının mutlak olduğu kabulünden yola çıkarak hareketin uzayın ve zamanın göreceli olduğunu ileri sürdü ayrıca uzayın ve zamanın bir başlangıcı olduğu gerçeği onun gravitasyonel alan denklemlerinden matematiksel olarak çıkmaktadır. Einstein'e göre; Madde ve enerji birbirine dönüşebilmekle beraber uzay ve zaman da eğilip bükülen, yamulan, uzayan, kısalan elastik bir branda gibidir. Einstein in özel görelilik denklemlerine göre bir cisim hızlandıkça özellikle ışık hızına yaklaştıkça kütlesi sürekli artar öyle ki tam ışık hızına ulaşan cismin kütlesi sonsuz olur yani bir cismi ışık hızına kadar hızlandırabilmek için ona sonsuz miktarda enerji vermek gerekir. Ayrıca uzay boyutlarında hareketsiz isek zaman boyutunda ışık hızında hareket ederiz, uzay boyutlarında harekete başlarsak zaman boyutundaki hareketimiz yavaşlar, eğer mümkün olsa ve ışık hızına çıksak zaman bizim için durur. Yani ışık için zaman durmuştur! Einstein'in genel görelilik denklemlerine göre ise evrenin dokusunu esnek ve yumuşak bir yapı olarak Reinman Geometrisinin sağladığı denklemlerle ifade edilir. Kütle ve hareket ise bu yumuşak yapıyı yamultuyordu. Einstein'e göre özellikle ivmeli hareket ve kütle aslında eşdeğerdi. Yani ivmeli hareket ve kütle uzay zaman dokusuna aynı etkiyi gerçekleştiriyordu yani onu eğip büküyor ve yamultuyordu. Biraz önceki soruna dönersek Einstein' e göre güneşin aniden yok olmasından dolayı dünya hemen yörüngeden çıkmaz. Güneşin yok olduğu anda uzay-zaman dokusunda meydana gelen dalgalanma ışık hızında hareket etmek suretiyle tıpkı güçlü bir deniz dalgası gibi ışık hızında hareket ederek tam 8 dakika sonra dünyaya ulaşıp, çarpıp, yörüngeden çıkarır. Genel görelilik denklemleri makro boyutta galaksilere güneş sistemlerine yıldız guruplarına ve tüm evrene uygulanabilir. Ancak Einstein; Özel ve Genel Görelilik adı altında bu fikirleri ortaya attığı yıllarda diğer taraftan mikro boyutlardaki olaylarla ilgili bambaşka bir süreç işliyordu: Kuantum Mekaniği!
Bilim adamları bu yıllarda deneylerle beraber ışığın ve atomun doğasına dair yeni şeyler keşfettiler. Kuantum mekaniğine göre elektron, nötron, proton, kuark, müon nötrino gibi atom altı parçacıklar ve bu parçacıklar arasında kuvvet taşıyan guluon, zayıf ayar bozonu, foton, graviton gibi haberci parçacıklar, hatta evrendeki tüm parçacıklar ve bu parçacıklardan oluşmuş maddesel yapılar belirli bir olasılık denklemine göre dalga özelliği göstererek hareket etmekteydi. Bu denkleme göre tüm evren bir kuantum dalgalanması bile olabilirdi. Bu denkemin adı Schrodinger Denklemi idi. Bu denkleme göre biz bir parçacığın ileriki bir zamandaki hızı ve konumunu tespit etmeye kalkarsak bunu ancak belirli olasılık daireleri çervevesinde başarabiliriz. Ayrıca Heisenberg in belirsizlik ilkesine göre de bir parçacığın konum vektörünü ne kadar belirlersek lineer momentumu okadar belirsizleşiyordu bunun tam tersi lineer momentumun belirlenmesi halinde ise konum vektörü belirsizleşiyordu, parçacık ya hızını yada yerini bir şekilde saklıyordu işte! Bu gelişmeler ise felsefi determinizmi derinden sarsmakla kalmadı, insanın hür iradesine alan açtı. Kuantum mekaniği makro ve mikro dünyalarda şiddetli dalgalanmalar öngörüyordu. Öyle ki makro dünyada bu dalgalanmaların büyük çoğunluğu birbirini nötrleyerek şuan gördüğümüz haliyle evreni resmetmekle beraber mikro dünyada durum farklı idi. Atom altı adeta kaynayan bir cadı kazanı gibi betimleniyordu. Günümüze kadar kuantum mekaniği ile ilgili bir çok deney yapılmış ve standart model adı altında tamamlanmıştır. Ancak ortada hala bir tuhaflık vardı. Makro alemi betimleyen görelilik denklemleri ile kuantum teorisini betimleyen denklemler iki önemli yerde birbiriyle karşılaşıyordu adeta iki düşman gibi!
Big bang ve karadelikler. Her ikisinin keşfi de insanoğluna verilmiş akıl nimetinin ne kadar güçlü ve ilham verici olabileceğinin işareti niteliğinde. Ancak hem big bang te hem de kara delikler de mevcut olan fiziksel durum hala bir sırdır. Görelilik denklemleri big bang anını ve kara delikleri sonsuz küçük bir singulatire olarak tanımlar yani bu iki alanda hacim çok küçük kütle ve yoğunluk çok fazladır. Hacim çok küçük olduğundan bu alanda kuantum mekaniğinin mikroskobik dünyaya hükmeden denklemlerinin de uygulanması gerekmektedir. Ancak genel göreliliğin ve kuantum denklemlerinin aynı anda çok yoğun ve çok küçük hacimli bu yerlere uygulanmasında tam bir felaket meydana gelir. Tüm fizik çöker ve denklemler saçma sapan sonuçlar vermeye başlar. Görelilik denklemleri ultra mikroskobik boyutlarda da düzgün ve yumuşak bir uzay zaman yüzeyi öngörürken kuantum mekaniğine göre bu alan adeta kaynayan cadı kazanıdır. Bu ise temelden büyük bir sorunun olduğunun işaretidir. Öyle ya aynı evreni resmeden iki bambaşka öngörü önemli bir sorundur. İşte tam burada birleşmeye doğru son çeyrek asırda bir umut doğdu.
Büyük birleşmeyi vadeden en güçlü aday; Süper sicim teorisi yada onun bir üst versiyonu olan M teorisine göre tüm atom altı parçacıklar esasında mikro boyutta bir “tane” olarak değil de bir iplikçik, ilmek yada iki boyutlu minik bir halat yada, d membran (zar), yada torus gibi küçük yüzeyciklerden oluşuyordu. Bu teoriye göre tüm atom altı parçacıklar ultra mikroskobik boyutlarda taneciklerden değil de bu tip yüzeye sahip olan d zarlar yada ilmeklerden oluşur. Ve bu yapılar rezonans frekansında titreşirler. Sicim denilen bu yapıların titreşimi farklı farklıdır. Her bir atom altı parçacığa karşılık gelen bir titreşim örüntüsü vardır. Bunun yanında süper sicim kuramı bilinen üç uzay ve bir zaman boyutunun yanında tam 6 tane daha farklı boyut ön görür. M teorisinde bu fazladan boyutlar tam 7 tanedir. Yani M teorisine göre biz tam 11 boyutlu bir evrende yaşamaktayız, fazladan boyutları göremiyoruz çünkü onlar ultra mikroskobik boyutlarda “calabi yau uzayları” denilen belirli bir geometrik şekle sahip bir biçimde kıvrılmışlar ve gizlenmişler. Bu 7 gizli boyuttaki uzayların geometrik yapıları sicimlerin titreşimini belirliyor. Her titreşime dolayısıyla her atom altı parçacığa karşılık gelen bir calabi yau geometrisi var. Yani tüm evren madde atom altı parçacıklar ve her şey bu kıvrılmış ve gizli boyutların geometrilerine bağlı. İşte bu noktada M teorisi kuantum mekaniğini ve göreliliği birleştirir. Kütle çekimini açıklayan graviton adlı haberci parçacığına karşılık gelen sicim titreşim örüntüsü bu teoriden çıkmıştır. Bunun yanında M teorisi; gluon, zayıf ayar bozonu ve foton ve diğer parçacıklara karşılık gelen sicim titreşim örüntülerini de öngörür. Yani evrene hükmeden dört temel kuvvet( kütleçekimi, güçlü ve zayıf nükleer kuvvetler, ve eletromanyetizma) M teorisyle birleşir. M teorisi son derece karmaşık ve zor matematiksel yapısına rağmen bu dört temel kuvveti birleştirerek açıklar. Ayrıca bu teoriye göre atom altı boyutlarda meydana gelen korkunç kuantum dalgalarının uzay zamanda meydana getirdiği aşırı deformasyon dahi sicimler vasıtasıyla yumuşar ve göreliliğin uygulanabileceği bir forma gelir. Yani Görelilik ve Kuantum Mekaniği birleşir ve denklemler saçma sapan sonuç vermezler. Bu nedenle big bang ve kara deliklere uygulanabilecek büyük birleşik teori olmaya en yakın aday M teorisidir. Ancak M teorisinin özü ve temeli olan sicimler şu ana kadar laboratuar ortamında gözlenememiştir. Çünkü bu sicimler plank boyutunda olup bu günkü teknolojiyle gözlem ve deney yapılması imkansızdır. Yani teori bir çok spekülasyonu ve varsayımı içermektedir. Ancak bu onun zerafeti ve açıklama günü küçümsemek anlamına gelmiyor. M teorisi henüz çok gençtir, önümüzdeki yıllarda yapılacak olan çalışmalarda M teorisi bugün ki bildiğimizden bambaşka hallere girse de eninde sonunda 4 temel kuvveti birleştirip büyük birleşik teori tahtına oturacağına inanmaktayım. Tüm bunların yanında M teorisiyle ilgili evlere şenlik bir spekülasyon daha vardır. Nasılki bizim evrenimizin içerisinde ultra mikroskobik boyutlarda “d zar” lar mevcut ise aynen öyle bizim evrenimizde başka büyük bir “mega evren” okyanusunda yüzen bir “d zar” dır. Paralel evrenler yada multi universe; bizim evrenimiz gibi yada çok daha farklı olup milyarlarca evren tasavvur edilebilir. Bunun herhangi bir deneysel yada gözlemsel dayanağı olmamakla beraber yokluğu da ispat edilemez. Sadece M teorisinin evrende başka boyutlar görmesi iddiasından yola çıkılarak ortaya atılmış bir spekülasyondan ibarettir. Paralel evrenlerle ilgili internette dolaşan bir yığın saçmalık ve fantastik ve hayal gücünün sıra dışı ifadeleri olan bir yığın zırvanın dışında; çoklu evren fikri bilimsel bir teoriden kaynak alır, M teorisinden. M teorisinin verilerine göre paralel evrenler var olmuş olabilir. Ancak bu fikir deneysel değildir gözleme dayanmaz ve bilinen teknolojik ve kuramsal altyapıya göre de ispatı mümkün değildir. Bunun yanında var olmadığının ispatı ise hiç mümkün değildir. Tüm bu olumsuzluklarına rağmen paralel evrenler "bilimsel" bir varsayımdır.
Nihai olarak henüz, "sadece teorik olsa da" M teorisi her şeyin teorisi olmaya adaydır. M teorisi zarif güçlü ve evrensel denklemlere sahiptir. Simetri içerir, kuantum mekaniğini ve genel göreliliği birleştirir. Evrenin yaratılmasında ve ultra hassas bir şekilde ayarlanmasında kullanılan 20 temel parametreyi zarif ve sade bir biçimde açıklar. Tüm evreni birkaç matematiksel denklemle betimler, resmeder.
Tüm bunlar nedir? Ne anlam ifade ediyor? Nereden geliyor ? Biz insanoğlu için anlamı ne ? Einstein başta olmak üzere diğer tüm dünya halklarının en zeki adamlarının evreni tek bir denklem yada denklem takımıyla ifade edebilme hayali neden dolayı kaynaklanmaktadır? Evren neden her yerinde aynı yasalara uyuyor? Neden bu yasalar zamanla değişmiyor? Evren neden yasalara uymakta ? Nasıl oluyor da bizim beynimiz evreni idrak edebiliyor ve rasyonel şekilde açıklayabiliyor? Neden matematiksel zerafet evrene içkin ? Tüm bunların ötesinde evren neden var oldu? Leibniz' in meşhur ifadesinde dediği gibi "neden hiç bir şey olmaması yerine bir şeyler var ?". Ve bu bir şeyler neden böylesine zarif ve ultra hassas bir şekilde (20 temel parametre) ayarlanmış. Bizatihi buradan iş gören işleyen matematik nedir? Evren tüm bu gösteriyi bize sunmak zorunda mı ? Yoksa matematik bize bir şeyler ima etmeye mi çalışıyor? Yoksa nasıl oluyor da matematik böylesine muhteşem bir şeyi ortaya çıkarıyor ? Yoksa matematiksel denklemler ve genelinde bilimsel süreç sadece evreni tasvir eder. Hiç bir şeyi varoluşsal bağlamda açıklamaz, esasında buna gücü de yetmez.
(20 temel parametre; evrenin var edilmesinde kullanılan en temel 20 tane değişkenin çok hassas bir şekilde ayarlanmasıdır. Bu parametreler; güçlü ve zayıf nükleer kuvvetin, elektromanyetizmanın ve gravitasyonel kuvvetlerin büyüklükleri, elektronun, protonun kütleleri ve elektrik yükleri, nötronun kütlesi, hidrojen-helyum oranı, madde-anti madde oranı, evrenin başlangıcındaki entropi, evrenin genişleme hızı vb.)
Tüm bunlardan öte, tekrar başa dönecek olursak, bilimi sadece bir teknikten ibaret görmek, onu hafife almak anlamına gelecektir. Aksine bilim kendisiyle uğraşan bilim adamlarına, tarafsızlık, dürüstlük, çalışkanlık, araştırma ruhu, hakikat tutkusu ve alçak gönüllülük gibi özellikler kazandırdığı gibi; telkin ettiği dünya görüşüyle sadece evrenin işleyişi hakkında değil, insanın evrendeki yeri, hayatının amacı, ahlaki görev ve sorumlulukları açısından da çok önemli ipuçları sağlamaktadır. Örneğin Epikür’e göre fizik, doğanın başına buyruk, kaprisli tanrılar tarafından yönetilmediğini, kendi dâhilinde sistematik kurallarla işlediğini ortaya koyarak, insanı bu tanrıların yol açtığı gereksiz korkulardan ve yükümlülüklerden arındırır, mutlu ve özgür bir hayatın önünü açar. Klasik dönem İslam kelâmcılarına göre ise fizik, doğayı sadece tanrısal unsurlardan (şirk) arındırmakla kalmaz, sürekli değişim ve dönüşüm içerisindeki doğanın, bulunduğu hal üzere kendisi dışındaki bir Tanrı’ya muhtaç olduğunu ortaya koyar ve böylece insanı "nübüvvet" vasıtasıyla yükleyeceği sorumluluklara açık hale getirdiği şeklinde bir yorum yapılabilir. Fakat bu başka bir tartışma konusudur.
Esasen günümüzde de tartışma aynıdır. Bugün de Batı’da Hawking ve Mlodinow’un The Grand Design’da iddia ettiğine göre fizik, evrenin başlangıç ve son itibariyle doğaüstü bir varlığın müdahalesine gerek kalmaksızın kendi kendine yeten bir bütün olduğunu ortaya koyarak, Tanrı’yı gereksiz hale getirmektedir; o halde insan Tanrı’yı temel alan dinlerin değil, kendi aklının çizdiği yolu takip etmelidir. Tam aksine modern bilimin ortaya koyduğu evren resminden hareketle ateizmi bırakan Antony Flew’e göre bilim, fiziksel gerçekliğin arka planında kendiliğinden var olan, değişmez, maddî olmayan, her yerde hâzır ve nâzır, her şeye kâdir bir Varlığın var olduğunu ortaya koyar.
Sonuç olarak Tanrı ve Evren gerçekliğin iki yanını temsil etmektedirler. Bilim bunlardan değişim, dönüşüm ve çeşitlilik halindeki Evren yanını incelerken, teoloji ise sonsuz, ezeli, ebedî, bir ve tek olan Tanrı tarafına yoğunlaşmaktadır. Ancak bu durum alanların birbirinden tamamen kopuk ve bağımsız
olduğu anlamına gelmemektedir. Düşünce tarihi bize birbiriyle ilişkilendirilip uzlaştırılmadıkça her iki tarafın sağlam bir tutarlılıkla ortaya konulamayacağını göstermiştir. Plato’dan Aristo’ya, Newton’dan Einstein’e birçok filozof ve bilim insanı tutarlı bir evren modeli inşa edebilmek için sistemlerini bir şekilde Tanrı’yla ilişkilendirme ihtiyacını hissetmişlerdir. Öte yandan teolologlar da Tanrı inancını temellendirme ve savunmada yaygın olarak kullandıkları kozmolojik delillerden de anlaşılacağı üzere, ancak evrenle ilişkilendirilme sonrasında bir Tanrı tasavvuru oluşturabilmişlerdir. Dolayısıyla insanın evren hakkında bir görüş ortaya koymadan Tanrı hakkında konuşabilmesi zordur. O halde Tanrı ile meşgul olduğumuz kadar, evrenle de meşgul olmamız gerekiyor.
Referanslar:
1. Stephen W. Hawking, Leonard Mlodinow, Büyük Tasarım, Doğan Kitap
2. Brain Greene, "Evrenin Zerafeti", Tübitak Yayınları
3. Brain Greene, "Evrenin Dokusu", Tübitak Yayınları
4. Mehmet BULĞEN, "Fizik Tanrı’yı Gereksiz mi Kıldı? The Grand Design (Büyük Tasarım) Kitabı Üzerinden Bir Değerlendirme", M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 41 (2011/2), 143-166
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder