-
Evren ardında hiçbir şey olmayan nihai gerçekliğin ta
kendisi mi, yoksa ‘ötesinde’ bir hakikat mı saklı? Biz de Richard
Feynman gibi: “Tüm bunların anlamı ne?” diye sormalı mıyız? Ya da
Bertrand Russell “evren işte burada hepsi bu” derken haklı mıydı?
-
“Başarılı olmak için doğru sorular sorulmalıdır” Aristo
-
Önyargı? Kimse ondan kaçamaz; ne yazar ne de okuyucu.
Kainatın ve yaşamın bize sorgulattığı, soru, cevap ve kısmi cevaplardan
oluşan bir dünya görüşümüz var ki, bu noktada hepimiz ön yargılıyız.
Dünya görüşümüz çok keskin formüle edilmemiş olabilir, hatta onun
farkında bile olmayabiliriz, ama o her şeye rağmen yine de oradadır.
Dünya görüşümüz elbette ki tecrübe ve derin düşünceyle şekillenir. Hatta
kesin bir delil karşısında değişebilir veya en azından değişmelidir.
-
“Bizim bilimimiz Tanrı’nın
bilimidir. Bütün bilimsel serüvenin sorumlusu da O’dur… Evrenin bilimsel
tanımında var olan dikkat çekici düzen, tutarlılık, güvenilirlik ve
harikulade karmaşıklık hepsi Tanrı’nın fiillerindeki düzenin,
tutarlılığın, güvenilirliğin ve karmaşıklığın bir yansımasıdır.” Sir
John Houghton
-
“Yıllardır Tanrı’ya tüm
tabiatın ardındaki büyük tasarımcı olarak inandım… bilim alanında
yaptığım tüm çalışmalar o zamandan beri sadece imanımı artırmaya yaradı.
Ben Kutsal Kitabı benim temel otorite kaynağım olarak kabul ediyorum”
Sir Ghillean Prance [God and Scientists, derleyen Mike Poole.]
-
Galileo’nun sorgulayan zihninin ardındaki motivasyom
kaynağı, onun şu kanaatiydi: “Tanrı insana ‘duygu, akıl/idrak ve zekayı
bahşetmiştir’ öyleyse onları atıl bırakmamalı, kullanarak bilgi
edinmeliyiz.”
-
Johannes Kepler kendi motivasyonunu şöyle izah ediyor: “Dış
dünyadaki bütün araştırmaların ana amacı, Tanrı’nın bize matematiksel
bir dille vahyetmiş olduğu akli düzeni keşfetmektir. Bu aynı zamanda
Tanrı’nın bize yüklediği bir sorumluluktur.”
-
“Bir yaratıcı olmalı. Başta
Big Bang dalgası (1992) ve müteakip bilimsel buluşlar açıkça Kutsal
Kitap’taki yaratılış bölümünün ilk birkaç ayetiyle örtüşüyor ve sonradan
yaratılışa işaret ediyorlar.” Henry F. Schaefer III
-
“‘Her şey nasıl başladı?’;
‘Niçin buradayız?’; ‘Hayatın anlamı ne?’ gibi başlangıca ve sona dair
temel bazı sorulara cevap verme yetisine sahip olmaması, bilimin de bir
sınırının olduğunu açıkça gösterir.” Sir Peter Medawar
-
“Kuantum teorisinde
matematiksel olarak formüle edilen doğa kanunları, artık o noktadan
sonra, elementer partiküllerin kendileri ile değil bizim onlar hakkında
bilgimizle ilgilidir.” Werner Heisenberg, [The Physicist’s Conception of Nature, London, Hutchinson, 1958, p15]
-
İmmünolog George Klein,
ateizmin kesinlikle bilimsel bir dayanağı olmadığını, onun a priori bir
inanç olduğunu söyler. Kendisinden bir agnostik gibi bahseden
arkadaşının mektubu üzerine şunları yazmıştır:
“Ben agnostik değilim, ateistim. Benim tutumum bilimsel değil inanca
dayalı bir tutumdur. Bir Yaratıcı olmadığı ve Tanrı’nın yokluğu benim
çocukluk imanım ve olgunluk inancımdır, sarsılmaz ve kutsaldır” [The Atheist in the Holy City, MA, MIT Press]
-
Ateist ön kabüllerle yapılan bilim, teist ön kabüllerle yapılan bilimle hemen hemen aynı sonucu verecektir.
-
“Her bilim dalı dünyadaki
olayların bir yönünü ele alır ve onun nasıl işlediğini gösterir. Böyle
bir alanın dışında kalan her şey, bilim kapsamının da dışında kalır.
Tanrı, evrenin bir parçası veya (araştırılacak) bir yönü olmadığından,
Tanrı hakkında söylenenler, gerçek manada bilime ait ifadeler
olamazlar.” Austin Farrar
-
Bilim size, birinin içeceğine sitrikinin koyduğunuzda onun
öleceğini söyleyebilir. Fakat bilim, mirasına konmak için büyük
annenizin içeceğine sitrikinin koymanın etik olarak doğru olup
olmayacağını söyleyemez.
-
Ford marka bir
otomobili ele alalım. Dünyanın ilkel kalmış yerlerinden birinde
yaşayan, onu ilk kez gören ve modern mühendislik hakkında hiçbir şey
bilmeyen birinin, o aracın motorunun içinde aracı hareket ettiren bir
tanrının (Bay Ford’un) olduğuna inanması mümkündür. Hatta aynı adam,
motorun içinde bulunan Bay Ford kendisinden hoşnut olursa aracın güzelce
gideceğini, Bay Ford onu sevmez ise aracın gitmeyeceğini düşünebilir.
Elbette daha sonra mühendislik çalışarak ve aracı parçalarına ayırarak,
içinde Bay ford olmadığını da keşfedebilir. Hatta arabanın nasıl
çalıştığını açıklamak için, Bay Ford’a ihtiyacı olmadığını anlamak için
çok da zeki olmasına gerek bile yoktur. İçten yanmalı motorların genel
prensiplerini anlamak aracın nasıl çalıştığını açıklaması için ona
yeter. Buraya kadar tamam… Fakat sonradan o kişi, motorun çalışma
prensiplerinin anlamanın başlangıçta onu tasarlayan Bay Ford’un
varlığına inanmayı gereksiz hale getirdiğine karar verirse, bu çok
büyük bir hata olur -felsefi terminolojiyle bir kategori hatası yapmış
olur.- Mekanizmayı tasarlayan bir Bay ford olmasaydı, onun anlamaya
çalışacağı bir şey de olmayacaktı.
-
Tıpkı bunun gibi evrenin işleyişinin dayandığı genel
prensipleri bildiğimiz için, evreni tasarlayan, yapan ve idame ettiren
Yaratıcı bir Zat’ın varlığına inanmanın anlamsız ya da gereksiz olduğunu
zannetmek de benzer bir kategorik hatadır. Başka bir deyişle, evreni
işleten mekanizmalarla onu var eden ya da idame ettiren sebebi birbirine
karıştırmamalıyız.
-
Isaac Newton evrensel kütle çekim kanununu keşfettiğinde:
“Gezegenlerin hareketlerine dair mekanizmayı keşfettim, bu yüzden o
mekanizmayı tasarlayan fail bir Tanrı yoktur.” demedi. Tam aksine, o
mekanizmanın nasıl işlediğini anladığı için onu tasarlayan Tanrı’ya olan
hayranlığı daha da artmıştı.
-
Richard Dawkins gibi bazı etkili yazarlar, Tanrı’yı bilime
alternatif bir izah aracı olarak algılama konusunda ısrar ediyorlar
(halbuki bir kanaate teolojik düşüncenin hiçbir yerinde rastlanmaz).
Dolayısıyla, Dawkins burada Donkişot gibi yel değirmenlerine saldırmış
oluyor (yani, ciddi hiçbir düşünürün zaten inanmadığı garip bir Tanrı
anlayışını reddediyor). Böylesi bir saldırı, en kibar şekilde ifade
etmek gerekirse, entelektüel gelişmişliğin bir göstergesi olarak kabul
edilemez.
-
James Clerk Maxwell Cambridge’deki ünlü Cavendish Fizik
Laboratuarı’nın kapısının üzerine şu sözü nakşetmiştir: “Tanrı’nın
eserleri mükemmeldir ve o eserlerden hoşnut olanlar tarafından
dikkatlice tefekkür edilirler.” [Mezmurlar 111,2]
-
Bir saatin tüm parçalarını tek tek incelemek, entegre olmuş bir bütün olarak saatin nasıl çalıştığını kavramamıza yetmez.
-
“İndirgemeciliğin en başarılı olanarında bile neredeyse her
zaman çözümlenememiş bir fazlalık kalır” Karl Popper [Scientific
Reduction and the essential Incompleteness of All Science,
Studies in the Philosophy of Biology]
-
Bu sayfayı okuduğunuz sayfayı düşünün. Bu sayfa, mürekkeple
basılmış bir kağıttan oluşur (veya önünüzdeki bilgisayar ekranında
noktalar dizisinden de oluşuyor olabilir). Kağıt ve mürekkebin, fizik ve
kimyasının (veya bilgisayar ekranındaki piksellerin) prensip olarak
bile, sayfadaki harflerin şekillerinin önemine dair asla bir şey
söyleyemeyeceği gayet açıktır; fakat bunun fizik ve kimyanın bu sorunun
üstesinden gelebilecek kadar ilerlemiş olup olmamasıyla hiçbir ilgisi
yoktur. Bu bilim dallarının gelişmesi için 1.000 sene daha beklesek
bile, sonuçta hiçbir değişiklik olmayacaktır çünkü o harflerin
şekilleri, fizik ve kimyanın yapabileceğinden daha üst seviye ve tamamen
yeni bir izah gerektirmektedir. Aslında, tam izah yalnızca dil ve
yazarlığın daha üst seviyedeki kavramlarıyla yani bir insanın mesaj
iletmesi sayesinde yapılabilir. Kağıt ve mürekkep bu mesajın
taşıyıcılarıdır, ama mesaj bunlardan otomatik olarak ortaya
çıkmamaktadır. Ayrıca, dile gelindiğinde, benzer şekilde birbirini
izleyen seviyeler vardır. Bir dilde bulunan kelimeleri o dilin
fonetiğinden çıkaramazsınız veya dil bilgisi kurallarını o dilin
kelimelerinden çıkaramazsınız vs…
-
İngiliz teolog ve bilim adamı Arthur
Peacocke, “fizik ve kimya, modern makinelerin (DNA, RNA ve protein)
bilgiyi nasıl taşıdıklarını gösterseler bile, “bilgi” kavramı ya da
mesajın taşınması kavramı hiçbir şekilde fizik ve kimyanın kavramları
cinsinden ifade edilemez…” der. [The Experiment of Life, Toronto, Univesity of Toronto Press]
-
“Sevinçleriniz ve dertleriniz, anılarınız, hırslarınız,
kişiliğiniz ve iradeniz gerçekte geniş bir sinir hücresi ağının ve
onlarla bağlantılı moleküllerin davranışından başka bir şey değildir.”
Francis Crick [The Astonishing Hypotesis -The Scientific Search for the Soul]
O zaman, aşk ve korku için ne düşüneceğiz? Onlar da anlamsız birer nöral
(sinirsel) davranış biçimi mi? Veya güzellik, doğruluk, dürüstlük,
sadakat kavramlarına ne mana vereceğiz? Rembrandt’ın bir resmi, tuval
üzerine serpilmiş boya moleküllerinden başka bir şey değil mi yani?
-
“Evrenin mahiyeti ve kökeni üzerinde derin düşünen ve bu
hususta yazı yazanların nerdeyse tamamı için evren, kendisinden öte,
fiziksel olmayan, yüce bir kudret ve akıl sahibi olan bir kaynağa işaret
ediyor gibi gözükmektedir. Bilhassa Plato, Aristo, Descartes, Leibniz,
Spinoza, Kant, Hegel, Locke ve Berkeley gibi klasik felsefecilerin
tamamı, evrenin başlangıcının aşkın bir gerçeğe dayandığını
görmüşlerdir. Her biri bu gerçeğe farklı açılardan yaklaşıp farklı
fikirlere sahip olsalar da, evrenin kendi kendi kendini açıklayamayacağı
ve kendinden öte bir açıklamaya ihtiyaç duyduğu hususunda ortak kanıda
oldukları aşikardır.” Keith Ward
-
“Astronomi bizi benzersiz bir olaya, hiçten yaratılan bir
evrene yönlendiriyor. Bu öyle bir evren ki hem hayatın oluşabilmesi için
tam tamına uygun şartları sağlayacak çok hassas bir dengeye sahip hem
de temelinde (‘tabiatüstü’ denebilecek türden) bir plan yatıyor.” Arno
Penzias
-
“Evrene bakıp birçok fiziksel ve astronomik olayın bizim
faydamıza olacak şekilde birlikte çalıştıklarını anladıkça, evren sanki
bizim gelişimizi hep bekliyordu gibi görünüyor.” Freeman Dyson
-
“Bizim bu evrendeki varlığımızın kör talihin bir cilvesi,
tarihi bir tesadüf ya da dev kozmik dramada kazara meydana gelen bir şey
olduğuna asla inanmam. Bizim evrene gelişimizin çok derin bir anlamı
olmalı… buraya gelmemi gerçekten planlanmış.” Paul Davies
-
“Evrenin en anlaşılmaz yöne onun anlaşılabilir olmasıdır” Albert Einstein
-
Bilimsel çalışmalar, inançtan ayrılamaz. Gödel’in İkinci
Teoremi bu hususta bir delildir: Matematiğin tutarlılığına inanmadan
matematik dahi yapamazsınız.
-
Gerek gezegenlerin Güneş etrafında nasıl döndüğünü
açıklamak, gerek tutulmalar ve benzeri bütün astronomik olayları tahmin
etmek için kullandığımız (daha doğrusu uzmanların kullandıkları) bu
kanuna o kadar alışmışız ki, onun ardında bile saklı bir inanç olduğunu
fark etmeyiz. Bugün olanların yarın da olacağına dair inancımızdır söz
konusu olan. Bu, Bertrand Russell’ın klasik ‘tümevarımcı hindi’
hikayesinde açıkladığı felsefenin meşhur tümevarım problemidir.
Hikayenin kahramanı bir hindidir. Hindi, Noel öncesi düzenli olarak
beslendiği için her gün besleneceğine dair akıl yürütür. Fakat hindiyi
Noel günü büyük bir felaket beklemektedir çünkü tümevarımın
tehlikeleriyle Noel günü bir anda karşılaşacaktır! Paul Davies bu
hikayeyi şöyle yorumluyor: “Yaşamımızda Güneş’in her gün doğuyor olması,
yarın da doğacağının garantisi olamaz. Güneş’in yarın doğacağından
(yani doğada gerçekten güvenilir bir düzen olduğundan) emin olmak
tamamen bir inanç meselesidir. Fakat bu inanç, bilimin gelişimi için
zorunlu olan bir inançtır.” [The Mind of God]
-
“Fiziksel partiküllerin kesin
matematiksel kurallara sürekli bir uyum göstermesi, bu karşılıklı
ilişkiyi ancak zorunlu yolla sağlayan kozmik bir matematikçi var ise
mümkün olabilir. Fizik kanunlarının varlığı… bu tarz kanunları formüle
eden ve fizik alemini o kanunlara boyun eğdiren bir Tanrı’nın olduğuna
kuvvetle işaret eder.” Keith Ward
-
“Tanrı kavramını anmadan evrenin başlangıcı hakkında
konuşmak çok zor. Benim evrenin kökeni hakkındaki çalışmalarım bilimle
din arasındaki sınırda bulunuyor ve ben bu sınırın bilim tarafında
durmaya çalışıyorum. Kuvvetle muhtemeldir ki, tanrı bilimsel kanunların
tarif ettiği tarzda hareket etmemektedir.” Stephen Hawking, [ABC Televizyonu, 20/20, 1989]
-
“Bilim, ‘akide gibi’
önkabullere dayanması açısından inanca benzer. Bu ön kabuller, evrenin
düzeni ve anlaşılabilirliğiyle ilgili olduğu kadar evreni düzenli bir
yaratılışın neticesi olarak kabul eden teist evren anlayışının özüyle de
uyum içerisindedir. Üstelik öyle görünüyor ki, teistler algılanan düzen
nasıl mümkün olabilir sorusunun üzerinden gidip, evrenin varlığına ve
tabiatına dair izahlarla birlikte en temel tanımları arayarak bilimsel
dürtüyü teşvik ediyorlar.” J.J. Haldane
-
“Evrenimiz, zaman zaman gerçekleşen şeylerden sadece bir tanesidir” E. Tryson
-
Evrenin öylesine var olduğunu söylemek, tıpkı neden elma
yere düşer sorusuna, ‘öyle de ondan’, tarzında cevap vermek kadar
bilimseldir ancak.
-
Bir röportajında Paul Davies şöyle söyler: “Hayatın ya da
evrenin kökenini illa ki tabiatüstü bir şeylerle açıklamaya gerek yok.
Ben bu tarz ilahi onarıcı fikirden hiçbir zaman hoşlanmadım. Bütün her
şeyi varlığa getirecek derecede zeki bir matematiksel kanunlar kümesine
inanmak bana daha ilham verci geliyor.”
Davies gibi bir bilim adamının, varlığın nasıl başladığı sorusuna
cevabını, hoşlandığımız ya da hoşlanmadığımız şeyler üzerine bina ediyor
olması garip doğrusu. Bu, birinin: “Bahçemin derinliklerinde perilerin
yaşadığını düşünmekten hoşlanıyorum” demesinden daha mantıklı değildir.
Dahası o, burada görülen aklı (bir şahsiyete değil de) matematiksel
kanunlar kümesine atfediyor ve ilham vericiliklerine dayanarak onların
akıllı olduklarına inanıyor! Bu hüsnükuruntu değil de nedir?
-
Çoğumuzun basit aritmetik kanunları tecrübe ettiği bu
dünyada, mesela “1+1=2” kanunu kendi başına hiçbir şeyi varlığa
getirmemiştir. Mesela benim banka hesabıma herhangi bir para
yatırmamıştır. Bankaya önce 1.000 dolar yatırırsam ve daha sonra buna
1.000 dolar daha koysam, aritmetik kanunları banka hesabımın nasıl 2.000
dolar olduğunu rasyonel olarak açıklayabilecektir. Fakat eğer ben
bankaya hiçbir şey yatırmayıp, banka hesabımda para oluşturma işini
aritmetiğin kanunlarına bırakırsam, daima parasız kalırım. Katı
natüralist dünya görüşünde akıllı matematiksel kanunların kainatı ve
hayatı kendi kendine var ettikleri iddiası ancak hayal mahsülü olabilir;
üstelik de en kötüsünden. Hatta öyle ki buna bilim-kurgu demek bilimin
adını lekelemek olacaktır. Üstüne basa basa tekrarlamakta beis yok,
teoriler ya da kanunlar hiçbir şeyi var edemezler.
-
“Böyle bir düzenin kaostan çıkmış olmasına ihtimal
vermiyorum. Düzenleyici bir ilke olmak zorunda… Tanrı bana gizemli gelse
de varlık mucizesinin -yani neden yokluk değil varlık var sorusunun-
mümkün olan tek açıklamasıdır.” Allan Sandage
-
“Bana göre bilimsel açıdan inceleyecek olursak köken
meselesi cevapsız kalır. bu yüzden, bir miktar dinsel ya da metafiziksel
açıklamalara ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ben Tanrı mefhumuna ve onun
varlığına inanıyorum.” Charles Townes
-
Dünyada hayatın var olabilmesi için öncelikle bol miktarda
karbon tedarikine ihtiyaç vardır. Karbon ya üç helyum çekirdeğinin
birleşiminden oluşturulur ya da helyum ve berilyum çekirdeklerinin
birleşiminden. Seçkin bir matematikçi ve astronom olan Sir Fred Hoyle,
bunun olabilmesi için, nükleer temel hal enerji seviyelerinin birbiriyle
uyumlu bir şekilde hassasça ayarlanmaları gerektiğini keşfetti. Bu
fenomene ‘rezonans’ adı verilir. Eğer sapma herhangi bir yönde %1
oranında dahi olsa, evrende hayat devam edemez. Hoyle, daha sonraları,
hiçbir şeyin, ateizmin bu buluşu sarstığı kadar sarsmadığını itiraf
edecektir. “Fiziğin yanında biyoloji ve kimyayla da uğraşan süper bir
akıl” varmış gibi görünen hassas ayarın bu derecesi onu ikna etmeye
yeterli oldu ve ona “tabiatta kör kuvvet diye bir şey yok” dedirtti.
-
“Teorik fizikçi Paul Davies; eğer güçlü nükleer kuvvetin,
elektromagnetik kuvvete oranında, 10 üzeri 16’da 1 kadar bir farklılık
olsaydı hiçbir yıldız oluşamazdı der. Aynı şekilde elektromagnetik
kuvvet sabitesinin, çekim kuvvet sabitesine oranı da benzer bir hassas
denge içinde olmalıdır. Orandaki 10 üzeri 40’ta 1 artış sadece küçük
yıldızların var olmasını sağlarken, aynı oranda bir azalma da sadece
büyük yıldızların var olmasına olanak verecekti. evrende büyük ve küçük
yıldızlar birlikte bulunmak zorundadır, çünkü büyük olanlar kendi
termonükleer fırınlarında element üretirken, sadece küçük olanlar bir
gezegende hayatın devam edebilmesi için yeterince uzun süre
yanabilirler. Davies’in verdiği misale göre, bu, keskin bir nişancının
gözlemlenebilir evrende yirmi milyar ışık yılı uzaklıktan bir bozuk
parayı vurması için gereken isabet hassasiyeti demektir.” [God and the New Physics]
-
Eğer Planck süresi içinde (evrenin başlangıcından sadece 10
üzeri eksi 43 saniye sonra) genişleme ve çökme kuvvetlerinin oranında
10 üzeri 55’te 1 kadar küçük bir farklılaşma olsaydı, ya genişleme çok
hızlı olacak ve evrende galaksiler oluşmayacaktı, ya da daha yavaş
genişleme yüzünden sonunda çok hızlı bir çöküş vuku bulacaktı. [A.H. Guth, ‘Inflationary Universe’, Physics Review D, 23, 1981, s.348]
-
Dünya ile Güneş arasındaki mesafe tam da şimdi olduğu gibi
olmalıdır. Daha yakın olursa su buharlaşacağından ve daha uzak olursa
çok soğuk olacağından hayat mümkün olamaz. Sadece %2 oranındaki
farklılık sonucunda büyüt hayat sona erer. Yüzey çekimi sıcaklıktaki
yüzde 1 ila 2’lik değişiklikler, dünyada hayat için gerekli olan -gaz
karışımı oranını içeren- atmosferin var olabilmesi için de kritik önem
taşır. Gezegenimiz yörüngesinde belli bir hızda gitmelidir: Bu hız daha
yavaş olursa gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı çok daha büyük
olur, daha hızlı olursa rüzgarın hızı bir felakete dönüşür. Listeyi bu
şekilde uzatabiliriz. Hayatın mümkün olabilmesi için var olması gereken
benzer hassas ayarlı parametreleri listeleyen astrofizikçi Hugh Ross [The Cosmic Blueprint adlı eserden] kabaca
fakat ihtiyatlı bir hesaplamayla evrende bizimki gibi bir gezegenin var
olma şansının yaklaşık 10 üzeri 30’da 1 olduğunu bulmuştur.
-
“Küçük vahamız üzerindeki
gökyüzüne bakınırken bizler aslında anlamsız bir uçuruma bakmıyoruz;
keşfetme kapasitemizle tam uyumlu olan harika bir arenayı seyrediyoruz.
Belki de herhangi bir sayı dizisinden çok daha kıymetli eski bir kozmik
işarete bakıyoruz; bu öyle bir işaret ki, hayatı netice vermesi ve hayal
edebildiğimiz her şeyden ölçülemez derecede daha engin, daha kadim ve
daha ihtişamlı bir zekayı gösterdiğinin keşfedilmesi için maharetle
hazırlanmış bir evreni nazara veriyor.” [Guillermo Gonzale & Jay W.Richards, The Privileged Planet]
-
Şunu belirtelim, şimdiye kadar kullandığımız argümanların
hiçbirisi, ‘bilim açıklayamıyor öyleyse Tanrı var’ tarzı ‘boşlukların
tanrısı’ argümanları değildir. Biz bilimin açıklayamaması dolayısıyla
değil, aksine bilimsel açıklamalar sayesinde, bu hassas ayarlardan
haberdar olduk. Unutmayalım bizim peşimizde olduğumuz cevap, “Bilim neye
işaret ediyor?” sorusunun cevabıdır.
-
Antropik ilkenin tam olarak söylediği, hayatın var olması için belli başlı zorunlu şartların gerçekleşmiş olması gerektiğidir.Fakat
bu zorunlu şartların niçin oluşturulduğunu veya nasıl oluşturulduğunu
ve hayatın nasıl ortaya çıktığını söyleyemez. Dawkins zorunlu şartların
(izah için) yeterli olduğunu düşünmekle büyük bir hata yapıyor. Çünkü
zorunlu şartlar, hayatın ortaya çıkması için yeterli değildirler. Mesela
Oxford’da en iyi dereceyi yapabilmek için öncelikle o üniversiteye
girmek gerekir. Fakat her öğrencinin bildiği gibi, o üniversiteye girmek
sadece ilk şarttır, derece için tek başına yeterli değildir. Antropik
ilke, hayatın menşeini açıklayamaz; ancak böyle bir izaha duyulan
ihtiyacı nazara verir.
-
[Çoklu evren hipotezine dair] Occam’ın Usturası prensibine
hiç uymayan ve tesbit edilemeyn evrenler içeren bir izah getirmekle
artık bilimden çıkıp metafiziğin alanına girilir. Yani bu teorinin
içerisinde çok az kanıt ama çok fazla spekülasyon vardır.
-
“Evrenimizdeki düzeni
açıklamak için, tek bir Tanrı yerine, trilyon kere trilyon evren
olduğunu varsaymak irrasyonelliğin zirvesini gösterir.” Richard
Swinburne, ["Is There a God?", Oxford University Press, 1995]
-
“İşte size, Tanrı’nın
varlığına ait güncellenmiş ve cilalanmış kozmolojik bir kanıt, Paley’in
tasarım argümanı… Evrenin hassas ayarı, tasarıma ait prima facia (aksi
kanıtlanmadıkça doğu sayılan) bir kanıttır. Kendi tercihinizi yapın:
Sayısız evren gerektiren kör şans mı yoksa sadece bir tane evren
gerektiren tasarım mı… Çoğu bilim adamı, eğer görüşünü itiraf edecek
olsa, reyini tasarım argümanından yana kullanırdı.” Edward Harrison – Masks of the Universe
-
“Bazı insanlar bir maksada binaen yaratılmış dünya
fikrinden rahatsızlık duyarlar. Bu yüzden de maksatla çelişen şeyler
bulup, görmedikleri şeylere ait spekülasyonlar üretmeyi tercih ederler.”
Arno Penzias [Denis Brian - Genius Talk]
-
Christian de Duve şöyle yazar: “Teori doğru çıksa dahi,
bundan Rees ve Weinberg’in çıkarttığı sonuç, beni Fransızca’da ‘balık
boğulması’ diye ifade edilen bir halden dolayı etkilemiştir. Balığı
boğmak için okyanuslardaki bütün suyu kullansanız da bu, onun varlığını
güçlendirmekten başka işe yaramaz. Bir kişi ne kadar çok evren
varsayarsa saysın, bizimkinin önemi bu sayının büyüklüğüyle
azalmayacaktır… Bana göre en önemli şey, hayatın ve aklın bir şekilde
var olması sonucu doğruan düzenlenmiş birliktir.” Dolayısıyla çoklu
evren argümanı dahi, yukarıda belirtilen tasarım argümanlarını
zayıflatamaz.
-
Çoklu evren teorisinin başka bir versiyonu olan kuantum
mekaniğinin çoklu dünya yorumuna göre, mantıksal açıdan olası tüm
evrenler vardırlar. Bu teoriyi değerlendiren Notre Dame
Üniversitesi’nden filozof Alvin Pantinga, eğer tüm olası evrenle varsa o
halde Tanrı’nı var olduğu bir evren de olmak zorundadır der; çünkü
onun varlığı da mantıksal olarak mümkündür. Burada kalmayan Plantinga,
Tanrı’nın her şeye gücü yeten olduğu için her bir evrende var olması
gerektiğini iddia eder, dolayısıyla ona göre sadece bir evren vardır ve o
da bu evren olup Tanrı onu Yaratan (Halık) ve Ayakta Tutan’dır
(Kayyum’dur).
-
1991’de yayımlanan Royal Institution Christmas Lecturers’da
Richard Dawkins şöyle der: “Canlı nesneler… tasarlanmış gibi
görünürler; insanda sanki tasarlanmış olduklarına dair çok güçlü bir
izlenim uyandırırlar.
-
Bilim keşfettikçe, mucizeler artar. Güvercinin yön bulma,
küçük kuğuların göç etme içgüdüsünden, yarasaların yankıya dayalı yer
bulma sisteminden, zürafanın beynindeki kan basıncı kontrol merkezinden,
ağaçkakanın boynundaki kaslardan kim etkilenmez ve bunlar her gün
sınırsız listeden sadece birkaç örnek. Canlılar dünyası, insan aklını
aciz bırakan karmaşıklıkta mekanizmalarla doludur.
-
Richard Dawkins biyolojiyi “belirli bir maksatla
tasarlanmış olduğu izlenimi veren karmaşık varlıkların incelenmesi”
olarak tanımlar. [The Blind Watchmaker] Fakat o ve onun gibi bilim
adamları için, her şey bu kadarla sınırlıdır (yani bir tasarım izlenimi,
herkesin kabul ettiği tasarıma dair güçlü bir izlenim, fakat gerçek bir
tasarım değil). Francis Crick, biyologları, bu izlenimlerini, onun
tahminine göre altta yatan gerçeklikle karıştırmamaları yönünde uyarır:
“Biyologlar sürekli olarak gördükleri şeylerin tasarlanmadığını, sadece
evrildiğini hatırlamalıdırlar.” [‘Lessons from Biology’, Natural History]
Bu tür yargılar bize şu basit soruyu sorduruyor: neden? Eğer ördek gibi
görünüyorsa ve ördek gibi yürüyorsa ve ördek gibi ses çıkarıyorsa, neden
ona ördek demeyelim? Neden bu bilim adamları aşikar olan çıkarımı
yapmaktan uzak durup canlı varlıkların, gerçekten tasarlanmış oldukları
için bu denli tasarlanmış gibi göründüklerini söyleyemiyorlar?
-
“Bir çalılıktan geçerken,
ayağım bir taşa çarptı ve bana, bu taşın nasıl buraya geldiği soruldu
diyelim. Muhtemelen vereceğim cevap, aksine bir şeyler bilmeme rağmen
taşın ezelden beri orada olduğunu söylemek olurdu ve bu cevabın ne kadar
saçma olduğunu ve bu cevabın ne kadar saçma olduğunu göstermek pek de
kolay olmazdı. Ama diyelim ki, yerde bir saat buldum ve bu saatin nasıl
olup da buraya geldiğini araştırmak gerekiyor… daha önce vermiş olduğum
cevap gibi, bildiğim kadarıyla saatin ezelden beri orada olduğunu
söyleyemem. Çünkü saati yapan bir usta olmalı: Bir zanaatkar… olmalı… ve
bu öyle bir zanaatkar olmalı ki, saati aslında bizim bulabileceğimiz
bir gaye için yapmış; onun yapımına vakıf olan ve özelliklerini
tasarlayan biri olmalı… Saatteki mekanizmaya ait her bir işaret,
tasarıma ait her bir gösterge, tabiattaki olaylarda da vardır. Yalnız
bir farkla: Tabiatta olanlar tüm hesaplamaları aşan çok çok üstün bir
seviyededir.” William Paley
-
“Nasıl ki bir saatin
parçalarını bir araya getirme sürecini kavramak, bu süreç ne kadar
otomatik görünürse görünsün, o saatin ustası olmadığı anlamına gelmez
ise aynı şekilde evrenin veya canlı sistemlerin çalışma
mekanizmalarından bazılarını anlamak bir tasarımcının varlığını mümkün
omaktan çıkarmaz.” Sir John Houghton
-
“Darwinizmle ateizm arasında
ciddi bir mantıksal boşluk bulunur. Dawkins bu boşluğu aşmak için,
kanıttan ziyade retorik kullanmayı tercih etmiş görünüyor.” Alister
McGrath
-
Strickberger’in itiraf ettiği gibi evrim teorisinin oluşumunda rol oynayan etkenlerden birisi Tanrı’yı yok etme arzusudur.
-
“Evet, sağduyumuzun da söyleyeceği gibi, Darwin teorisi küçük ölçekte geçerli olabilir ama büyük ölçekte doğru değildir.Tavşanlar
biraz farklı olan diğer tavşanlardan geliyorlar, ilkel bir çorba ya da
patatesten değil. İlk olarak nerede ortaya çıktıkları hala cevaplanmamış
bir soru olarak öylece ortada duruyor, evrensel çaptaki diğer pek çok
soru gibi.” Sir Fred Hoyle
-
“Senin sekiz çocuğunun her
biri diğerinden tamamen farklı: Birbirine tam olarak benzeyen hiçbir
özellikleri yok. Paki, bu nasıl mümkün olabilir? Sen farklı kalıtsal
yolla gelen farklı özellikleri taşıyorlar dersin -tamam- fakat zamanda
geriye, daha geriye hatta en geriye git ve en sonunda farklılıkların
kaynağı olan ilk çifte gel, bu durumda mantıksal olarak senin türüne ait
ilk ERKEK ve DİŞİ’nin, senin türlerinin aralarında en az benzerlik olan
fertlerinin en uç farklılıklarının hepsini taşıması gerekir ya da bu
farklılıkları onlarda doğuştan olan bir kanunun ortaya çıkarması
gerekir.”Joseph Hooker
-
Biyokimyager Michael Behe şimdiye kadar 30.000’den fazla
E.coli bakteri neslinin üzerinde araştırma yapıldığına ve bunun bir
milyon insan yılına eşit bir süre olduğuna ve sonuçta evrimin:
çoğunlukla “dejenerasyon” ürettiğine dikkat çeker.
-
“Pek çok türün fosil tarihi bilhassa türlerin kademeli bir şekilde evrimleştiği fikriyle çelişen iki özellik gösterir:
1- Durgunluk (stasis): pek çok tür,
yeryüzünde yaşadıkları müddetçe doğrusal bir değişim göstermemişlerdir.
İlk ortaya çıktıkları zamanla kayboldukları zamanki fosil kalıntıları
hemen hemen aynıdır; biçimsel değişim genelde çok kısıtlı ve yönsüzdür.
2- Aniden ortaya çıkma: Hiçbir bölgede
türler atalarının düzenli bir değişim geçirmesiyle tedrici şekilde
ortaya çıkmaz; bir kerede ‘tam teşekküllü” olarak belirirler.” Stephen
Jay Gould
-
Gözlemlenemeyen bir Tasarımcı olduğunu varsaymak
gözlemlenemeyen makro evrim adımları olduğunu varsaymaktan daha az
bilimsel değildir. Şu gayet açık ve nettir ki ‘boşlukların evrimi’ en az
‘boşlukların tanrısı’ kadar yaygın bir inanç türüdür.
-
“Eğer biri size yeryüzünde
hayatın 3,45 milyar yıl önce başladığını bildiğini söylerse ya aptaldır
ya da yalancıdır. Bunu kimse bilemez.” Stuart Kauffman
-
“İlk üreyen organizmanın
evrimiyle ilgili bir natüralist teori geliştirmek için, işe nereden
başlayacağımıza bile karar vermek son derece zor hale geldi.” Anthony
Flew
-
Ağırlığı bir gramın trilyonda
birinden bile hafif olan en ufak bakteri hücrelerinin bile “cansız
dünyada eşi yoktur. İnsan eliyle yapılmış herhangi bir makineden çok
daha komplikedir. 100 bin kere milyon atomun bir araya gelmesiyle
oluşmuş; mükemmel şekilde dizayn edilmiş binlerce girift moleküler
makine içeren gerçek bir mikro minyatür fabrika gibidirler.” Michael
Danton - Evolution:A Theory in Crisis
-
“İlkel bir hücrenin nasıl bir
yapıya sahip olduğuna dair hiçbir fikrimiz yok. Bildiğimiz en basit
canlı sistemi bakteri hücresidir…. ki onun da bütün kimyasal planı diğer
hücrelerinkine benzer. Mesela insan hücresiyle aynı genetik koda
sahiptir ve aynı dönüşüm mekanizmalarını kullanır. Dolayısıyla üzerinde
inceleme yapmak için bulabildiğimiz en basit hücrelerde bile ilkellik
namına hiçbir şey yoktur… gerçek anlamda ilkel yapılara özgü en ufak bir
ipucu dahi bulunamaz.” Jacques Monod
-
Malumdur ki bir kapanın beş ya da altı parçasından her biri
aynı anda mevcut olmalıdır ki kapan çalışsın. Behe’nin de dikkat
çektiği gibi “ilk sistemde ard arda gelen çok küçük ve yavaş değişimler
sonucu (yani aynı mekanizmayla çalışmaya devam eden işlevi geliştirerek)
indirgenemez kompleks bir sistem ortaya çıkmaz. Çünkü indirgenemez
kompleks bir sistemin öncülü işe yaramaz, tek bir parçası dahi eksik
olan böyle bir sistem, yapısı nedeniyle çalışamaz.” [Intelligent design creationism and its critics, ed. Robert T. Pennock, Cambridge, MA, MIT Press, 2001]
-
“Sadece enerji vererek bir
proteinin oluşmasını beklemek, bir tuğla yığını altına kurulmuş dinamiti
patlattıktan sonra o tuğlalardan bir ev oluşmasını beklemeye benzer.
Tuğlaların yerden kalkması için gereken enerji verilebilir, fakat
enerjiyi tuğlalara kontrollü ve düzenli bir yöntemle dağıtmadıkça kaotik
bir yığından başka bir şeyin ortaya çıkması ancak çok çok küçük bir
ihtimaldir.”Paul Davies
-
Hayat, bildiğimiz gibi yüz binlerce protein gerektirir ve
by proteinlerin şans eseri üretilme olasılığı “10 üzeri 40.000’de 1”
ihtimalden azdır. Sir Fred Hoyle, verdiği meşhur bir örnekte, hayatın
kendiliğinden ortaya çıkma ihtimalini, fırtına esnasında bir hortumun
bir hurdalıktan geçmesi neticesinde, Boeing 747 tipi bir uçağın meydana
gelmesi ihtimaline benzetir.
-
Robert Shapiro şuna dikkat çekmiştir, ‘proteinler’ DNA’da
kodlanmış olan direktifleri takip ederek inşa olsalar bile kimyasal
olarak DNA’dan oldukça farklı ve büyük moleküllerdir: “Yukarıda bahsi
geçen konu, eski bir bilmeceyi hatırlatıyor: Hangisi önce gelir? Tavuk
mu yumurta mı? DNA, protein inşası için gereken formülü içerir. Fakat bu
bilgi, proteinlerin yardımı olmadan kopyalanamaz ya da tekrarlanamaz.
Hangi büyük molekül önce ortaya çıkmıştır; proteinler mi (tavuk mu)
yoksa DNA mı (yumurta mı)?
-
“Canlı ve cansızlar arasındaki
boşluğu doldurmaya engel olan en büyük problem hala geçerliliğini
koruyor. Bütün canlı hücreler DNA’da depolanmış bilgiyle kontrol
ediliyorlar ve bu bilgi RNA’ya aktarılıp ardından proteinlere dönüşüyor.
Bu komplike sistemdir (bu sistemi oluşturmak ya da bu sistemin
çalışabilmesi için) bu üç molekülün her biri aynı anda diğer ikisine de
ihtiyaç duyar. Örneğin DNA bilgi taşır fakat bu bilgiyi kullanamaz veya
RNA ve protein olmadan kendini kopyalayamaz.” Kenneth R. Miller &
Joseph Levine – Biology: The Living Science
-
“DNA bir bilgisayar programı gibidir, fakat bizim yaratabileceğimiz bir softwareden çok çok ileridedir.” Bill Gates [The Road Ahead, Boulder, Blue Penguin, 1996, s.228]
-
Hayatın kökeni konusunda çeşitli teoriler var; ama bu
teorilerin hepsi, temel soruların en başında gelen şu soru larşısında
çöküyor: Genetik Kod, çevirisini de yapacak olan bütün mekanizmalarıyla
beraber ilk kez ortaya nasıl çıktı?
-
“Biyogenez (hayatın kökeni)
problemine eğilirken Darwinizm, sadece hayatın zaten devam ettiği
aşamada (hayat varken) yarar sağlar. İlk defa hayatın nasıl başladığını
açıklayamaz.” Paul Davies
-
Materyalist bir kişi, tabi süreçlerin her şeyden sorumlu
olduklarını söylemek zorundadır çünkü onun kitabında geçerli olan başka
bir alternatifi yoktur. ‘Boşlukların evrimi’ ile bir sonuca varmak en az
‘boşlukların tanrısı’ kadar kolaydır. Hatta ‘boşlukların evrimi’ne
sığınmanın ‘boşlukların tanrısı’na sığınmaktan daha kolay olduğu da
söylenebilir çünkü ilki ikincisinden çok daha az eleştiri alacaktır.
-
“Günümüz biyoloji bilgisinin
büyük kısmı ideolojiktir. İdeolojik bir düşüncenin en önemli göstergesi
ondan çıkarım yapılamaz ve test edilemez olmasıdır. Ben böyle mantıksal
açıdan kör uçlu (ya da çıkmaz) teorilere ‘ters teoriler’ diyorum çünkü
gerçek teorilerin tam aksi yönde etki ederler: Düşünmeye sevk etmek
yerine düşünmeyi engellerler. Örneğin Darwin’in çok büyük bir teori
olarak düşündüğü doğal seleksiyon yoluyla evrim teorisi son zamanlarda
işte böyle ters teori gibi işlemeye başladı çünkü can sıkıcı deneysel
yetersizlikleri örtmek ve en çok sorgulanması gereken ya da en azından
yanlış bile olmayan bulguları meşrulaştırmak için kullanılıyor. Protein,
‘kütle etki yasasına’ karşı mı koyuyor; cevap hazır ‘evrim öyle yaptı’!
Komplike karmakarışık kimyasal reaksiyonlar bir tavuğa mıdönüşüyor;
cevap gene ‘evrim’! İnsan beyni bilgisayarın taklit edemeyeceği
mantıksal prensiplerle mi çalışıyor. Bunun cevabı da ‘evrim’!” Robert
Laughlin – A Different Universe: Reinventing Physics from the Bottom Down
-
“Şayet maymun nanosaniyede bir
tuşa bassa bile, onun Hamlet’i yazması öyle uzun bir zaman alırdı ki
evrenin tahmini yaşı bile onun yanında hiç kalırdı… Oyun yazmanın pratik
yolu bu değildir.” Gian-Carlo Rota
-
Russell Grigg, Could Monkeys Type the 23rd Psalm adlı
makalesinde bir maymunun her saniye rastgele bir tuşa bastığı takdirde
‘the’ kelimesini yazması için gereken ortalama sürenin 34.72 saat
olduğunu gösterir. Bu durumda Zebur’un 23. bölümü gibi uzun bir şey
(toplam 603 harften, mısra numaralarından ve boşluklardan oluşan kısa
bir İbranice bölüm) yazması da ortalama “10 üzeri 1017” yıl alacaktır.
Yapılan son tahminlere göre evrenin yaşı bile “10 üzeri 9’un 4 ile 15
katı” yıl arasında bir yerdedir. Bu sonuç Zebur’un 23. bölümünün
kesinlikle kompleks bir nesne olduğunu gösterir; çünkü Dawkins’in
tanımına göre, kompleks nesneler “sırf tesadüf eseri oluşma şansı son
derece ufak olan, önceden tayin edilmiş bir özelliğe” sahiptir.
-
“Evren ne kadar geniş tahayyül
edilirse edilsin hayatın rastgele bir başlangıcı olamaz. Bir maymun
ordusu daktilo tuşlarına rastgele vursa da, Shakespeare’in eserini elde
edemezler bunun çok basit bir sebebi vardır; o da gözlemlenebilir
evrenin tamamı, gereken maymun kalabalığını, daktiloları ve yanlışlarla
dolu kağıtları atmak için gereken çöp sepetlerini alabilecek kapasitede
değildir. Aynı şey canlılar için de geçerlidir. Hayatın, cansız bir
maddeden kendi kendine ortaya çıkma ihtimali, yanında 40.000 sıfır
koyduğumuz sayıda 1’dir… Bu, Darwin ve bütün evrim teorisini gömecek
kadar büyük bir rakamdır. Ne bu Dünya’da ne de başka bir gezegende
‘ilkel çorba’ mevcut değildi ve eğer hayatın başlangıcı tesadüf değilse,
o zaman kasıtlı bir aklın eseri olmalı.” Sir Fred Hoyle & Chandra
Wickramasinghe, Evolution From Space, Cosmic Life Force
-
[Richard Dawkins’in bir analojisine dair] Michael Behe o
analojinin “belli bir fonksiyonu hedefleyen doğal seleksiyonu örneklemek
amacıyla kullanıldığına dikkat çeker. Peki yanlış şifre girildiği bir
kilidin ne gibi bir fonksiyonu olabilir? Diskleri bir süre rastgele
çevirdikten sonra BDNUEFEQİKCOĞABFNRİROL gibi (her iki harften birinin
doğru olduğu) bir dizilişle, harflerin yarısını elde ettik diyelim.
Dawkins’in analojisine göre bu, rastgele harf dizisinde bir gelişmedir
ve bir şekilde kilidi açmamıza yardım edecektir. Ama gerçekte, eğer
üretken başarınız o kilidin açılmasına bağlıysa bu durumda, yarısını
doğru bilmekle, hiçbir sonuç elde edemezsiniz. İronik olan ise hem Sober
hem de Dawkins’e göre şifreli bir kilit son derece spesifize olmuş
indirgenemez kompleksliktedir ve böyle sistemlerin neden tedricen
fonksiyonel hale gelemeyeceğini çok güzel bir şekilde gösterir.”
-
“Dawkins’in insanları hayret
ve şaşkınlıktan kurtarma stratejisi işe yaramadı, sadece hayretin yönünü
değiştirdi. Artık, hedeflenen kompleks bir sonucun kendiliğinden ortaya
çıkmasına değil hedeflenen sonucu zaman içinde programlı etkin bir
kanunun kendiliğinden var olduğuna hayret edilmeye başlandı.” Keith Ward
-
Allan Sandage 50 yaşında dine dönüşünü şu sözlerle ifade
ediyor: “Dünya, her bir sistemi ile ve bu sistemlerin aralarındaki
bağlantı ile, sadece tesadüfe hamledilemeyecek kadar komplekstir. Her
bir organizmada hayatın varlığının tüm o düzeniyle en güzel şekilde
oluşturulduğuna ikna oldum”
-
Antony Flew 50 yıl boyunca ateist olarak yaşadıktan sonra
inanmaya başlamasının sebebini, biyologların DNA araştırmalarına bağlar
ve şöyle devam eder: “Bu araştırmalar, hayatın ortaya çıkması için
gereken düzenlemelerdeki olağanüstü komplekslilik nedeniyle bu işin
içinde zekanın olması gerektiğini ispatlamıştır.”
-
Arkeologumuz iki çizikle karşılaştığında onun hemen bir
zeka ürünü olduğu sonucuna varabiliyorken; bazı bilim adamlarının 3,5
milyar harflik biri dizinden oluşan insan genomuyla karşılaştıklarında
onun sadece şans ve zorunlulukla açıklanabileceğini söylemeleri sizce de
şaşırtıcı değil mi?
-
“Bir ateistle inançlı bir
kimse arasındaki farklılık, ‘nihai gerçeği sorgulamak mantıklı mı değil
mi’ sorusuna verdikleri cevaptan ziyade ‘hangi gerçek nihaidir?”
sorusuna verdikleri cevaptan kaynaklanır. Ateistin nihai gerçeği
evrendir; teistin nihai gerçeği ise Tanrı’dır.” Austin Farrer
-
“Dünya, her bir sistemi ile ve
bu sistemlerin aralarındaki bağlantılar ile, sadece tesadüfe
hamledilemeyecek kadar komplekstir. Her bir organizmada hayatın, tüm o
düzeniyle en güzel şekilde var olduğuna ikna oldum.” Allan Sandage
-
Helga Thoene, J.S.Bach’ın Violin Partita in D-minor’ünde
dikkat çekici bir ikili kod keşfetmiştir. Alfabedeki harflere karşılık
gelen sayılardan oluşan muntazam bir taslak bu müziğe uyarlandığında şu
sözün ortaya çıktığı bulunmuştur: Ex Deo nascimur, in Christo morimur,
per Spiritum Sanctum reviviscimus. Elbette Sonata’dan zevk alabilmek
için bu gizli yazıyı bilmek gerekmez (asırlardır insanlar böyle bir
mesajın içinde saklı olduğunu bilmeden bu müziği dinlemişlerdi). Fakat
sadece müzikoloji kriterleri ile değerlendirilen bu harika müziğin içine
tamamen farklı bir mesajı kodlayan Bach’ın dehası da yadsınamaz.
İsteseniz kendinizi tamamen natüralist bir bilimle sınırlayabilirsiniz.
Ama o zaman ortaya çıkan mesajı açıklama şansınızın kalmadığını da kabul
etmeniz gerekir. Bu durumdaki bir müzikolog, müziğin nasıl
bestelendiğini açıklayabilir ama metni (Bach’ın yerleştirdiği mesajı)
açıklayamaz ve görmezden gelir. İşte yeni Ateistler aynen bu
durumdadırlar. Hayatı, iletişimi ve düşünceleriyle zengin bir kurguya
sahip insanda gizlenen ‘metni’ görmezden geliyorlar.
-
…Toplantının ardından da Dawkins’in kendisine, evreni LGM
(Little Green Man) ile açıklamanın bir Yaratıcı’yı kabul etmekten daha
mantıklı olduğunu ifade etmişti. Yani Dawkins’e göre açıklama ne olursa
olsun, yeter ki Tanrı olmasın.
-
“Bilimin, etrafımda gördüğüm
gerçek dünya ile ilgili çizdiği resmin yetersiz kalışı beni hayrete
düşürüyor. Bilim bize gerçekle alakalı pek çok bilgi verip,
deneyimlerimizi muhteşem ve tutarlı bir düzene koysa bile bizi çok
yakından alakadar eden ve kalbimize dokunan bazı şeyler hakkında
delirtici şekilde sessizliğe gömülüyor. Kırmızı ve mavi, acı ve tatlı,
fiziksel acı ve fiziksel zevk ile ilgili tek kelime edemiyor; güzel ve
çirkin, iyi ve kötü, Tanrı ve sonsuzluk ile ilgili hiçbir şey bilmiyor.
Bazen bu lanlardaki sorulara cevap veriyormuş gibi görünse de cevapları
genellikle o kadar aptalca oluyor ki cidiye bile alamıyorsunuz.” Erwin
Schrödinger [Nature and Greeks, Cambridge University Press]
-
Eğer evrenin ardında bir Akıl var ise ve o Akıl bizim
burada olmamızı istediyse sorulması gereken en önemli soru şudur: Neden
buradayız? Varlığın amacı nedir? İşte insanın kalbine en çok tesir eden
soru… Evrenin bilimsel analizi bize bu cevabı veremez; yani Matilda
Teyze’nin keki neden yaptığını, bilimsel analizle değil, ancak bambaşka
bir şey ile açıklayabiliriz. Kekin bilimsel izahı belki onun insan için
faydalı olduğunu söyleyebilir; hatta onun insanların besin ihtiyacına
göre hassas bir şekilde ayarlandığı için onlara özel tasarlanmış bir şey
olduğunu da söyleyebilir. Diğer bir deyişle bilim kekin ardında bir
amaç olduğu sonucuna dikkat çekebilir; fakat bu amacın tam olarak ne
olduğunu söylemekten acizdir. Bunu kekin içinde aramak çok saçma olur.
Bize bunu sadece Matilda Teyze’nin kendisi anlatabilir. Gerçek bilim bu
noktadaki yetersizliği yüzünden utanmamalı, sadece böyle sorulara cevap
verecek yetilere sahip olmadığının bilincine varmalıdır. Bu nedenle,
evrenin amacının ne olduğunu ve bizi burada niye bulunduğumuzu bulmak
için, sadece evreni oluşturan teme bileşenlere (madde, yapı ve
süreçlere) bakmak metodolojik açıdan ciddi bir mantıksal hata olurdu.
Nihai cevap ancak, evrenin dışında olmalıdır; tıpkı Matilda Teyze’nin
kekle olan ilişkisi gibi evrenle de aynı cinsten ilişkisi olan bir
Zat’tan gelmelidir bu cevap.
Evrenin ardında soyut bir kavram ya da kör bir fiziksel güç değil Tanrı
vardır. tanrı, Yaratıcı bir Zat’tır. Tıpkı Matilda Teyze kekin bir
parçası olmadığı gibi Tanrı da yarattığı evrendeki maddenin bir parçası
değildir.
-
Bir yaratıcı var ise, evrenin yapısını anlayarak O’nu
dolaylı yoldan tanıyabilmemiz dışında, O da bizimle doğrudan konuşmuş
mudur? Kendisini anlatmış mıdır? Eğer bir Tanrı var ise ve bizimle
konuştuysa bizim hakikat arayışımız için en önemli şey O’nun bize
söyledikleri olacaktır.
-
Hepimiz kaçınılmaz biçimde başlangıç noktası olarak
kullanacağımız bir varsayım seçmek zorundayız. İnsan zekası sonuç
itibariyle varlığını ya aklı olmayan maddeye, ya da bir Yaratıcı’ya
borçludur. Bazı insanların ikinci yerine birinci varsayımı tercih etme
sebeplerinin zekaları olduğunu ileri olduğunu ileri sürmeleri epey
gülünç doğrusu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder