Kötülük problemi ve özgür irade miladın da öncesine uzanan büyük bir
düşünce tarihine sahiptir. Doğadaki kötülük ile teizmin ilahi adalet
kavramı, tasarlanmış evren ve mükemmellik, özgür iradenin çözümlenmesine
veya çözümlenememesine dair argümanlar bu makalenin ana konusudur. Yine
“evrende kusur var mıdır, mükemmellik nedir, Andromeda galaksisi bir
israf mıdır?” şeklindeki soruların cevapları aranarak “teodise” ile
ilişkisi irdelenecektir.
1. Kötülük Problemi, Özgür İrade’ye Yeni Bir Bakış
Kötülük problemi, felsefe tarihi boyunca birçok kimse tarafından
incelenmiş ve sürekli tartışılmış bir konudur. Bu argümanın özü mutlak
iyi bir Tanrı varlığında evrende nasıl kötülüklerin olabildiği sorusunda
yatmaktadır. Evrendeki ve daha küçük ölçekte, dünyadaki bozulmalar,
doğal afetler, ölümler, savaşlar ve sair her türlü acı verici, zararlı
ve korkutucu hadiselerin neden olduğu sorusu üzerine üretilen bu argüman
ilk olarak Epiküros(ö. M.Ö. 270) tarafından formülleştirilmiştir. Temel
olarak “Tanrı kötülükleri ortadan kaldırmak ister veya istemez;
istemezse iyi değildir. İsterse gücü yeter veya yetmez; yetmezse her
şeye gücü yeten değildir. Yetiyorsa ve istiyorsa neden kötülükler var?”
yönünde bir argümandır. Epiküros’u yüzyıllar sonra David Hume takip
edecektir ve benzer bir argümanla J. L. Mackie buna “mantıksal kötülük
sorunu” adını verecektir
(Kiriş, 2008, 86).
Kötülüklerin olduğu bir evren ile adil ve iyi bir Tanrı anlayışının
uyuşabileceğini öne süren filozoflar olmuştur. Platon, kötülüklerin
sebebi olarak Tanrı’yı değil, “kötü ruh”ları görmüştür ve insanın
kendini fazla sevmesinden kaynaklanan bir yanılgısına vurgu yapar. Onun
sonrasında Ortaçağ Avrupa’sında Augustinus da insanın kendi yüzünden
kötülüğe düştüğüne işaret ederek ardından gelen Thomas Aquinas, Martin
Luther ve Jean Calvin’i etkilemiştir. Daha sonra İslam fikir tarihinde
Farabi “şer olmadan nizam olmaz” mealindeki görüşleri ile “kötülüğün
kaçınılmaz ontolojisi” olduğunu ifade etmiştir
(Kiriş, 2008, 89).
Ancak kötülük problemine çözüm getirmek üzere “teodise” terimini ilk
kullanan kişi Leibniz’dir. Teodise terimi Grekçe “Tanrı” ve “adalet”
kelimelerinin birleşiminden oluşur. Leibniz’e göre üç tip kötülük
vardır: Metafizik, Fiziksel ve Ahlaki kötülük. Fiziksel kötülük doğayla
ilişkili, ahlaki ise insanın günah işlemesi ile ilişkilidir
(Çınar, 2005, 164).
Leibniz’in bu sınıflaması sorunu tanımlamakta faydalıdır. Özellikle
fiziksel ve ahlaki olarak kötülüğü ayırarak incelemizi yapacağız.
Leibniz’e “teodise” fikri üzerinden en çok eleştiri getiren filozof
Kant’tır. Kant’a göre alemdeki eksiklik ve kötülüğün kaynağı problemi
daima devam edecektir ve çözülemez
(Arıcan, 2006, 227).
İlahi hikmet ile kötülük gerçeğinin uzlaştırılamayacağını savunan Kant,
buna gerekçe olarak insan aklının tabiyatının böyle aşkın bir sorunu
çözebilecek kabiliyette olmamasını gösterir. Bu yüzden ona göre İlahi
hikmetin yollarını anlama ve kavrama çabaları terk edilmelidir. Bunu
temellendirmek için Eyüp peygamber örneğini verir ve suç işlemediği
halde onun başına gelenlere karşı tavrını “ahlakı inanca dayandırmak
değil, inancı ahlaka dayandırmak” olarak yorumlar
(Arıcan, 2006, 232-234).
Kant determinist bir evren öngören Newton fiziğinin bilim olduğu bir
çağda yaşamış ve determinizmin “özgür irade” için bir engel olduğunu
düşünmüştür. Determinizmin özellikle özgür iradeye yer bırakmayacağını
düşünmesinde Newton fiziği paradigmasına Caner Taslaman dikkat çeker.
Kant’ın saf aklın sonuçlarını determinizm engeline takıldığı için
reddetmesinin hatalı olduğunu ve Kuantum Teorisi’nin en kabul gören
yorumunun “indeterminist” evren öngörmesinin Kant’ın fikirlerini boşa
çıkardığını ifade eder
(Taslaman, 2008, 73). Burada
dikkat çekmek istediğimiz önemli nokta, “teodise” yani Tanrısal
adalet’in imkanını eleştiren Kant’ın tüm odak noktasının “ahlaki
kötülük” adıyla tanımladığımız kötülük tipi olduğudur. Fiziksel kötülük
ve ahlaki kötülük kavramlarını Leibniz’den ödünç alarak kullanırsak,
Kant’ın odak noktası tam olarak “ahlaki kötülük” yani özgür iradenin
determinist dünyayla çelişmesi fikridir. İlk olarak ahlaki kötülük
kavramını incelemek bu sebeple daha doğru olacaktır kanaatindeyiz.
Leibniz insanın günah işlemesini içindeki metafiziksel kötülük yani
tabii eksikliğe bağlar. Gizil olan kusurlar açığa çıkar ve kötülük
oluşur
(Çınar, 2005, 172). Aslında kötülüğü de orada
gizil olarak Tanrı’nın yarattığını söylemiştir ve aslında deterministik
bir yorumdur. Kant’tan sonra Laplace da bilimsel determinizmden
bahsetmiştir
(Taslaman, 2008, 71) ve bu da insanların
her yaptığının önceden belirlenmiş sebepler sonucu oluştuğunu söylemek
ile aynı şeydir. Yani bu tür görüşlerin özgür iradeye yer bırakmadığı
açıktır.
Kuantum Teorisi’nin ortaya attığı “objektif belirsizlik” ise evrende
indeterministik bir yapı olabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.
Determinizmde olmayan boşluklar Kuantum dünyasında yerini alır. Böylece
her sebebin belli(determine) bir sonucu değil, potansiyel ve olasılıksal
sonuçları olmuş olmaktadır. Bu şekilde özgür irade
temellendirilebilmesine rağmen, Tanrı’nın insanların neyi seçeceklerini
bilip bilmemesi noktasında bir ayrılık olmuştur. William Pollard Kuantum
boşluklarının Tanrı tarafından belirlendiğini savunmuş ve neticede
Tanrısal bir determinizmi ifade etmiş olmaktadır. Buna katılmayan Arthur
Peacocke ise belirsizliklerin Tanrı için de geçerli olduğunu ve
Tanrının kendisini sınırladığını(self-limitation) söyler. Nancey Murphy
de Pollard gibi Tanrının kuantum boşluklarını doldurduğunu ve
belirsizlikleri belirlediğini savunur ve buradan özgür iradeye geçiş
yapabilmek için bir analojiye müracaat eder: Kuantum Teorisi’nde madde
hem parçacık, hem de dalga olabildiğine göre çelişen iki şey aynı anda
olabilir, demek ki “Tanrının bilmesi ile kulun özgür olması” arasında
bir uyum olabilir. Taslaman, Pollard ve Murphy’nin görüşlerini daha
tercih edilebilir bulduğunu söylese de sonunda iki görüşün de özgür
iradeyi temellendiremeyeceği sonucuna varır
(Taslaman, 2008, 91).
Kanaatimizce Murphy ve Pollard’ın tezi “maddede çelişki oluyorsa,
burada da çelişki olabilir” tarzında olduğu için kabul edilemezdir.
Çünkü determinizmin özgür iradeyle buluşmasını beklemek veya ummak
fikrimizce getirisi olmayacak bir yanlıştır. Peacocke’un görüşü revize
edilip Tanrı’nın geleceği bilmemesi’nin Tanrı’nın gücünü daraltıp
daraltmadığı sorgulanmalıdır.
Özne “fiil” ile nesneye yönelir. Tanrının(özne) gelecek(nesne) ile
ilişkisi incelendiğinde bilgi sahibi olmanın(fiil) sekteye uğraması
öznesel ve nesnesel olabilir. Öznenin kabiliyeti yetmeyebilir(1), nesne
fiile uygun olmayabilir(2). Buna bir örnek olarak “Tanrı her şeyi
yapabiliyorsa, insanları tanrı yapabilir mi?” şartlı önermesini alalım.
Buna “evet veya hayır” dendiğinde çelişkiler meydana gelecektir. Ancak
aslında cevabı “hayır”dır. Çünkü ikinci önermede “nesne(insan)
fiile(tanrılaşma) uygun değildir”. Aslında insanın tanrılaşması diye bir
gerçeklik yoktur, bu yüzden bu sualin sorulması anlamsızdır. Tekrar
sorulduğunda “Tanrı her şeyi biliyorsa, geleceği bilebilir mi?” önermesi
de aynıdır. Kuantum belirsizliklerinin olduğu bir dünyada, gelecek
zaten yoktur. İnsanlar özgür iradeleriyle onu eyleyip belirleyene kadar
orada bir gelecek yoktur. Dolayısıyla Tanrı geleceği bilmez ve Tanrı her
şeyi bilir. Bu bir çelişki gibi gözükebilir, ancak gelecek bir “şey”
değildir. “Şey” kelimesi Arapça’da “varlık, var etme” anlamı taşır,
Türkçe’de ise sadece bir “boşluk doldurma kelimesi” olmasına rağmen
gerçekte bir varlığı ve gerçekliği ifade eder. Yani İslami teolojiye
göre Allah, her şeyi bilendir(külli şey’in alim). Ancak buradan
hareketle “şey” olmayanlar bilinmez denilebilir. Geleceğin ontolojik bir
varlığı olmadığı için o bir “şey” değildir. Dolayısıyla gelecek
belirsizdir ve bu doğası gereği böyle olmak zorundadır. Yani
“Allah(özne) geleceği(nesne) bilir” ifadesinin sektesi öznesel değil,
nesnesel uyumsuzluktan ileri gelir. Bu da Tanrının bir gücünü azaltan
ifade değil, nesnenin hatalı bildirilmesi hatasından kaynaklanır. Geleceğin bilinmesi ile çözümsüz kalan özgür irade sorunu fikrimizce
bu şekilde temellendirilebilmektedir ve Kuran ayetlerinde buna dair
güçlü deliller bulunmaktadır. Bununla beraber geleneksel “kader”
anlayışına mugayir bir sonuç ortaya çıkacaktır. Bunlara geçmeden evvel
geleneksel Kaderci anlayışın söylemlerine yer verelim: Büyük İslam
İlmihali’nde kader konusu için şu ifadeler geçer: “Herhangi bir şeyin
muayyen bir şekilde meydana gelmesini Cenab-ı Hakk’ın ezelde dilemiş
olmasına kader denir”
(Bilmen, 2003, 67. madde). Yani
olan biten her şeyin nasıl olduğu bilgisi ve henüz yok olan varlıkların
nasıl olacağı bilgisi ezelde iken var olmuş olmaktadır. Bu da tam
manasıyla fatalizm(kadercilik)dir. Ancak buna cevap olarak da Bilmen,
70. maddede “kaderin bilinmesi, mesuliyete mani değildir” der. Bunu da
“Allah insan dilerse ve Allah da onay verirse insanı o şekilde yaratır”
diyerek temellendirmeye çalışır. Burada “ilk bilginin hatalı olması”
gibi bir çelişki vardır. Yani Allah yaratmadan evvel kulunun her
zerresinin her hareketini bildiğine ve yazdığına göre onun bir otomat
olmaktan başka çaresi kalmaz. Bunun dışında ayrıca “insan dilese bile,
Allah’ın onayı ile yaratması” hadisesi insanın özgürleşmesinin önünü
keser. Neticede geleneksel ilmihallerdeki kaderci anlayış
“deterministik”tir. Bu açıdan özgür iradeyi temellendiremez. Dolayısıyla
özgürlük yoksa, seçim de yoktur. Eskatolojik olarak(ahiret ile ilgili)
cennetin ve cehennemin bir gereği kalmaz
(Çınar, 2005, 173).
Kuran ayetlerinde “Allah’ın geleceği bilmesi” ile ilgili ayetler vardır. Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır’ın dikkat çektiği gibi
Tevbe suresi 16. ayette
“Em hasibtum(hesap mı ettiniz) en tutrekû(terk edileceğinizi) ve
lemmâ(buna rağmen) ya’lemillâhullezîne(allah bilinceye) câhedû
minkum(içinizden cihad edenler)” ifadesi vardır. Manası “Allah içinizden
cihad edenleri bilinceye kadar terk edileceğinizi mi sandınız?” Bu
ayette temel nokta “ya’lemillahu” ifadesidir. Allah’ın bilmesine kadarki
süreç anlamı vardır ve meallerin birçoğunda hatalı tercüme edilmiştir.
Ancak Arapça açısından bunun başka bir manası olamaz. Bazı meallerde
“Allah ortaya çıkarıncaya kadar” manası verilmiştir. Ancak bu kelime
“ya’lemu”(bilmek) ifadesine uymaz, “ortaya çıkarmak ile bilmek”
farklıdır. Ayrıca
Hadid suresi 25. ayette Allah için “li ya’leme” kelimesi kullanılır, yani “Allah müminleri bilsin diye” manası vardır.
Ali imran 140. ayet de aynı şekildedir.
Bu şekilde kötülük probleminin ana noktası olan özgür irade
meselesini temellendirmek ve “her şeyi bilme” sıfatından bir şey
eksiltmemek mümkün görünmektedir. Kant’ın teodise eleştirilerinin
“determinist bir evren” ile makul olduğunu ve Kuantum dünyasının bunu
yalanladığını, diğer yazarların da Tanrı’nın bilgisi konusuna vurgu
yaparak bunun çözülmediğini düşünmesinin “nesnesel uyumsuzluk”
argümanıyla üstesinden gelinebildiğini savunmaktayız. Nitekim
analizimize Kuran’dan örnekler verip gelenekselci fikirleri eleştirerek
destek verdik. Şimdi ise “fiziksel kötülük” kavramını merkeze alacağız.
2. Mükemmellik, Kusur ve İlahi Adalet Uzlaşması
Dünyada gerçekleşen ve insan iradesinden ileri gelmeyen kötülükler
olarak doğal afetler, savaşlar, sefalet veya evrendeki herhangi bozulma
ya da düzensizlik bu argüman içinde zikredilir. Evrendeki kusur veya
yapıların “mükemmel” olmaması, insanların ölmesine sebep olacak şekilde
tasarlanmış olması bir Tanrısal iyilik veya Tanrısal adalete muhalif
gösterilir. Bununla ilişkili olarak evrende bir “israf”ın da olduğu öne
sürülmektedir
(Stenger, 2011, 138). Stenger, bununla
birlikte evrendeki kara enerji ve karacisimlerin çokluğu, diğer
galaksilerin dünyaya ulaşılamayacak kadar uzak olması gibi argümanları
kullanarak bunun israf olduğunu savunur. Onun çelişkili bulduğu bir şey
de şudur: (1) evrenin yaşam için çok uygun bir halde olmasının Tanrı’yı
göstermesi, (2) evrenin yaşam için uygunluktan o kadar uzak olması ki,
doğal süreçlerle çıkmış olamaması. Stenger, bunu tersi durumlar için
söylendiğinden çelişki olarak görür ve (1) evren çok uygunsa Tanrı’ya
gerek yoktur, (2) evren çok uygunsuzsa Tanrı yaratmamıştır diye itiraz
ederek kendi eleştirdiği çelişkiye kendisi düşmektedir
(Stenger, 2011, 146).
Çünkü evren tasarlanmış görünse, Tanrı olamaz, tasarlanmış görünmese de
Tanrı olamaz diyerek eleştirdiği zıtlığı kendisi ika eder. Burada
ayrıca bir nokta vardır ki, bu da tasarımcı ile tasarım kurallarını
birbirine karıştırmaktır. Bir bilardo topunun hareketini Newton
kanunları tarif edebilir, fakat o topu hareket ettiren şey bu kanunlar
değil, bilardo oyuncusudur
(Lennox, 2012, 88). Yani fail
ve güç kanundan ayrı bir şeydir, “açıklamak” ile “betimlemek” farkı
burada ortaya çıkar. Bir şeyin betimlemesini bilim yapmaktadır, ancak
açıklaması o şeyin sebebinin bilinmesidir. Lennox, bunu izah için
“Matilda Teyzenin Keki” örneğini verir: Matilda teyzenin keki nasıl
yaptığı, muhtevasına ne koyduğu tipinde sorular, keki bilimin incelemesi
ile cevaplanabilir. Ancak kekin niçin yapıldığı sorusunun cevabı
Matilda teyzenin bildirmesi ile öğrenilebilir
(Lennox, 2012, 55). Stenger bu konuda kanunları “niçin” kapsamında değerlendirmiş gözükmektedir.
Bunlara dayanılarak evrende önce düzen ve düzensizliğin Tanrı ile
nasıl ilişkisi olabileceğini düşünmek gerekir. Stenger evrende bir
düzeni kabul etmekle beraber bunun fazla olmadığını veya biraz düzen
biraz da düzensizlik olduğunu ve bunun Tanrı ile çelişik bir durum
olduğunu ifade eder
(Stenger, 2011, 147). Düzenin
sürekli olması gerektiğini ima eder gibi durmakla birlikte bunun da
Tanrı’nın gereksizliğini gösterdiğini ifade etmesi bir totolojidir. Yani
Stenger aslında Tanrı’nın olmayacağının birbirine zıt iki ihtimalde de
olduğunu savunmuş ve bunu kendisi başkası yapınca eleştirmiştir. Bu ise
yanlışlanamayacak bir durumdur, ancak Stenger’in kitabındaki esas
argümanı Tanrı’nın bilimsel olarak incelenip yanlışlanabileceği
minvalindedir
(Stenger, 2011, 12).
William Paley’in “saat ustası” örneğinde belirttiği gibi bir
makinenin tasarımının mükemmel olmasına gerek yoktur. Cevabı aranan
soru, o makinenin tasarım amacına uygun olup olmadığıdır
(Lennox, 2012, 110). Oysa ki, Stenger tam tersine insanların ömrünün daha uzun olabilecek iken daha kısa olmasını bile bir kusur olarak görmektedir
(Stenger, 2011, 62).
Ancak Stenger’in Tanrı hipotezine göre dinlerin Tanrıları ele alınıp
sorgulanır ve onların kabulleri test edilir. Tanrı’nın amacı insanları
sonsuza kadar yaşatmak olmadığı için, bu insanların bir hayat süresi
olması ve kısıtlı olması kusur olarak adlandırılamaz. Dolayısıyla tenkit
tamamen yanlış adrese getirilmiştir. Bununla birlikte evrendeki tüm
bozukluklar ve sair düzensizliklerin sebebi “Tanrı gayesi” temelinde
sorgulanmalıdır. Evrendeki düzensizliğin Tanrısal adalet ile ilişkisini
düşünen ilk isimlerden birisi Anaksimandros(M.Ö. 611-545)’tur. O,
evrende bir zıtlar mücadelesini esas alır ve her değişimi diğerine bir
haksızlık olarak telakki eder. Kozmik dönüşümde sıcağın soğukla, hayatın
ölümle, gecenin gündüzle değişimini bir hak ihlali sayar. Öte yandan
Herakleitos(M.Ö. 540-480), zıtların bir arada bulunduğu görüşünü kabul
etmiş ve bunları “adaletin ta kendisi” olarak görmüştür. Evrenin görünür
karmaşasının altında yatan kozmik bir akıl(logos) olduğunu söyler ve
değişimi kozmik bir yasa olarak sunar
(Çakmak, 2005). Fragmanlarında, “savaş her şeyin babasıdır
(53. fr.)“, “karşıt şeyler bir araya gelir ve en uzlaşmaz olanlardan en güzel uyum(
harmonia) çıkar
(8. fr.)”
gibi ifadeleri vardır. Yani eğer evrendeki çatışmaların olmaması
durumunda varlığın imkansızlığını vurgulamıştır ve buna Leibniz gibi
William King de katılmıştır. Farabi de “Sudur Nazariyesi” ile bunu ifade
eder
(Kiriş, 2008, 89). Kısacası evrendeki düzensizlik
gibi görünen hadiseler de düzenin bir parçasıdır çünkü tam da İlahi
gayeye uygun olarak teşekkül etmektedir. Bu açıdan Kuran’da evrenin
belli bir süre için yaratıldığı ve günün birinde yok olmak üzere
programlandığı bildirilmektedir
(Zelzele, 1-5; Naziyat, 34-36; Hakka, 13-15; Tekvir, 3-5; İnşikak, 1-2).
Yani ölüme ve bir süre yaşamaya programlanan bir evren, insan ve hatta
hücrelerin tasarımlarına uygun hareket etmesi kusursuzluk olarak
tanımlanabilir. Çünkü kusur, esasında gayeye zıt olan bir hali ifade
eder. Eğer ki, her şey kusursuz ve her yönden mükemmel olsaydı -ki bunun
tanımında sorun vardır- o zaman herkes tanrı olurdu ve en galip olmaya
çalışır ve varlığını koruyamazdı
(Enbiya, 22; Çınar, 2005, 167).
Bir örnek olarak “çöp kutusu” çok sağlam, deliksiz, demirden, kalın
malzemeden ve devasa boyutta olabilir. Bu onun mükemmel olduğunu
göstermez, çünkü o, misalen yağmurda suyla dolar, kullanışsız olur ve
sair nedenler vardır. Telefon klübesinde saldırıya uğrayan bir insanın
elinde çakı olması ile “zülfikar” olması arasında fark vardır. Zülfikar
gibi dev bir kılıç belki daha mükemmel görünebilir, ancak o klübede
ancak çakı ile mücadele edilebilir. Bu da “gayeye uygunluk” prensibinin
“mükemmellik” kavramının anlaşılmasındaki belirleyiciliğini gösterir. Tasarımın varlığını görmek insanın “tasarım olmayandan ayırt etme”
imkanı ile mümkündür. Bu açıdan tasarlanan bir evrenin muhakkak
tasarlanmayan kısımları da olmak durumundadır. Yani buna “tasarımı
zıttıyla vurgulama” diyebiliriz. Buna göre Paley’in saati argümanını
revize edip “Bozuk Saat Argümanı” ifadesinin daha faydalı olacağını
düşünüyoruz. Çünkü bir insan etrafında sürekli saatler görse, bunların
işleyen çarklarını müşahade etse, zamanla bu sıradan bir hale gelir ve
onları önemsiz addedebilir. Bozuk bir saat gördüğünde ise aynı anda hem
“bir saatin tasarımının kendi aklını aştığı” izlenimini, hem de
“bozulmuş versiyonunun uyandırıcı etkisi ile saatin sonradan bu hale
geldiği” intibasını kazanır. Yani fikrimizce eğer ki bir tasarımın
varlığı gösterilmek istense idi, Leibniz’in dediği gibi “olabilecek en
iyi evren” bu evren olurdu. Çünkü hem bir aklı aşan tasarımın oluşu, hem
de bunun olmasaydı nasıl olacaktı sorusuna cevap bulmamız için gerekli
malzememiz vardır. Yani her yerde mükemmel saatler görseydik, zaten
kendiliğinden oluyor diyenler olabilirdi. Ancak hiçbir yerde saat
görmeyişimiz ve gördüğümüz saatin bozuk halinin bile bizim
yapamayacağımız bir tarzda olması, bize bunun bizim üstümüzde bir
zekanın ürünü olduğu intibasını verir. Buna “Bozuk Saat Argümanı”
diyebiliriz.
Mükemmellik kavramındaki algı yanlışlığını gösterdikten sonra, ek
olarak “adalet” kavramına girmek istiyoruz. Dostoyevski’nin “yeryüzünde
bir tane ağlayan çocuk varsa, Tanrı yoktur” şeklinde bir sözü olduğu
söylenir. Bu düşünme şekli genel olarak “ağlayan çocuğa annenin büyük
merhamet etmesi karşısında Tanrı’nın merhamet göstermemesi” tarzında
izhar edilir. Annenin merhametinden az merhamet göstermek ile “sonsuz
merhamet”, uyumsuz gösterilir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken
nokta “anne şefkati”nin aslında bir tür “kayırmacılık” olduğudur. Yani
anne, çocuğunu hata etse de kayırır ve onu kayıtsız şartsız sevebilir.
Bu yüzden onun acı çekmesine gönlü razı olamaz. Tanrı ise, adil olmak
zorunda olduğu için suç işleyene ceza vermekte veya suçsuz da olsa
imtihan veya deneme amacıyla ona acıyı onaylamaktadır. Merhamet
kavramının “kayırmacılık” ile karıştırılmaması gerekir. Öte yandan
insanın hayatı boyunca çektiği acı veya cehennemde çektiği acı
karşılığında “sadece iman etme” talebi çoğu zaman denksizlik olarak
düşünülür. Bununla birlikte “çok acı”nın hangi kritere göre çok olduğu
ve “sadece iman” fiilinin hangi kritere göre “çok az bir şey” olduğu
açık değildir ve birer önkabuldür. Yani “iman etme”nin pek az bir şey
olduğu, anlamlılığının azlığından bahsedilemeyeceği gibi; sonsuz acı
çekmenin veya dünyada acı çekmenin “fazla bir külfet” olma durumundan da
bahsedilemez. Olan biten alışverişin değerlendirilmesi ve birbirine
denk görülüp görülmemesi tamamen psikolojik bir kıymet biçme
davranışıdır. Gerçekte “iman” ile “acı”nın birbirine denk olmadığını gösterecek bir
cetvele sahip değiliz. Bu da bize ilahi adalete yöneltilen
eleştirilerin “fiziksel kötülük” kapsamında olan kısmının boşa çıktığını
telkin eder. Son olarak dünyadaki acının geçiciliği de vurgulanmalıdır.
Zira misalen çocuk ve hayvanların elemleri ve çektikleri ahiretin
tamamlayıcılığı ile dengelenebildiği düşünülebilir
(Aydın, 2009, 26).
Neticede ahiret faktörü hesapların tamamlanacağı ve acı çekenlerin veya
hakkı yenenlerin hakkının fazlasıyla teslim edileceği bir
tamamlayıcıdır. Bu da bize “dünyada çekilen sınırlı süre acı”nın
göreceli olarak aslında anlamsız olduğunu ve abartıldığını
göstermelidir. Çünkü 3 sn acı çekmeyle, 3 sene acı çekme arasında
anlamlı bir farkın olduğu bir kritere göre iddia edilemez. Bu da sınırlı
acı çekmenin bize “ahiret olduğu sürece” hesabı görülecek olan geçici
ve anlamsız bir şey olduğunu gösterir. Böylece “fiziksel kötülük”
kavramı altında aslında kusurlu görülen tasarımla ilgili yapıların elzem
olduğunu ve olması gerektiğini göstermiş oluyoruz. Bununla birlikte
dünyadaki acılar ahiretin tamamlayıcılığı ile önemsiz kalmaktadır.
Evrende israfın olduğu ve yıldızların veya insanın hayatı boyunca ulaşamayacağı galaksilerin neden yaratılması gerektiğinin
(Stenger, 2011, 139) cevabı
evrenin üzerine düşünmekle açıklanabilir. Misalen evrenin başlangıcında
yıldızların, dünyadaki ağır elementlerin oluşması için görev aldığını
düşünerek “yıldızların araçsallığı”nı düşünebiliriz. Bu açıdan yıldızlar
gerekli olmuş olur. Ancak bütün kainatın insanlar için yaratılmış
olduğu
(Bakara, 29; Casiye, 13) düşünüldüğünde diğer
milyarlarca yıldızın sebebi sorulabilir. Big Bang ile başlayan bir
süreçte evren bir bütündür, aynı “bir elmasın hediye edilirken etrafında
pek çok teferruat ile güvenliğinin sağlanması ve değerinin gösterilip
vurgulanması gibi” dünya da bütün olan evrende bir mücevher gibi
düşünülebilir. Öte yandan tasarımın zıttıyla vurgulanması bahsi burada
da geçerlidir, evrenin tasarımlanmamış kısımları dünyanın seçilmişliğini
vurgulayabilir. Her ne kadar uzayda başka canlıların varlığının olduğu
ima edilse de, şimdiye kadarki gözlemlerin neticesi bunun gerçek bile
olsa ne kadar az olması gerektiğini ortaya koymaktadır
(Stenger, 2011, 126).
Sadece bu bile, bir çokluğun içinde birliği, yani nadirliği gösterir.
Bir başka sebep de, evrenin boş ve ücra köşeleri bile olsa, bunların
“potansiyel hizmet” vermek üzere orada konuşlanmasıdır. Yani Andromeda
galaksisi bizim bilim yapmamızı sağlamaya hizmet edebilir, 13.7 milyar
ışık yılı ötedeki yıldızlar ise evrenin yaşının hesaplanmasında bize yol
göstermiştir. En uzak yıldız bile bize kullanmasını bildiğimiz zaman
hizmet ettiğine göre, evrende her varlık potansiyel olarak bir işe
yarayabilmekte ve dolayısıyla kanaatimizce buna israf dememek
gerekmektedir.
3. Sonuç
Yüzyıllardır büyük tartışmalara sebep olan özgür irade, ilahi adalet
ve kötülük sorununun tatmin edici bir şekilde sonuca bağlanamamasının
sebebi, dünyaya deterministik açıdan bakma hatasıdır. Bugün
indeterminist bir evrende yaşadığımızı telkin eden son derece kabul
görmüş ve birçok teknoloji üreterek, nobel ödüllerine konu olarak
bilimsel yönünü ispat etmiş Kuantum Teorisi gibi bir desteğe sahibiz. Bu
açıdan bilimsel paradigma değişiminin felsefi sahaya etkileri,
kavramların daha iyi anlaşılabilmesini sağlamıştır. Biz de özgür
iradenin ilahi bilgiyi kısıtlamadan geleceğin doğasıyla ilgili
yaptığımız çıkarımlardan temellendirilebileceğini düşünerek kötülük
sorununa yeni bir bakış getirmeye çalıştık. Mükemmellik ve evrendeki
kusurları, onlara bir zorunluluk atfederek, tasarımın tasarım olduğunun
fark edilmesindeki önemli bir faktör olması itibariyle izah etmeye
çalıştık. Netice itibariyle “bozuk saat argümanı” ile tasarımı tekrar
düşünmeyi önererek, teodisenin eskisi gibi zor savunulacak bir durumu
olmadığını göstermeye çalıştık.
KAYNAKLAR:
1. Aliye Çınar, Leibniz’de Kötülük Problemi ve Teodise, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 14, Sayı: 1, 2005.
2. Caner Taslaman, Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı, İstanbul Yayınevi, 2008.
3. Cengiz Çakmak, Fragmanlar, Herakleitos, Kabalcı Yayınları, 2005.
4. John C. Lennox, Aramızda Kalsın: Tanrı Var, Çeviren: Reşit Şahin, Sare Levin Atalay, Ufuk Yayınları, 2012.
5. M. Kazım Arıcan, Kant’ın Kötülük Anlayışı ve Teodise Eleştirisi, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Dergisi, Cilt: x/2, 2006.
6. Nurten Kiriş, Tarihsel Olarak Kötülük Problemi ve Çözüm
Olarak Teodise, Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe Bölümü Dergisi,
Sayı: 5, 2008.
7. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, İstanbul, 2003.
8. Victor J. Stenger, Başarısız Hipotez: Tanrı, Çeviren: Algan Sezgintüredi, Aylak Kitap, 2011.
9. Hüseyin Aydın, İlahi Adalet Açısından Çocuk ve Hayvan
Elemleri Meselesi, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 14:2,
2009.
10. Kuran-ı Kerim